İNSANA NE KADAR TOPRAK LAZIM?
Şehirde yaşayan ve bir tüccarla evli olan abla, köydeki kız kardeşini ziyarete gitmişti; kardeşi ise bir köylüyle evliydi. Semaver başında toplandıklarında, abla kent hayatının güzelliklerinden, yaşamlarının ne kadar rahat olduğundan, ne kadar güzel giyindiklerinden, çocukların şık elbiseler giyinip kuşandıklarından, lezzetli yiyecekler yiyip tiyatrolara, eğlencelere nasıl gittiklerinden bire bin katarak söz etmeye başladı.
Kız kardeş, bu sözlere alındı ve sonra da alsatçı kocasının hayatını yerin dibine batırıp köy yaşamını ne çok beğendiğini anlatmaya koyuldu: “Yaşadığım hayatı sizinkiyle değiştirmem!..” dedi. “Kaba bir hayatımız olabilir ama en azından kafamız rahat. Bizden daha iyi yaşadığınız doğru, evet, ne var ki gereksinimlerinizden daha çoğunu kazanmanıza karşın, her şeyinizi bir anda yitirebilirsiniz. Atasözünü duymuşsundur: ‘Kârla zarar kardeştir.’ Bu gün ekonomik durumu iyi olanlar, bir bakmışsın yiyecek ekmeğe muhtaç olmuş. Bizim hayatımız daha güvenli. Belki o kadar imrenilesi değil fakat çok varlıklı olmasak da yiyecekten yana sıkıntımız yok.”
Abla alaylı bir sesle:
“Elbette bu yiyecekleri domuzlarla ve ineklerle yemek istersen. Sen kibarlıktan ne anlarsın! Kocan ta şafaktan günbatımlarına kadar çalışsın, siz de çocuklarınızla beraber gübrelerin üzerinde yaşamaya devam edin!”
Küçük kardeş:
“O kadar önemli mi bu?” dedi. İşimizin kaba ve yorucu olduğuna sözüm yok; fakat güvenli. Kimselere avuç açmadan yaşayabiliyoruz. Peki siz? Kentleriniz türlü yüz kızartıcı şeylerle dolu; bugünlerde pek sorun yaratmaz ama peki ya gelecekte? Kocan kumarla, içki ya da kadınla yoldan çıkarsa?.. Her şey mahvolmaz mı o zaman? Böylesi şeylerle sık sık karşılaşmıyor musun?
Aile reisi Pahom, uzandığı şöminenin üstünden kadınların konuşmalarına kulak veriyordu.
‘Harfiyen öyle!..’ diye geçirdi içinden. ‘Biz köylü kısmı, çocukluktan başlayarak toprağı ekip biçmeye o kadar kaptırdık ki böylesi şeyler düşünmeye vaktimiz kalmıyor. Kaygılandığım tek şey, toprağımızın az olması. Eğer daha fazla tarlam olsaydı, kimselerden korkmazdım.’
Abla kardeş çaylarını bitirince giysilerden söz etmeye başladılar; sonra da bulaşıklarını yıkayıp yattılar.
Ne var ki şeytan, şöminenin yanında durup bütün konuşmaları dinlemişti. Köyde yaşayan kadının kocasını övmesinden, adamınsa daha fazla arazisi olsa kimselerden korkmayacağını düşünmesine sevinmişti.
‘Oyun başlıyor…’ diye düşündü şeytan. İstediğin kadar toprak verip seni egemenliğime alacağım.
Köyün yakınında, yaklaşık üç yüz dönümlük çok büyük bir toprağa sahip bir hanımefendi yaşıyordu. Köylülerle hiçbir sorunu olmamıştı bu kadının ama, yanına eski bir askeri yanaşma olarak alınca işler bozuldu. Bu yanaşma, kestiği para cezalarıyla herkese yaka silktiriyordu.
Pahom, elinden geldiğince özenli olmaya çalıştıysa da başına sürekli aynı şey geliyordu; atı hanımefendinin yulaflarına dalıyor veya bir ineği hanımefendinin bahçesine giriyor, danaları hanımefendinin otlaklarında otluyor, o da bütün bunlar için para cezasıyla karşılaşıyordu.
Söylene söylene cezayı ödeyen Pahom, öfkeyle gittiği evinde, bütün acısını karısından çıkarıyordu. Bütün yazı, yanaşma yüzünden kötü geçirdi Pahom. Kış gelip de sığırlar ahırdan çıkamayınca ancak rahatlamıştı. Varsın hayvanların yiyeceğini kendisi versindi, en azından derdi tasası yoktu.
O günlerde başlayan dedikodulara göre, hanımefendi arazilerini satacaktı. Anayoldaki hanın sahibi, bu arazileri almak için girişimlere başlamıştı. Bu haber, köylüleri çok kaygılandırmıştı. “Arazileri hancı alırsa” diyorlardı, “Kesilecek cezalarla, hanımefendinin yanaşmasını bile mumla aratır bize… Hepimizin geçimi o arazilerden.”
Köylüler toplaşıp hanımefendiye giderek arazilerini hancıya satmamasını isteyip daha yüksek bir bedel önerdiler. Hanımefendi arazilerini onlara bırakmaya razı oldu. Sonraları köylüler, kendilerinin bütün arazileri alması için uğraşmaya başladılar, böylece bütün toprakları ortaklaşa ekip biçebilirlerdi. Bu konu hakkında tartışmak için kaç kez bir araya geldilerse de bir çözüme ulaşamadılar; şeytan araya nifak tohumları ekmişti çünkü. Nihayet bu toprakları her birinin alabileceği ölçüde paylar hâlinde alması kararına vardılar. Hanımefendi onların bu önerisine de ‘evet’ dedi.
Aradan biraz zaman geçince Pahom komşularından birinin elli dönüm arazi aldığını, paranın yarısını hemen, kalanını bir yıl sonra ödeyeceğini duydu; içi hasetle doldu.
“Vay canına!” dedi içinden, arazilerin hepsi elden çıkarılıyor, bense bir karışlık yer bile alamayacağım.”
Gidip karısıyla konuştu:
“Herkes alıyor…” dedi. “Ne yapıp edip yirmi dönüm de biz almalıyız. Geçim yükü giderek ağırlaşıyor. Şimdiki yanaşma, kestiği cezalarla iflahımızı kesiyor.”
Biraz toprağı nasıl alabileceklerini düşünüp taşınmaya başladılar. Yüz ruble biriktirmişlerdi. Bir tay ve biraz arı sattılar. Oğullarını para kazanması için gurbete yolladılar; Pahom’un maaşını da önceden alıp kayınbiraderine de birazcık borçlandıktan sonra, arazi için ödeyecekleri paranın yarısını denkleştirdiler.
Parayı yanına alan Pahom biraz ağaçlı, kırk dönümlük bir yer beğendi. Hanımefendiyle fiyatta anlaşıp tokalaştılar; Pahom, hanımefendiye biraz kaparo verdi. Kalan borç için de kente inip senet hazırladılar. Pahom yarısını peşin, yarısını da iki yıla yayarak ödeyecekti.
Artık Pahom da arazi sahibi olmuştu. Borç aldığı tohumları ekti topraklarına. O yıl ürün iyiydi; bir yılı bile bulmadan bütün borçlarını temizledi. Artık kendi arazisinin efendisiydi; ekip biçiyor, sığırlarını kendi otlağına salıyordu. Boy atan mısırlarına veya çayırlarına bakmaya gittiğinde sevinçten yerinde duramıyordu. Orada yeşeren her şey, onun gözüne daha farklı, daha güzel görünüyordu. Önceleri bu arazilerin hiçbir özelliği yoktu; fakat şimdi durum tamamen değişmişti.
Pahom’un hayatından herhangi bir şikâyeti ve yakınması yoktu. Eğer komşu köydekiler onun mısır tarlasından ve otlağından geçmese keyfi mükemmel olacaktı. Kibarca uyardı birkaç kez fakat köylüler aldırış bile etmediler. Bu yetmezmiş gibi, köyün çobanı da ineklerini onun otlaklarına salıyor, hatta geceleri dışarıda bırakılan atlar onun mısırlarına dalıyordu. Pahom, kaç kez onları dışarı dehlemiş, sahiplerini ikaz etmiş, kimseciklere dava açmamak için kendini zor dizginlemişti. Günün birinde dayanamadı ve mahkemeye şikâyet dilekçesi verdi. Köylülerin topraksız olduğunu, bütün meseleye bunun neden olduğunu, özellikle yapmadıklarını aslında biliyordu; fakat şöyle düşünmeden edemiyordu:
“Ben buna göz yumamam; aksi takdirde iliğimi kuruturlar. Bir yolunu bulup onlara günlerini göstermeliyim.”
Onları mahkemeye verip günlerini gösterdi; yetmedi, tekrar mahkemeye yollandı ve bunun sonucunda birkaç köylü para cezası ödemeye mahkûm edildi. Aradan biraz zaman geçince Pahom’un komşuları kinlenmeye başladı. Kimi zaman hayvanlarını bilerek onun tarlalarına saldılar. Köylülerden biri, gece vakti, Pahom’un ağaçlığına gidip birkaç körpe ıhlamuru bile kesti. Ağaçlığının yanından geçen Pahom’un dikkatini beyaz bir şey çekti; birkaç adım yaklaşınca, ıhlamur ağaçlarının sadece köklerinin kaldığını, az ileride de kabukları sıyırılmış ağaçların olduğunu fark etti, çok öfkelendi.
“Kestiği bir tek ağaç olsa, dert değil…” diye geçirdi içinden. “Aşağılık herif bir sürü ağaç kesmiş. Yapanı bir elime geçirsem, lime lime edeceğim.”
Sürekli, bunu yapanın kim olduğuna kafa yordu. Nihayet, ‘Kesinlikle Simon yapmıştır; başka kimse olamaz!..’ diye düşündü.
Gidip Simon’un çiftliğine baktı; bir şey göremedi ama Simon’un yaptığına dair kararı da değişmedi. Bir dilekçe yazıp mahkemeye verdi. Simon duruşmaya çağırıldı. Davaya bir daha bakıldı, onun yaptığına dair kanıt bulunmadığı için salıverilmesi kararı alındı. Pahom’un gözünde, uğradığı haksızlık büyümüştü; bütün öfkesini köy heyetine yansıttı:
“Hırsızlar size rüşvet veriyor…” dedi. “Namuslu kişiler olsaydınız, hırsızı serbest bırakmazdınız!..”
Pahom kavga etmedik kimse bırakmadı. Evini kundaklayacaklarına dair sözler de çalınıyordu kulaklarına. Elindeki araziler çoğalmasına karşın, toplumdaki saygınlığı zarar gördü. Aradan geçen zaman içinde, pek çok kişinin yeni bölgelere taşınacağı söylentisi çıkmıştı.
“Topraklarımdan ayrılmama gerek yok…” diye geçirdi içinden. “Birileri taşınırsa, bizim yerimiz bollaşır. Onların sattığı toprakları alır arazilerimi genişletirim. Hayatım iyice kolaylaşır. Hem bu hâlimin çok iyi olduğu falan yok.”
Pahom, bir gün evinde otururken yolu köye düşen bir çiftçiyi konuk etti. Köylüyü ağırlayan Pahom, ona nereli olduğunu sordu. Köylü, Volga’nın diğer tarafından geldiğini, orada yaşadığını belirtti. Pahom bununla ilgilenince adam pek çok kişinin oraya taşındığını söyledi. Bu köyden de oraya taşınanlar varmış. Topluluğa katılmışlar; adam başı yirmi beş dönüm arazi dağıtılmış. Toprak bire bin veriyormuş. Oraya sadece üstündeki gömlekle gelen köylü, artık altı at, iki inek sahibiymiş. Pahom’un içine kıskançlık ateşleri dolarken “Farklı bir yerde de adam gibi yaşamak mümkünken burada neden sefil olayım? Buradaki arazilerimi satıp alacağım parayla orada yeni bir hayat kurarım. Bunca kalabalık bir yerde insanın başı hiçbir zaman dertten kurtulmaz. Yine de önceden gidip bir bakayım…” diye düşündü.
Baharın son günlerinde yola çıktı. Bir vapura binip Volga üstünden Şamara’ya geçti, yaklaşık üç yüz mili de yürüyerek geçip adamın sözünü ettiği yere vardı. Orada gördükleri, adamın anlattıklarını doğruluyordu. Herkese yetecek kadar arazi vardı; her köylüye yirmi beş dönümlük ortaklaşa ekilip biçilecek arazi verilmişti. İsteyenler parasını ödeyip bu topraklara daha ucuza sahip olabiliyordu. Durumu yerinde inceleyen Pahom, sonbahara doğru evine dönüp, her şeyini satıp savmaya başladı; arazisini ve hayvanlarını sattı. Topluluk üyeliğinden çıktı. Bahar gelinceye dek bekleyip ailesiyle beraber yeni vatanlarına doğru yola düştüler.
Pahom, yeni yurtlarına geldiği sıralarda, büyük bir köyün topluluğuna alınmaları için başvurdu. Gerekli evrakları düzenleyip ihtiyar heyetine verdi ve onlardan üyelik belgesini aldı. Kendisinin ve oğullarının işlemesi için beşer hisseden yüz yirmi beş dönüm arazi emirlerine verildi. Pahom, gereken bina eklentilerini yaptı. Artık eskisinden üç kat daha fazla araziye sahipti. Toprak, mısır ekmeye epeyce uygundu. Durumu eskisine göre çok daha iyiydi. Geniş meraları, ekilip biçilebilir toprakları vardı. Besleyebileceği inek sayısı sınırsızdı.
Pahom, ilk zamanlar hayatından memnundu; ama bir süre sonra, buradaki topraklarını da az bulmaya başladı. İlk yıl, ortak arazilerden hissesine düşen toprağa buğday ekip bol ürün aldı. Bu yıl da buğday ekmek niyetindeydi fakat ortak arazileri yetersizdi. Zaten işlediği topraklar da buğday ekimine ayrılmamıştı; çünkü o bölgede sadece hiç sürülmemiş nadaslı topraklara buğday ekilebiliyordu. İki yılda bir buğday ekilen araziler, üzerlerindeki otlar büyüyünceye kadar nadasa bırakılıyordu ve böylesi arazilere talep fazla, toprak yetersizdi. Bu yüzden sürekli kavgalar çıkıyordu. Hâli vakti yerinde olanlar buralara buğday ekmek istiyor, yoksullarsa buraları satmayı, en azından ödeyecekleri vergileri çıkarmayı istiyorlardı. Pahom, daha fazla buğday ekmek isteyenlerdendi; tutup bir alsatçıdan bir yıllık toprak kiraladı. Ekebildiğince buğday ekti; ürün bire bin verdi ama bir mesele vardı: Arazi, köye çok uzaktı. Buğdayların neredeyse on kilometre kadar taşınması gerekiyordu. Aradan biraz süre geçtiğinde Pahom, kimi alsatçıların uzak çiftliklerde yaşayıp servet edindiklerini fark edince, “Tapusu bende olan biraz arazi alsam, üzerine bir çiftlik evi yaptırsam her şey yoluna girerdi…” diye düşündü. Bu meseleye günlerce kafa yordu.
Üç yıl boyunca toprak kiralayıp buğday ekmeyi sürdürdü. İyi ürün alıyordu ve para bile biriktirebiliyordu. Aslında hiç yakınmadan yaşayıp gidebilirdi ama her yıl toprak kiralamak için ter dökmek gözünü yıldırmıştı. İyi araziler olduğu bilinen yerlere köylüler hemen doluşuyor ve bir anda satılıyordu. Elinizi çabuk tutmadığınızda hava alıyordunuz. Üçüncü yıl, başka bir çiftçiyle birlikte çayır kiraladılar; aralarında anlaşmazlık baş gösterip de çiftçiler dava ettiklerinde, orayı da sürmüşlerdi. Davayı kaybettiler, paraları ve emekleri boşa gitti.
Pahom, ‘Kendi toprağım olsaydı, kimsecikler karışmadan ekip biçerdim ve bunlarla uğraşmazdım…’ diye düşünüyordu. Pahom, kendisine toprak aramaya başladı; bin üç yüz dönümlük toprağı olan fakat eli darda olduğu için bu toprağı satmak isteyen bir köylüyle tanıştı. Kıran kırana pazarlık edip yarısı peşin, yarısı senetle ödenmek koşuluyla bin beş yüz rublede karar kıldılar. Geriye sadece sözleşme yapmak kalmıştı. O sıralarda, yolu oradan geçen bir yabancı, atını yemlemek için Pahom’un evine geldi. Pahom yabancıyla konuştuğunda, onun hayli uzaktan, Başkır’dan döndüğünü, oralarda on üç bin dönüm toprağın sadece bin ruble olduğunu öğrendi. Daha fazla bilgilenmek isteyen Pahom’a şunları söyledi yabancı:
“Yapılacak en iyi şey, başkanlarla ahbap olmak. Ben yüz ruble eden bir kadın elbisesi, halı, bir kutu çayı hibe ettim, şarap verdim; bunlar karşılığında, arazinin her bir dönümü iki kapikten daha ucuza geldi bana.” Yanındaki tapuları gösteren yabancı:
“Topraklar bir ırmağın kıyısında; kan eksen can biter…” dedi.
Art arda sorular soran Pahom’a,
“Bir yıl yürüsen bile öbür ucuna gidemeyeceğin kadar, hepsi de Başkırlar’a ait uçsuz bucaksız toprak