Aşkı aramadan evvel, düşün bir, ya benden nasıl bir âşık olur?
İnsanın sevdası karakterinin yansımasıdır.
Sen kavgacı isen, ha bire öfkeli, aşkı da bir cenk gibi yaşarsın.
Gönlü pak olanın sevgisi de saf olur.
Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır.
En derin yaralar ailede açılır, kabuk tutsa bile kanar hikâye, içten içe…
Attığımız her adım, yaptığımız her işte kendimizi yansıtırız.
Budur çözülmesi gereken bilmece…
Benim annem iki kez öldü. Onun hikâyesinin unutulmasına asla izin vermeyeceğime dair kendi kendime yemin etmiştim ama bu konuda yazacak cesareti ya da şevki bir türlü bulamadım. Ta ki şimdiye kadar. Herhalde hiçbir zaman yazar olamayacağım, hani şöyle meşhur bir romancı. Ama bunu dert etmiyorum artık, gam değil, insan belli bir yaşa gelince kendi hudutları ve hatalarıyla barışmaya başlıyor. Ben de kendimi olduğum gibi kabullenmeyi öğrendim. Ama annemi anlatmak zorundaydım – tek bir kişiye bile olsa. Evrenin herhangi bir köşesine, bizden uzaklarda serbestçe salınacağı bir yere göndermeliydim bu hikâyeyi. Hiç olmazsa bu kadarcık özgürlüğü borçluydum beni dünyaya getiren insana. Ve ona dair her şeyi bu sene kaleme almam gerekiyordu. İskender hapisten çıkmadan evvel.
Birkaç saat sonra bir tencere irmik helvası kavurup eviyenin yanında soğumaya bırakacak, gözlerindeki endişeli bakışı fark etmezden gelerek kocamı öpeceğim. Sonra ikiz kızlarımla -yedi yaşındalar, dört dakika ara ile doğdular- birlikte evden çıkıp onları bir doğum günü partisine götüreceğim. Yolda muhtemelen kavga edecekler ama bu sefer kızmayacağım onlara.
“Acaba partide palyaço var mı?” diye soracaklar. Ta da sihirbaz!”
“Harry Houdini gibi” diyeceğim. “O da ne?”
“Huu-di-ni dedi ya şapşal!”
“O kim, anne?”
Bu masum soruyu duymak canımı yakacak. An sokmasına benzer bir sızı. Yüzeyde, görünürde belli belirsiz bir iz ama dipte, derinde zonklayan bir yara. Daha önce defalarca olduğu gibi, kızlarımın aile geçmişimiz hakkında hiçbir şey bilmediklerine tanık olacağım. Bilmiyorlar, çünkü onlarla paylaşmadım. Bir gün anlatanın elbet, hazır olduklarında. Ben hazır olduğumda.
Doğum günü partisinin verildiği eve varınca oradaki diğer annelerle biraz çene çalarım herhalde. Ev sahibine kızlarımdan birinin fıstığa alerjisi olduğunu anlatırım.
Ama ikizleri birbirinden ayırt etmek zor olduğu için her ikisine de göz kulak olmasını ve içinde fıstık olan hiçbir şey -pasta dahil yemediklerinden emin olmasını tembihlerim. Adil değil tabii. Alerjisi olmayan diğer kızıma biraz haksızlık oluyor ama kardeşler arasında hep olur böyle şeyler – yani haksızlıklar.
Sonra tekrar arabama, kocamla dönüşümlü olarak kullandığımla kırmızı Austin Montego’ya binerim. Londra’dan Shrewsbury’ye yol neredeyse üç buçuk saat sürer. Bir ara ufak bir mola vermem gerekebilir. Sürekli radyo dinlerim. Müzik iyi gelir ruhuma, yardım eder endişeleri uzak tutmaya. Bir de hayaletleri.
Geçmişte öyle zamanlar oldu ki onu ellerimle öldürmeyi düşündüm. Ateşli silahlar, zehir ya da daha iyisi-adalet yerini bulsun diye- bir sustalı kullanarak. Ayrıntılı planlar yaptım zihnimde. Kimi günlerse affetmeyi geçirdim içimden, tamamen ve samimiyetle. Sonunda galiba, varıp varabildiğim bu noktada, ne öldürmeyi başardım iskender’i, ne de affetmeyi,
***
Shrewsbury’ye ulaştığımda arabayı istasyonun önüne bırakıp bakımsız hapishane binasına kadar yürüyeceğim. Beş dakikalık bir mesafe. Sonra caddede volta atarak ya da ana girişin karşısındaki duvara yaslanarak onun çıkmasını bekleyeceğim. Bu ne kadar sürer kestiremiyorum. Beni gördüğünde ne yapacağını da bilmiyorum. Görüşmeydi bir yıldan fazla oldu. Eskiden düzenli olarak ziyaret ederdim ağabeyimi, ama salıverileceği tarih yaklaştıkça bıraktım gitmeyi.
Kısa veya uzunca bir bekleyişin ardından, heybetli demir kapı açılacak ağırdan. On dürt sene sonra hapisten çıkacak iskender. Başının üstünde sonsuz semayı görmeye alışkın olmadığından bakışlarını bulutlara çevirecek. Karanlık bir mağaradan kaçmış bir yaratık gibi gün ışığına bakarken gözlerini kırpıştırdığım hayal edebiliyorum.
Bu esnada ben olduğum yerde durup, içimden ona ya da yüze veya üç bine kadar sayıyor olacağım. Yanıma vardığında birbirimize sarılmayacağız. Tokalaşmayız da. Kuru bir selamlaşmayla yetinip karşılıklı kafalarımızı eğeriz hafifçe, istasyona yürürüz yan yana. Arabaya atlarken ne kadar atletik olduğuna hayret ederim. Ne de olsa hâlâ gencecik bir adam.
Arabayı ben kullanacağım, İskender yan koltukta oturacak. Şayet sigara içmek isterse karşı çıkmayacağım, her ne kadar tütün kokusundan nefret etsem ve zavallı kocamın yakınımda içmesine izin vermesem de. Saatte altmış kilometre yaparak yeşil çayırlar ve açık arazilerden geçecek, ingiltere kırsalını kat edeceğiz. Halimi hatırımı, kızlarımı soracak. İyi olduklarını, hızla büyüdüklerini söyleyeceğim. Gayet mütebessim, başını sallayacak, çocuk yetiştirmek konusunda en ufak bir fikri varmış gibi.
Bense ona tek bir soru bile sormayacağım.
Arabada vakit geçirmek için bir kaset olacak yanımda, ABBA klasikleri – annemin yemek ya da temizlik yaparken mırıldandığı şarkılar. Take a Chance on Me, Mamma Mia, Dancing Queen, The Name af the Game… Çünkü eminim annem bizi izliyor olacak. Kâinatın bir yerinden, açık bir penceresinden. Anneler ölünce hemen cennete gitmezler.
Yeryüzünde biraz daha kalıp çocuklarına göz kulak olabilmek için Tanrı’dan özel izin alırlar. Fani ömürlerinde evlatlarıyla aralarında her ne geçmiş olursa olsun.
Londra’da, Barnsbury Meydanı’na vardığımızda park yeri arayacağım. Yağmur yağmaya başlayacak – ufacık billur damlalar. Sonunda arabayı sıkıştıracağım bir hoşluk bulacağız. Bir düzine manevra yapmam gerekecek. Fena bir şoför sayılmam ama park etmeye gelince iş, beceriksizin tekiyim. Tipik bir kadın sürücü olduğumu düşünüp benimle alay edecek mi acaba? Eskiden olsa ederdi, biliyorum.
Birlikte eve doğru yürüyeceğiz; sokak, sessiz ve sakin uzanacak önümüz sıra ve ardımızca. Kısacık bir an için de olsa bulunduğumuz çevre ile geçmişteki hayatımızı, Lavanta Sokağı’ndaki eski evimizi karşılaştıracak, şimdi her şeyin ne kadar farklı olduğuna ve biz yaşananları ardımızda bırakamasak da zamanın nasıl akıp gittiğine şaşıracağız.
Eve gelince ayakkabılarımızı çıkaracağız – iskender’e kocamın kahverengi terliklerini vereceğim; ben de ponponlu, erguvan rengi bir çift giyeceğim. Bir an için durakalacak, durgunlaşacak. Yüreğine su serpmek için ayağımdakilerin bana kızlarımdan hediye olduğunu söyleyeceğim. O zaman anlayacak ki benzerlik sadece tesadüften ibaret. Annemizin eski terlikleri değil bunlar.
Ben çayları doldururken iskender göz ucuyla seyredecek bol demli, bol şekerli hazırlayacağım, tabii eğer hapishanede alışkanlıkları değişmediyse. Sonra irmik helvasını çıkaracağım. Elimizde porselen fincanlar ve tabaklar, iki kibar yabancı gibi pencerenin önünde oturup yağmurun arka bahçedeki begonyaların üzerine yağışım seyredeceğiz. Aşçılığımı övüp irmik helvasını ne kadar özlediğini itiraf edecek ama tabağına biraz daha koymaya kalktığımda nazikçe reddedecek. Annemizin tarifini harfi harfine uyguladığımı, gene de asla onun kadar güzel pişirtmediğimi anlatacağım. Aniden susacak. Göz göze geleceğiz; havada ağır, iğreti bir sessizlik. Kendini yorgun hissettiğini ve mümkünse dinlenmek istediğini söyleyerek izin isteyecek. Ona odasını göstereceğim. Sonra usulca kapatacağım kapıyı; ağabeyimin, geçmişin, bir türlü geçip gitmeyenlerin üzerine.
Orada bırakacağım onu. Evimdeki bir odada. Ne uzak ne de gereğinden yakın. Dört duvar arasında, yüreğimdeki bir kutuda duracak; ne sevmekten ne de nefret etmekten vazgeçebildiğim iskender,
O benim ağabeyim,
O bir katil.
3 Ekim 1992
Londra
***
Pembe
Fırat Nehri yakınlarında bir köy…
Pembe dünyaya geldiğinde Naze o kadar üzülmüş ki yirmi saat boyunca çektiklerine ve çarşaflara bulaşan kana rağmen kalkıp gitmek istemiş. En azından o rüzgârlı günde doğum odasında bulunan herkesin istisnasız söylediğine göre.
Alıp başını kaçmak istediyse bile sonuçta hiçbir yere varamamış Naze. Odadaki kadınları ve avluda bekleyen kocasını şaşırtma pahasına yeni bir sancı dalgasıyla tekrar yatağa düşmüş. Üç dakika sonra ikinci bir bebeğin başı görünmüş. Bolca saç, kıpkırmızı bir ten, sırılsıklam ve buruşuk. Gene bir kız; bu seferki biraz daha ufak tefek.
Bu kez kaçmaya kalkışmamış Naze. Hafif bir iç geçirmeyle başını yastığa gömüp esen yelin fısıltısını duymaya çalışırcasına yüzünü pencereye dönmüş. Yeterince dikkatle dinlerse şayet, göklerden gelecek yanıtı duyabilecekmiş gibi. Ne de olsa bir nedeni, sarih bir açıklaması olmalıymış mutlaka. Yüce Yaradan neden iki kız evlat daha vermiş ki onlara? Halihazırda altı kızları varken ve hiç ama hiç oğulları olmamışken.
Böylece yeni anne susuvermiş. Koparılmış dal, söndürülmüş mum gibi. Allah bu Naze kuluna yaptığının hikmetini anlatıncaya kadar konuşmamaya ant içmiş. Uykusunda bile sımsıkı kenetli kalmış dudakları. Tam kırk gün kırk gece tek kelime dahi söylememiş. Ne kuyrukyağlı nohut pişirirken, ne altı kızım leğende tek tek yıkarken, ne otlu peynir yaparken, ne de kocası bebeklerin adım ne koymak istediğini sorduğunda. O kadar durgunmuş ki, tüm ölmüşlerinin mekânı olan ve bir gün kendisinin de gömüleceği mezarlıktan bile sessizmiş.
Yolsuz, elektriksiz, hekimsiz, mektepsiz, küçük ve ücra bir Kürt köyüymüş onlarınki. Dış dünyanın haberleri, büründükleri yalnızlık zırhını aşıp da kolay kolay ulaşamazmış. Ne ikinci Dünya Savaşı, ne atom bombası, ne ispanya’da Franco… Köylülerin bunların hiçbirinden haberleri yokmuş. Afakta, yani Fırat kıyılarının berisinde, tuhaf şeylerin döndüğünden eminlermiş. Âlemin hallerine zaten vâkıf olduklarını düşünür, bu topraklardan ötesini görmeye heves etmezlermiş. Ezelden beri süregelen ve ebediyete dek sürecek her şey zaten gözlerinin önündeymiş, şimdi ve burada, insana vacip olan, bir ağaç ya da kaya gibi sabit ve sağlam durmakmış. Tabii eğer şu üçünden biri değilse: geçmişini yitirmiş bir abdal, aklım yitirmiş bir aptal ya da sevdiğini yitirmiş bir mecnun.
Dervişler, aklı kıtlar ve âşıklardan gayrı kimse için şaşılası bir şey yokmuş evrende; her şey olması gerektiği gibiymiş, ne bir eksik ne bir fazla. Her şey yerli yerinde. Köyün bir köşesinde çıt çıksa anında herkes duyarmış. Sır sahibi olmak zenginlere has bir ayrıcalık iken Mala, Çar Bayan (Dört Rüzgârın Evi) nam bu köyde kimse müreffeh sayılmazmış.
Köyün üç yaşlısı, kambur bedenleri ve kederli çehreleriyle bütün gün kahvede oturup Ömür kadar narin, gönül gibi sırça bardaklarla çaylarını yudumlar, Allah’ın hikmetlerine ve siyasetçilerin hilelerine akıl sır erdirmeye çalışırlarmış. Naze’nin sessizlik andı uzayınca onu ziyaret etmeye karar vermişler.
“Yaptığın şey küfre girer bilesin, seni ikaz etmeye geldik” demiş birinci ihtiyar. Öyle cılızımş ki, hafifçecik bir meltem yetermiş onu devirmeye.
“Peygamberler ve evliyalardan başkasına seslenmemiş Yaradan’ın seninle konuşmasını nasıl umarsın?” demiş ikinci ihtiyar, ağzında kalan birkaç diş arasından. “Kadından peygamber olmayacağına göre…”
Üçüncü ihtiyar, ağaç dallan gibi kaskatı parmaklarını sallamış. “Sen konuşacaksın, Rab dinleyecek. Öbür türlü olmasını isteseydi seni insan değil, balık yaratırdı zaar.”
Naze yemenisinin ucuyla gözlerini silerek söylenenleri dinlemiş. Bir an için nehirde balık oiarak tahayyül etmiş kendini – yüzgeçleri güneşte parıldayan, benekleri solgun halkalarla çevrelenmiş, kocaman, külrengi bir alabalık. Nereden bilebilirmiş çocuklarının ve torunlarının da çeşit çeşit balıklara bağlanacağını ve sualtı dünyasına duyulan muhabbetin sülalede kuşaktan kuşağa geçeceğini?
“Konuş!” demiş birinci yaşlı adam. “Susmak senin cinsinin tabiatına sığmaz. Meşrebine karşı çıkan, Allah’a karşı çıkar.”
Naze hiçbir şey dememiş. Muteber misafirleri gider gitmez kalkıp ikizlerin uyumakta olduğu beşiğe yaklaşmış. Ocakta yanan ateşin ışığı odaya altın sarısı bir huzme, bebeklerin tenine yumuşacık, neredeyse meleksi bir ışıltı veriyormuş. Yüreği yumuşayıvermiş. Yamacına yanaşıp boy sırasına dizilmiş olan altı kızına dönüp kısık bir sesle konuşmuş: “İsimlerini buldum bebelerin.”
“Söylesene ana!” diye bağrışmış kızlar, annelerinin sesini yeniden duymanın sevinciyle.
Naze boğazını temizleyip yenik bir sesle eklemiş: “Bununla Bext olacak, öteki Bese.”
“Bext ve Beşe” diye tekrarlamış kızlar hep bir ağızdan.
“He ya.”
Naze usulca büzmüş dudaklarım; isimler ağzında keskin bir tat bırakmışçasına. Kürtçeleri Bext ve Beşe, Türkçeleri Kader ve Yeter, anlamlarıysa dünya yüzünde konuşulan her dilde aynı. Böylece, her ne kadar kaderine boyun eğse de artık kız doğurmaktan canına tak ettiğini ve tekrar hamile kaldığında -ki bunun son gebeliği olacağının farkındaymış, çünkü artık kırk birindeymiş ve yaşı geçmekteymiş- ona bir oğul ve muhakkak bir oğul vermesi gerektiğini kendince anlatmış Rabbe.
O akşam babaları eve geldiğinde kızlar koşturmuş muştulamak için:
“Baba! Aney konuşuyor.”
“Baba! Aney bebelere isim koydu.”
Karısının yeniden konuşmaya başladığını duyduğuna sevinse de onun ikizlere verdiği adları duyunca yüzü. kararıvermiş Berzo’nun. Başını iki yana sallayıp uzun ve sıkıntılı bir an boyunca sessizce durmuş.
“Kader ve Yeter” diye mırıldanmış. “Sen bebelere isim vermemişsin ki. Göklere mektup yazmışsın.”
Naze başını önüne eğmiş, yün çorabındaki delikten çıkan parmağına takılmış gözü.
“Hüsranını ilan etmişsin. Allah’ın gücüne gider valla” diye devam etmiş Berzo. “Ne lüzum var buna?”
Böyle dedikten sonra aklındaki adları açıklayıvermiş: Pembe ve Cemile. Çayda eriyen şeker küpleri gibi yumuşacık ve tatlı, her türlü sivrilikten uzak isimler.
Ne var ki Berzo’nun karan nihai olsa da Naze’nin seçtiği isimlerden vazgeçilmemiş. Hafızalarda yer etmişler; ağaç dallarına takılı iki uçurtma gibi dolanıp kalmışlar soyağacına. Böylece ikizler çifter isimle bilinir olmuşlar: Pembe Kader ve Cemile Yeter, Gün gelip de bunlardan birinin dünyanın dört bir yanındaki gazetelerde yazılacağını kim bilebilirmiş ki o zaman?