Roman (Yerli)

İstanbul’un Çocukları

Anılarımız hayatın kilometre taşları. Bizimle birlikte çocukluğumuzdan itibaren depolanan, her fırsatta kendini hatırlatan birer mihenk taşı. Benim öyküm de tıpkı anlattıklarım gibi yıllar öncesine dayanıyor. Dilerseniz biraz fısıldayayım sizlere.

Yıllar öncesinde vapurlara binmekten korkardım. Gözüme fazlasıyla büyük ve güvensiz gelirdi. Yanımda büyüklerim olmasına rağmen vapura bindiğimde kendimi bir ceviz kabuğunda gibi hisseder vapurun rotasını dikkatle takip etmeye başlar ve kendimi yolculuğa verirdim. Belki hayatım boyunca karşıma bir daha hiç çıkmayacak amcalar, teyzeler vapurların o eski yıpranmış merdivenlerinden tutun, bütün boşluklarında kendilerine bir yer edinmeye çalışırlardı.

Yolculuk boyunca onları dikkatle izlerdim. Kimisi ellerindeki buruşmuş , ikiye katlanmış gazeteleri özensizce okur, kimisi etrafındakileri keser, kimisi de denizle baş başa sohbete dalardı. Bazen ellerime bir gazete de ben alır okuyormuş gibi yapar ama onların gazetelerine gözlerimle uzanmaya çalışırdım. Komik. Ama bunu yaparken göz göze geldiğimde gözlerime cilalanan o muzip gülümseme, onlardan alabildiğim küçük bir elektrik beni fazlasıyla mutlu ederdi. Yine vapurun alt katlarından birine babamın elini bırakıp aniden inmiştim. Vapuru boylu boyunca dolaşıyor, gördüğüm martılara selam veriyor ve büyüklerin bacaklarından yeni bir şeyler yakalayabilme heyecanı ile dolaşıyordum. O dolaşmamın bende bıraktığı etki eskimiş vapurların nasıl da zamana ve denizin hoyratça dibine vurduğu dalgalara dayanmasıydı. Bir dümenin ucunda bütün bir gemi gideceği limana kadar sanki banyo yapan balıklar gibi suya batıyor ve çıkıyor ama hedefinden şaşmıyordu. Nihayet yukarı çıktım. Babam her zamanki gibi bana çay söylemiş ama o çayı soğutmama izin vermişti.

Soğumuş, şekerleri tabağına yapışmış çaydan bir damla aldım ve bıraktım. Vapurun kaloriferleri çalışmıyordu. Boyuma cuk oturan paltomun içine daha da girmeye çalıştım. Vapur karaya yaklaştığında iskeleye yanaşmadan kendisini birer atlet gibi denizden bırakanları izledim. Kimilerinin ayakları öylesine ustaca yere basıyordu ki sanki uzmanlaşmışlardı. Ben de nihayet yaklaşık 10 dakika sonra tahta kenarları paslı demirden oluşan birbirine geçmeli bir iskeleden ilk adımımı attım. O kadar kalabalık bir şehir beni bekliyordu ki anlatamam. Sokak satıcılarının sesleri birbirine karışmış, vasıtalar hızla birbirini geçmeye çalışıyorlardı. Biz Gülhane’nin kenarından denizi seyretmek ve sandviç yemek istiyorduk. Bunu daha önce bir kez yapmış ve çok hoşumuza gitmişti. Benden yaşça büyük 1-2 akrabam da bizimle birlikteydi. Yavaşça sohbet ederek yola koyulduk.

O sırada eski İstanbul’dan hatıra kalmış yaşlı dolmuşlar siyahın üzerine sarı baskılarıyla trafikte sema ediyorlardı. Yolun ortasında duran trafik polisi bile zaman zaman onları kontrol etmekte zorlanıyordu. Biz vasıtaya binmek yerine yolu yürümek niyetindeydik. Öylesine kapalı ama güneşi sanki bilerek içerisinden insanlarin üzerine hamur gibi bırakan yüksekçe bulutlar vardı tepemizde. Ben o güneşi gördüğümde kamaşan gözlerime inat ısrarla bakıyordum yükseklere. Yolda birbiri ardına sıralanmış dükkanlar içinden çıkan iş bekleyen esnaflar, dükkanlara girmeye korktuğunu belli eden parasız müşteriler ve renkli vitrin camlarının hepsine ayrı bir şevk ile bakan gözlerim hiç yorulmuyordu. O sırada burnuma güzel bir koku geldi. Taze et döneri…

O kadar çok severdim ki döner yemeyi. Gözlerimi o sıra sıra, burgu burgu aşağıya inen dönerden alamadım. Kokusu da zaten beni uzunca bir süre takip etti. Denizi gören çam ağaçlarının arasından yolumuza devam ettik. Bazı ağaçlar sanki birbirine sokulmuşçasına bitişik nizamda duruyorlardı. Yaşamak bir ağaç gibi özgür ve bir orman gibi kardeşçesine… Tabii ki o zamanlar ne bu cümleyi ne de anlamını biliyordum. Ancak kahverenginin üzerine çizdiğim her yeşil bana ağacı, her mavi denizi hatırlatıyordu. Biliyordum ki tabiatın notaları yeşil, portresi ise mavi üzerineydi. Ve bu müzik evreni dolaşıyor, insanların kulağına Tabiat Ana’nın lirik ezgilerini bırakıyordu. Ağaçlara dokundum. Koştum büyük bir özgüvenle, parmaklarımla avuçladım bütün reçinelerini… Kokularına karıştım denize doğru kendini koyuveren rüzgarın ardından. Ben seviyordum yeşili güneşi ve doğayı…

Islak çimenler ayaklarımın altında yürüyen merdivenler gibi kayıyor kendimi tutabilmek için ellerimle yerden destek alıyordum. Üzerimi biraz kirletmiştim. Ama olsun bu doğanın, yeşilin rengi değil miydi? Varsın olsun masmavi denizlere kendini bırakan küçük bir teknenin boyalarına bulaşan yosunlar gibi izi kalsındı bende…

Ben o büyük kocaman ucu bucağı belli olmayan yolda büyük bir aşkla koşuyordum. Nihayet arkamda babam beni izliyor bana yetişmek için hızla adımlarını bırakıyordu. O sırada duyduğum güvercin sesleri… Aralarına karışan küçük kumruların sessizce süzülüşleri… O kadar güzel bir ahengi vardı ki o ormanın… Bazen çamların kahverengi kalın çöplerinin içinden büyük bir parça alıp bırakıyordum henüz büyümemiş küçük ellerimin arasından… Denizi gören bir yere nihayet ulaştık. Serdik altımıza eski gazeteleri. Karşımızda Galata Kulesi, Kuleli, Sarayburnu, Eminönü. Tanrım nasıl yaratmış böyle bir güzelliği!

Biliyor musunuz İstanbul uyuyan güzel, İstanbul sevdasını anlatan şairler için kız kulesinden bir fotoğraf, altımızda süzülen, sürekli korna çalan trenlerinin bile bir neşesi var. Gördüğüm o manzara beni büyülemişti. Uzunca bir süre galata köprüsüne baktım. Üzerinden geçen arabalar ve insanlar hiç durmuyordu. Öyle canlı bir köprüydü ki insanları karınca büyüklüğünde görmeme rağmen gözlerimi ayıramıyordum. Ve babam sandviçlerimizi almıştı. Sandviçimden aldığım her ısırıkta İstanbul’un farklı bir noktasına bakıyordum. Dilimdeki lezzet ile gözlerimdeki lezzet birbirine benziyordu. Hayatımda aldığım bu ender tadı unutacak mıydım acaba, yoksa onu yıllar sonra hatırlayıp insanlara mı anlatacaktım? Geçen gemiler birbirlerine reverans eden çiftler gibi yol veriyorlardı nazikçe. Haydarpaşa, martılar, bizden dökülen kırıntıları toplayan küçük orman kuşları… Hepsini içine almıştı bu Kahpe Bizans’ın asil evladı.

Ben sandviçin tadı gibi, bacaklarımın dinlendiği o an gibi, yüzümden sana ulaşan bir gülücük gibi seni unutmayacağım. Saçlarımın ilk kez taranışı gibi, temiz bayramlıklarımla, ilk el öpüşüm gibi, senden bana kalacak ilk öpüş gibi seni unutmayacağım İstanbul…

Dönüşte yine benzer bir vapura binmiştik. Hava kararmıştı ama bu sefer ayaklarıma dokunan yorgunluk ve mutluluk beni koltuğumda bırakmıştı. Kimselere de bakmıyordum. Kimsenin gazetesine de… Sadece önümde duran bir bardak çayın içine bakıyordum. İstanbul yıllarca demlense lezzetine lezzet katan bir tat gibi duruyordu arkamda. Ben karşı kıyıya geçerken yaşadıklarımı düşünmekten başka bir şey yapmıyordum. Bir masal dinlemiştim, bir rüya görmüştüm, ve bir anıyı daha saklamıştım bütün anılarımı koyduğum ceketimin iç cebine.

Oğuz Akdeniz

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Marquis de Sade – Juliette #1 – Erdemsizliğe Övgü

Editor

Agatha Christie – Suç Ortakları

Editor

Harem; Kölelikten Sultanlığa

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası