Roman (Yabancı)

İz Bırakanlar Unutulmaz

iz birakanlar unutulmaz 5ed4038a18e25ON BEŞ YAŞINDAYIM VE HAYATIN GERÇEKLERİNE TUTUNMAK İÇİN CAN ATIYORUM…

Ben arkadaşlarıma hiç benzemiyorum, mesela kendime ait bir odam hiç olmadı. Yaşadığım yerleri hatırlamıyorum, çünkü ressam olan babam gittiğimiz her yerden sıkılıyor. Kendisine ilham kaynağı bulmak için bizi oradan oraya sürüklüyor. Etrafımızdaki insanlar bizden çok farklı. Yıllarca aynı evde yaşayabiliyorlar; ayrıca kendilerine ait eşyaları bile var…

New York’un Mayville adlı kasabasına taşındıklarında gerçek hayatın nasıl bir şey olduğunu yeni tanıştığı insanlardan öğrenmeye başlayan Tamara, artık hayata bambaşka gözlerle bakmaya başlayacaktır. Yaşayacağı anıların, tanışacağı insanların, hepsinden önemlisi de ilk aşkının kalıcı olması için elinden geleni yapacaktır. Diğer insanlar gibi artık onun da kendisine ait bir hayatı olacaktır. Tamara’nın bu dokunaklı ve yürek burkan yaşam öyküsünü okurken gözyaşlarınıza engel olamayacaksınız…

***

İz bırakanlar unutulmaz
Keder, tepeler, sonsuzluk bir de…

Emily Dickinson, ‘The Secret’

1

Her baharda göçmen kuşlar gibi yola düşeriz. Ama asla bildiğimiz yerlere gitmeyiz. Asla geri dönmeyiz. Bizi biz yapanları ve birkaç eşyamızı alır arabaya atlarız. Toparlanmada üzerimize yoktur. Ardımızda bırakmada da çok iyiyizdir.

Üç yüz mil gittik bugün. Dün ise beş mil gitmiştik. Me- Arabanın arkasında tal bir römorkumuz var . Sürekli sallanıyor ve bizi yavaşlatıyor. Babam römork olmasa daha mutlu olurdu, ama tuvallerini ve resim malzemelerini taşımak için ona ihtiyaç duyuyor. Eğer aklına gelirse malzemelerinden kalan yeri de bize bırakıyor. Annemin ansiklopedilerini, erkek kardeşimin mizah dergilerini, kız kardeşimin pelüş hayvanlarını ve benim gramofonumla 45’liklerimi arabaya yüklerken, “Kıyafetlere ihtiyacımız olabilir, ama gerisi neyin nesi? Onlara da ihtiyacımız var mı?” derdi babam hep.

Bir saat boyunca anayolun dışından gittik. Son kasabayı da geçeli yarım saat olmuştu ki, babam bize döndü. Üçümüz de arka koltukta oturuyorduk. “Neredeyse geldik,” dedi. Annem iki şeritli bir asfalt yolda ilerliyordu. Geçen sene ve ondan önceki senelerde bizi gideceğimiz yere neredeyse götüren iki şeritli yolların aynısıydı bu yol da. Bu yolların sonu, alçalıp yükselen toprak yollara çıkardı her zaman. Bir nehrin kenarına ya da bir sene boyunca yaşayacağımız bataklığa da çıkabiliyordu. Bu bölgelerdeki birkaç ev, karanlık bir günde çıkan gökkuşağı gibi dikkat çekerlerdi. Bugün sağa döndük, dar ama asfalt bir yola çıktık. Adı Moore’du. Ağaçlar çok sıktı. Yolun üzerine eğilmişlerdi, kollarını korku içinde birbirlerine uzatıyor gibiydiler.

Dişlerimi sıkıyordum. Çenem ağrımıştı. Her zamanki gibi, kendimi bu sefer bir çeşit banliyöde ya da bir kasabanın en uç kısmında yaşayacağımıza ikna etmiştim. Yaya kaldırımlarının ve verandaların olduğu, insanların komşularının gelip geçişini izlediği, onları çaya davet ettiği bir yerde yaşayacağımı düşünüyordum. Yaya kaldırımı olan bir yerde yaşamıştım bir kez. Ama o zaman üç yaşındaydım ve hiçbir şey hatırlamıyorum.

Bir tepeye tırmandık ve diğer yüzüne doğru ilerledik. “Burası olmalı,” dedi babam. “Bir mil oldu biz döneli. Evet. İşte orada. Burası, çocuklar.”

Zar zor nefes alıyordum çünkü ilk anda babamın hangi evden bahsettiğini anlayamamıştım. Yolun karşısında birbirine bakan iki tane ev vardı. Bir tanesi şirin bir çiftlik eviydi. Kahverengi tahta kiremitleri, beyaz süsleri, önünde verandası ve kocaman kırmızı bir ahırı vardı. Birkaç dönüm biçilmiş çimenlik ve ahırın arkasından tepeye kadar uzanan bir otlak göze çarpıyordu. Dantelli perdelerin açık pencerelerde dalgalandığını görebiliyordum. Yolun karşısında ise katranlı kâğıttan bir ev duruyordu. Verandası yoktu ve iğrenç avlusuna yarım düzine kadar araba yığılmıştı. Güneşin altında kuduz bir köpeğin dişleri gibi parlıyordu demir ızgaralıkları. Eğer babam sağa, o yöne dönerse, arabadan inmeyecektim. Ölmeyi bile buna tercih ederdim.

Sola döndük. Çiftlik evine giden taş döşeli araba yoluna girmiştik. Sevinçten çığlık atmak istiyordum. O şirin çiftlik evine gittiğimiz için çok rahatlamıştım. Gerçek komşularımız olacağı için çok mutluydum, ama arabadan inip yolun karşısına bakınca ürperdim. Karşımızda kimin yaşıyor olabileceğini tahmin etmeye çalışıyordum: Dizlerine kadar sakalları olan çirkin ve yaşlı bir keşiş. Benim şansıma kesin bu düşerdi.

1954 sonbaharıydı. İki hafta sonra on beş yaşında olacaktım. Önümüzdeki yıl boyunca Mayville’nin en uç eteklerinde yaşayacaktık. Kuzey New York’ta bir yerdeydik. Babam burada resim yapacaktı. Babamın yağlı boya resimleri her şeyi sevimli, sakin ve güzel gösterirdi. Yakından bakınca ise, kırsal bölgedeki yaşam çok sıkıcıydı. İnsanlar eski arabalar gibi paslanıyorlardı.

Eve yaklaşırken bile dönüşümüzü hayal ediyordum.

.

Bu kiralık evler hep eşyalı olurdu. Babam için olmazsa olmazlardandı bu. Sahipleri hep çok uzağa giderdi ve hiç kimseyi görmezdik. Ama bu ev Bay ve Bayan Burns’e aitti. Bayan Burns’ün kasabada yaşayan kız kardeşinin evinde yaşamaya gitmişlerdi. Kız kardeş, Albuquerque’da yaşayan ve ölmek üzere olan bir halayla kalıyordu.

Köpeklerini burada bırakmışlardı. Biz arabadan inince havlamaya başladı. Ön verandadaki ortancanın arkasına saklanmıştı. Babam römorkun kilidini açarken, köpeği kendi haline bırakmamızı söyledi. Önce bize alışması gerekiyormuş. Daha önce hiç köpeğim olmamıştı.

Yeni bir eve ilk kez girmek, lunaparkta eğlenmek gibi bir şeydi. Beklentilerim her zaman daha yüksek olurdu. Dolaplardan geçilen gizli tüneller, saklı odalar, unutulmuş günlükler ve hatta kendim için beyaz dantellerle süslü, kubbeli bir yatak bile hayal ediyordum. Aslında şimdiye kadar bunların olmayacağını öğrenmiş olmam gerekirdi.

Kucağımda yastığımla annemin peşine düştüm. Araba yolunun sonundan, yan taraftaki verandaya giden düz taşlarla kaplı yoldan geçtik. Veranda havadar ve aydınlık bir mutfağa çıkıyordu. Çam ağacından yapılmış yuvarlak bir masa ve iki tane tahta sandalye vardı. Sandalyelere, üzerinde çiçek desenleri olan yastıklar bağlanmıştı. Yeşil, döşemelik muşambayla kaplı yerler hoş çizgilerle ve gri sürtünme izleriyle doluydu. Karanlık ve resmi oturma odası yerine, Burns ailesinin burada yemek yediğini düşündüm. Mutfağın arkasında, kirli kıyafetlerimizi eve girmeden önce çıkarmamız için büyükçe bir oda vardı. Bodruma inen merdivenler bu odadaydı. Buzdolabı da bu odadaydı. Boştu ama çok temizdi. Kapısı acıkmış bir ağız gibi açılıyordu . Önümüzdeki yıl boyunca, bu dolabı ben temizleyecektim ve ayrıldığımız zaman aynı şekilde bırakacaktım. Benim görevim buydu.

Oturma odasında içi fazlaca doldurulmuş bir kanepe, kanepeye uygun bir sandalye ve anneanne işi masa örtüleriyle kaplı sehpalar vardı. Hiç aile resmi yoktu, sadece manzaralar vardı. Babamın bunlardan nefret edeceği kesindi çünkü donuk ve hayal gücünden yoksundular. Ama duvarlarda ne olduğu önemli değildi. Birkaç saat içinde annem hepsini aşağı indirecek ve duvarlara babamın çizdiklerini asacaktı. İlk asılacak olan annemin tamamen çıplak olarak çizildiği resimdi. Bir sandalyede oturmuş, bacak bacak üstüne atmıştı annem. Tek kolunu başının üzerine kaldırmıştı. Diğeri ise sadece kasıklarını kapatıyordu. Resmi oturma odasındaki en göze çarpan yere asacaktı. Ne kadar uğraşsan da görmezden gelemeyeceğin bir yerde dururdu hep.

Annem eskiden resim kurslarında çıplak modellik yapıyormuş. Babamla bu şekilde tanışmışlar. Çocuklar bana resimdeki koca memeli kadının annem olup olmadığını sorduklarında, hayır diyerek yalan söylüyordum. Ona benzeyen biri diyordum. Tabii eğer annem beni duyarsa hemen yalanımı düzeltiyor ve babamla nasıl tanıştıklarını anlatıyordu. İnsanların bilmek istediklerinden de fazlasını vererek hem de.

Robert, Megan ve ben üst kata koştuk. Dört tane küçük yatak odası vardı. Evin ön kısmındaki çift kişilik yatağı olan odayı annem ve babama bıraktık. Yola ve katran kâğıdı kaplı eve bakan odayı ben aldım. Odanın sarı renkte duvar kâğıtları vardı odanın. Banka oturmuş, elinde beysbol sopası tutan bir beysbol oyuncusunun resmi asılıydı duvarda. Kim olduğunu bilmiyordum ama orada kalmasına izin verecektim. Yerine asabilecek başka bir şeyim yoktu. Tabii eğer istersem, duvara babamın resimlerinden birini asabilirdim ama istemiyordum. Sade ve beyaz bir yorganı olan yatak, düzgünce toplanmıştı. Kubbesi yoktu. Odayı aldığımı belirtmek için yastığımı yatağın üzerine koydum. Megan ve Robert diğer yatak odalarından biri için tartışıyorlardı. Bana karşı gelmemeleri gerektiğini gayet iyi biliyorlardı.

Merdivenlerden tekrar inince, annemin sehpalardan birini camın önüne çektiğini gördüm. Sonra sandalyelerden birini duvara yasladı ve kanepeyi çekmesine yardım etmemi istedi. Yemek odasındaki ağır masayı duvara dayadık. Oturabilmemiz için sadece üç kenarı kalmıştı. Camlı maun vitrini beyaz bir örtüyle kapladık ve bodruma indirdik. Babamın büyük tuvalleri, şövalesi, alet kutusu, kütüğü, tuval bezleri, boya kutuları, fırçaları, kara kalemleri, bezir yağı ve terebentin yağı kutuları için yer açıyorduk. Akşamüzerine kadar annem perdeleri de sökecekti ki içeri daha fazla ışık girebilsin. Mobilyaların yerlerini değiştirmek beni hep endişelendirirdi. Olmamız gereken yerde değilmişiz de bir yanlışlık yapmışız gibi hissederdim. Bu insanlar belki de öğle yemeğine gitmişlerdi ve her an geri dönebilirlerdi. Haftalarca bu şekilde hissederdim.

Römorku tıpkı yüklediğimiz gibi hızla ve ustaca boşalttık. Sanki kazandığımız dakikalar kalışımızı uzatacaktı. Ya da römorku boşaltıp evin en uzak kısmına saklayınca hep burada yaşadığımızı hissedecektik.

.

Köpek saklandığı yerden çıktı. Adı Kip’ti. Kuyruğunu bacaklarının arasına almıştı. Yanımıza geldi ve ayaklarımızı kokladı. Üzgün gözleri ve kısacık kuyruğu olan yaşlı bir av köpeğiydi. Kuyruğu düşmüş gibi değil de koparılmış gibi duruyordu. Kulakları neredeyse yere kadar uzanıyordu. Kuru bir çamurla kaplanmışlardı. İşlek bir caddenin yanında yaşadıkları için Burnslerin Kip’i yanlarına almadıklarını söylemişti babam. Zarar görebileceğinden korkmuşlardı çünkü dışarıda kalması gereken bir köpekti.

Ayrıca bir tane kocaman, siyah boğa, iki düzine sığır ve bir süt ineği vardı. Sığırlar arka taraftaki otlakta kalıyorlardı. Bay Burns babama sığırlarla ilgilenmemesini söylemiş. Süt ineğinin ise ayrı bir otlağı vardı. Ahırın hemen önündeydi. Boğanın ahırı ayrıydı. Sığırlar ile süt ineğinin arasındaki iki dönüm ona aitti.

Biz buraya gelmeden önce, babam Bay Burns’e ineklere bakmayı bildiğini söylemişti. Sonra da annem kütüphaneye gitmişti. İneği her gün sağmak onun görevi olacaktı.

Annem alışveriş için çıktıktan biraz sonra, araba yolundan birileri geldi ve aşağı indi. Mideme bir ağrı girdi. Ama el salladılar ve babama ismiyle hitap ettiler. Burnsler yerleştiğimizi görmek için gelmişti. Neyse ki dışarıdaydık ve kapıyı açıp onları içeri davet etmek zorunda kalmamıştık.

Bay Burns iri bir adamdı ve neredeyse kel kalmıştı; kulaklarından kafasındaki saçlardan daha fazlası çıkıyordu. Kel olsa da, babam kadar yaşlı olduğunu sanmıyordum. Babam neredeyse altmış yaşındaydı ve tepesindeki gür saçları bembeyazdı. Bay Burns işçi tulumu ve pazen gömlek giyinmişti. Basketbol topu büyüklüğündeki karnı tulumuna baskı yapıyordu. Bayan Burns ise çok kısaydı ve en az kocası kadar yuvarlaktı, ama onun tepesinde kahverengi bukleler vardı. Gözleri ıslak çimen yeşiliydi. Kot pantolon ve sade bir tişört giyinmişti. Ayağında hayatımda gördüğüm en biçimsiz ayakkabılar vardı. Eve bakıyordu. Düşüncelerinde kaybolmuş gibi donuktu bakışları. Bay Burns karısının koluna dokundu. Kadın döndü. Bize gülümsediler, ama dudaklarını hiç açmadan ve hızla.

Bay Burns bizimle el sıkıştı. Bayan Burns ise başıyla selam verdi ve merhaba dedi. Sesi kalındı; çok fazla konuşmuş da artık işi bırakmak istiyormuş gibi geliyordu.

“İçeri gelmeyeceğiz,” dedi Bay Burns. “İşinize mani olmak istemeyiz. Sadece kendimizi tanıtmak ve iyi olduğunuzdan emin olmak için geldik. Adresi bulmakta zorlandınız mı?”

Babam yolu çok iyi tarif ettiklerini söyledi. Gönderdikleri haritalar ve ev hakkındaki notlar için tekrar teşekkür etti. Köpek, Burnslerin arabasının sesini duyunca ortancaların arasından çıktı, etraflarında neşeyle dolanıyordu. Sırtüstü uzandı. Bay Burns eğildi ve Kip’in göbeğini kaşıdı. Köpeğin kuyruğu yere sürünüyor ve etrafa çakıl taşları fırlatıyordu.

“Çok yorgun olmalısınız,” dedi Bay Burns sırtını düzleştirerek. “Ama bilmenizi istediğim birkaç şey var.” Bize süt ineğinin otlağında çocukların gezebileceğini söyledi. On beş dönüm kadardı ve içinde yüzebileceğimiz bir gölet de vardı. Tabii yanımızda bir yetişkinin olması gerekiyordu. Ayrıca, boğadan uzak durmamız gerektiğini de belirtti. Aslında bunu belirtmesine hiç gerek yoktu; boğa sürekli bir baş ağrısı varmış gibi bakıyordu. Eğer dalga geçerek bakarsak bizi öldürebilirdi. Boynuzları bir ayak uzunluğundaydı ve uçları ölümcüldü.

“Ahırda bazı aletler var,” dedi Bay Burns babama. Kulağının ucunu çekti ve ahırı işaret etti. “Size yerlerini göstereyim.” Aslında bunu anneme göstermesi gerekiyordu. Babamın bildiği tek şey resim yapmaktı.

“Pekâlâ,” dedi Bayan Burns. “İnekle ilgili annenizle konuşmak istiyordum.” En büyük ben olduğum için bana bakıyordu, ama ben ne diyeceğimi bilemiyordum. Rahatsız edici bir sessizlikten sonra “Size göstereyim o zaman,” dedi.

Başımla onayladım ve kadının o gergin gülümsemesine karşılık verdim, ama ne yapmam gerektiğini hâlâ bilmiyordum.

“Evet, beni takip edin,” dedi.

Bayan Burns’ün arkasından giderken, Robert ve Megan bana yakın duruyorlardı. Ahırın sağ arkasındaki kapıya gittik. Dikenli tellerden bir çit yapılmıştı. Bayan Burns bir çengeli yerinden çıkardı ve kapı açıldı. İneğin siyah benekleri vardı. Ahırın arkasındaki çamurlu bölgenin hemen yanındaki tarladaydı. Kafasını kaldırdı ve bize baktı. “Çok hızlı hareket etmeyin,” dedi. “Ve adım attığınız yere dikkat edin.” Biz yaklaşınca, inek tam bir şeyi çiğnerken durdu. O kadar hareketsizdi ki, sadece ayakta durduğu için canlı olduğunu anlayabiliyorduk. Biz birkaç adım yaklaşınca geri çekildi. Ama Bayan Burns, “Merhaba tatlım, buraya gel,” diye bağırdı ve inek tekrar dondu. Bayan Burns elini ineğin geniş burnuna koydu. İnek böğürdü. Robert havaya sıçradı.

“Hadi bakalım,” dedi Bayan Burns. “Size alışmasına izin verin artık. Yavaşça dokunun ona. Daha önce ineklere yaklaştınız, değil mi?” Babamın bize söylediklerini hatırladık ve hepimiz başımızı onaylar gibi salladık en küçüğümüz Megan dokundu ineğe, sonra da ben. Erkek kardeşim Robert geride duruyordu. Sırasının gelmesini bekliyormuş gibiydi, ama ona kalsa sıra asla gelmezdi. O aptal Davy Crockett şapkasını takmıştı. Sözüm ona cesur bir avcıydı ama aslında korkağın tekiydi. Küçük, tombul bir korkaktı. Şapkasından çıkan kulakları kulp gibi duruyordu.

İnek de köpek gibiydi, sert ama yine de yumuşak. Dokunuşumuza hoş karşılık verdi. Derisi vücudunda hareket ediyor gibiydi; sanki bizimki gibi kaslara bağlı değildi. Daha önce hiç karşılaşmadığım bir şey gibi kokuyordu. İnek kokusu diye tahmin ettim. Etraftaki gübre kokusundan ayırt etmesi zordu zaten.

“Annenizin bir ineği nasıl sağması gerektiğini ona söylediniz, değil mi?” dedi Bayan Burns. Sesi endişeli geliyordu. Belki de bir annemiz olduğundan bile şüphe ediyordu.

Başımızla onayladık. Eğer bir düzine kitap okumak insana inek sağmayı öğretebiliyorsa, annemiz inek sağmayı biliyor olmalıydı.

“Tamam o zaman. Hadi geri dönelim.” Bayan Burns o kadar eğilmişti ki, nereye bastığını görmek konusunda hiç zorluk çekmiyordu. Ve o ayakkabıları neden giyindiğini şimdi anlamıştım. Benimkiler çamurla ve muhtemelen gübre ile kaplanmıştı. Ayağımdakileri fırlatıp atardım, ama sahip olduğum tek bez ayakkabılar bunlardı. Bayan Burns kapıyı nasıl kapatmamız gerektiğini de gösterdi. “Çıkarken kapıyı kapattığınızdan emin olun,” dedi. “İneğin dışarı çıkmasını ve caddede dolanmasını istemeyiz.”

Buraya geldiğimizden beri gördüğüm ikinci araba onlarınkiydi. İnek caddenin ortasında kestirmek istese bile güvende olurdu, ama Bayan Burns’e dikkatli olacağımızı söyledim.

“Adı ne?” diye sordu Megan. O şirin sesini kullanmada hep çok iyiydi.

“Şey, sanırım bir ismi yok. Sadece bir inek o.”

Megan ve ben birbirimize baktık.

Bay Burns ve babam, Burnslerin arabasının yanında bekliyorlardı. “Eğer sizin için de uygunsa,” dedi Bay Burns, “pazar günleri kiliseden sonra buraya gelmek, sığırları kontrol etmek ve biraz taze saman bırakmak istiyorum. Sizi hiç rahatsız etmem.”

“Hiç sorun olmaz,” dedi babam.

“Biz Westfield’daki Metodist kilisesine gidiyoruz. Buradan arabayla kırk dakika,” dedi Bayan Burns. “Hemen Mayville’de bir Baptist kilisesi var. Jamestown’da ise Presbiteryen kilisesi. Size tarif edebiliriz.”

“Merak etmeyin,” dedi babam. “Biz başımızın çaresine bakarız.”

Bir süre sessizlik oldu. Bay Burns hepimize tek tek baktı. Kulağını çekiştiriyordu yine. “Tanrım,” dedi. “Yahudi olup olmadığınızı sormadım bile. Anderson gibi bir isimle Yahudi olabileceğinizi hiç düşünmedim.” Dönüp Bayan Burns’e baktı. Bu durum sorun yaratacak gibiydi.

“Ah, biz Yahudi değiliz,” dedi babam. Burnsler rahatladılar. Hatta kahkaha bile attılar.

“Tamam o zaman. Pazar günü kiliselerden birinde görürüz sizi.” Arabalarına bindiler. Kip hemen koştu ve ön koltuğa, Bayan Burns’ün yanına zıpladı. Bay Burns köpeği dışarı sürüklemek zorunda kaldı. Burnu neredeyse yere değiyordu, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmıştı. Ortancanın arkasına geri döndü. “Pazar günü görüşürüz,” dedi Bay Burns. Köpeğe de söylemiş olabilirdi, bize de. Uzaklaşmaya başladılar.

Eğer annem burada olsaydı, onlara ateist olduğumuzu hemen söylerdi. Ama babam bu yönden benim gibiydi: Eğer zorunlu değilse, bazı şeylerden bahsetmiyorduk.

Daha önce kimse bize Yahudi olup olmadığımızı sormamıştı. Hangisi daha kötü diye merak ediyordum.

.

Biz baharda taşınırdık çünkü babam manzarayı çıplak görmek isterdi. İlk olarak, yazın getirdiği yeşil renkle dolmadan önce bakardı. Babam bizi kışın ortasında taşımak isterdi aslında, ama annem karşı çıkardı. Senenin ortasında okul değiştirmenin dengemizi bozacağını söylerdi. Ama bir şeyler tomurcuklanmaya başlayınca babam o kadar stresli bir hale gelirdi ki, annem her yıl daha erken toparlanmaya başlardı. Babam artık haziranda değil de mayısta kiraya verilen evler bulmaya başlamıştı. O yüzden, bir okuldan alınıp sadece son haftalar için başka bir okula veriliyorduk. Annemin okul hâlâ devam ederken başka bir okula verilmemiz konusunda da bir bahanesi vardı. Böylece birkaç çocukla tanışacağımızı ve yazın oynayacak arkadaşlarımız olacağını söylüyordu. Asla başka çocukların evlerine davet edilmediğimiz ve kimseyi bizim evimize davet etmediğimiz gerçeği de fikrini değiştirmeye yetmiyordu. Mantığa uygun şeyler gerçekleşebilirdi. Annemin bir hipotezi vardı; haklı olduğunu kanıtlayana kadar bir şeyi tekrar ederdi.

.

Bu taşınmalar sırasında nasıl hayatta kaldığımız da bir muammaydı. Arabayı her zaman annem sürerdi ve uzağı görmek için ihtiyacı olduğu halde gözlük takmayı reddederdi. Ben altı yaşındayken bir göz doktoruna gitmişti. Doktor gözlük alması gerektiğini söyleyince, hemen almış ve takmıştı. Ama gördüğü şeyden hiç hoşlanmamıştı.

“Ah,” dedi annem. “Her şeyin ne keskin uçları varmış. Hiç bilmiyordum.” Sonra bir gün anayolda giderken çok sinirlendi. “Bütün bu işaretlerden nefret ediyorum. Bütün bu ilanlar işe yaramaz şeyler! Sözcükler insanın üzerine atlıyor. Rahatsız edici bir şey bu.” Gözlüklerini çıkardı hemen. “Çok daha iyi,” dedi. Onu en son o zaman gözlükle görmüştüm.

Gözleri gayet sağlam olmasına rağmen, babam çok ender araba kullanırdı. O gördüğü şeyler yüzünden araba kullanmazdı. Çizgiler, renkler ve şekiller arabayla giderken çok hızlı geçiyordu. Eskiden uzun gezilerimizin yarısında arabayı o kullanırdı. Ama çok yavaş sürer, zikzak çizer ve kafasına estikçe dururdu. Ta ki annem ben süreceğim deyip direksiyona geçene kadar bu devam ederdi.

Babam anneme gözlüklerini tekrar takmasını hiç söylemedi. Annem de ona gözünü yolda tutması gerektiğini.

.

Ertesi sabah annem ineği sağdı. Hepimiz onu izledik. İlk başta meme uçlarını tutmada ve sütü kovaya denk getirmekte zorlandı. İnek komik sesler çıkarıyordu. Sanki midesi ağrıyorken şarkı söylemeye çalışıyor gibiydi. En sonunda annem işi kavradı ve ineği sağdı. Kovayı kaldırdı ve bize kimin inek sağmak istediğini sordu. Hiçbirimiz istemedik. Sütün inekten çıkışını görmek her şeyi değiştirdi. Bir daha asla süt içmeyebilirdim.

Boğaya Harry adını verdi. Veremden ölen babasının adıydı Harry. İneğe ise annesinin adını verdi: Edith. Kocasının ölümünden dört ay sonra bir ağaca çarparak hayatını kaybetmişti. Sığırlar isimsiz kaldı. Böylesi daha iyiydi çünkü onları sadece yürüyen hamburgerler ve rostolar olarak görüyorduk.

Annem bizi pazartesi günü başlayacağımız yeni okula yazdırmaya gitti. Robert ve Megan’la birlikte ahırda bir erkek bisikleti bulduk. Koyu kırmızıydı, gidonları paslanmıştı ve lastikleri patlaktı. Ama bu bile bir şeydi. Daha önce hiç bisikletimiz olmamıştı. Gittiğimiz evlerde de yoktu. Annem geri döndüğünde, Robert bizi kasabaya götürüp lastikleri şişirtmesi için anneme yalvardı. Burnslere telefon açıp bisikleti kullanıp kullanamayacağımızı sorduktan sonra, annem bizi götürmeyi kabul etti. Megan için çok büyüktü, ama ben ve Robert onu gezdirebilirdik. O da en az bizim kadar heyecanlıydı.

Kasabanın diğer tarafındaki Texaco istasyonuna giderken, annem bisikletin Burnslerin oğlu Timothy’e ait olduğunu söyledi.

“Ölmüş,” dedi annem. “Geçen sene. Daha on altı yaşındaymış. Lösemiden ölmüş. Kan kanseriymiş. Çok üzücü.”

Evde mi ölmüş?” dedi Robert. Korku hikâyeleriyle ilgili dergileri tekrar tekrar okuyordu –Ürkütücü Hikâyeler, Korku Dünyası, Dehşet Kubbesi– her seferinde de korkuyordu. Hatta belki de her seferinde daha çok korkuyordu! Sayfalar koptukça yeniden birleştirir, nereye giderse gitsin onları inatla mukavva kutusuna koyar ve yanında taşırdı. Babam evde bırakmasını istese de bırakmazdı. Robert’in babama karşı geldiği tek konu buydu. Sanırım yanında korku hikâyeleri taşıyınca kendini koruma altında hissediyordu. Onlar Robert’in kahramanları, onun canavarlarıydı. Ama bu kısa gezintiye gelirken kitapları yanına almamıştı. Bisiklet meselesi dikkatini oldukça dağıtmıştı.

Annem Robert’in sorusuna cevap veremeyecekmiş gibi bir süre durdu. Ama tabii sonunda cevap verdi. Bilgiye çok inanırdı. “Evet, evde ölmüş,” dedi.

Erkek kardeşimin nefesi kesildi. “Hayır!”

“Nerede?” diye sordum.

Tekrar durdu annem. “Yatakta,” dedi.

“Hangi yatakta?” diye sordum.

“Seninkinde,” dedi annem. “Ama Bayan Burns senin için yeni bir çarşaf ve battaniye aldığını söyledi.”

“Harika,” dedim. “Çok memnun oldum. Çok fark etti.” Annemin yalan söylemiş olmasını dilerdim. Yalan söylese daha iyi olurdu diye düşündüğüm çok zamanlar olmuştu, ama bu sefer gerçekten de yalan söylemiş olmasını istedim. Bazen yalanlar, gerçeklere göre daha tercih edilebilir oluyorlardı.

Benzin istasyonunda yarım saat geçirdik. Annem görevli adama bisikletin nasıl yağlanması, lastiklerin sertliğinin nasıl olması, hangi cıvataların sıkılması gerektiğini sordu. Yirmi yaşındaki, sivilceli suratı ve parmaklarında yağ lekesi olan görevli soruları cevaplamaktan daha fazlasını yaptı. Bizim için – annem için bisikleti tamir etti. Annem bu işte iyiydi. İnsanların kendisinden hoşlanmasını sağlardı çünkü çok fazla soru sorardı ve cevaplarını ilgiyle dinlerdi. Ayrıca nefes kesici bir güzelliği, altın sarısı saçları, yeşil gözleri ve büyük göğüsleri vardı. Göğüslerimiz olmasa akraba olduğumuz bile anlaşılmazdı. Ama ben büyük göğüslerime rağmen çekici de-

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Yaprak Fırtınası

Editor

Dağların Adamı Barnabo

Editor

Luisito Bir Sevgi Öyküsü

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası