Bir dostluğun hikayesini okuyoruz bu kitapta. İrlandayı terk etmiş, Pariste yeni heyecanların peşine düşmüş, sanatın ardında yolunu bulmaya çalışan genç bir ressam Arthur Power ile ülkesi İrlandadan yine aynı şehre, fakat farklı bir şeyler bulmaya gelmiş James Joyceun dostluğu. Bu iki farklı karakter, sohbetlerinde edebiyat okurlarının hep merak ettiği ancak izine pek rastlayamadıkları pek çok sorunun cevabını veriyor.
Röportaj taleplerini kabul etmeyen, sınırlı bir sosyal yaşam sürdüren James Joyce, dostluğun hatırına dünyasını Arthur Powera açıyor. Sanata, edebiyata, hayata dair düşüncelerini samimiyetle paylaşıyor, böylece bu kitapla bir yazarı, dehasının ötesinde insan olarak da tanıma fırsatı buluyoruz. Anavatanını terk etmiş bir yazarın, Pariste yaşadığı gönüllü sürgünün hikayesini okuyoruz…
James Joyce modern edebiyata yeni bir boyut kazandıran eseri Ulysses için neler dedi? Eleştirmenlerin anladığı Ulysses ile James Joyceun sunduğu profil arasında bir fark var mı? Ünlü yazar, Rus roman geleneği için neler düşünüyor, Joyce için Tolstoy kimdir, Dostoyevski nasıl bir yazardır? Fransız çağdaşları için söyledikleri, Andre Gide, Proust ve diğerleri… Ünlü şair T.S. Eliot ve eseri Çorak Ülke hakkında neler düşünüyor, şiiri hangi açılardan değerli buluyor? Hemingway ve Amerikan kültürü üzerine söyledikleri…
***
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ 7
1974 BASKISINA ÖNSÖZ 17
SUNUŞ 21
PARİS’E YOLCULUĞUM 23
TİYATRO SANATINA DAİR 41
YALNIZLIK VE JOYCE 55
Ingiliz romanI 63
DİN VE JOYCE 68
RUS EDEBIYATINA DAlR 71
GÜNDEME VE AİDİYETE DAİR 83
BAY VE BAYAN JOYCE 89
GERÇEKÇİLİK VE ROMANTİZM 96
FRANSIZ EDEBIYATINA DAİR 101
ROMANDA MİZAH VE ULYSSES 113
MEDENİYET VE SANAT 118
ROMANTİK EDEBIYAT VE ULYSSES 126
GELENEK, MODERN SANATLAR VE JOYCE 130
JOYCE’A VEDA 137
Önsöz
Arthur Power (1891 – 1984) bir şekilde kendini geri planda tutmuş olsa da her açıdan olağanüstü bir adamdı: Ressamlık ve yazarlık yaptı; bir süreliğine Irish Timesda sanat eleştirmeni olarak yazılar yazdı ve James Joyce, Modigliani, Ernest Hemingway, Paul Henry ve Samuel Beckett’la arkadaşlık ettiği uluslararası kültürel bir dünyanın üyesiydi. Ölümünden kısa bir süre öncesine kadar aktif olarak ressamlık yapıyordu; bu yazıyı yazarken önümde Brian Fallon tarafından yazılmış olan, Power’ın doksan yaşındayken Dublin’deki Taylor Galerisi’nde gerçekleştirdiği sergiye dair bir eleştiri yazısı var. Fallon şöyle diyor: “Arthur Power, küçük bir dehadır. Kimseye benzemeyen ve kimseyle rekabet içinde olmayan kendine özgü bir kişi.” Yirmili yıllarda Joyce’un Paris’teki dairesine girebilmek için Dublinli olduğunuzu söylemeniz yeterliydi fakat kendini böyle adlandıranların çok azı Joyce’la gerçek anlamda dost olmuştur ve daha da az sayıda kişi – onunla benzer göz problemlerinden muzdarip olan Thomas Pugh, sürgün arkadaşı Samuel Beckett, okul ve üniversite günlerinden geride kalan nadir kişilerden biri olan Constantine Curran hariç – onda kalıcı bir iz bırakmıştır. Bu nedenle, bu küçük kitabın basımı sayesinde, Joyce’un Paris’teki Irlandalı dahi arkadaşlarından biriyle tanışıklığımı tazelemekten büyük bir memnuniyet duyuyorum.
Son modayı takip etmeye yönelmiş akademisyenler bu arabaya sürekli binse de, Joyce arabası bu kişilerin yükleri altında herhangi bir çökme belirtisi göstermemektedir. Fakat eski günlerde, Irlandalı yazarla arkadaş olma şansına erişmiş kişilerin varlığı, uluslararası edebiyat toplantılarında özel bir heyecana neden oluyordu. Ve bu bir grup insan ne kadar da büyüleyiciydi. Eğer eski ve basmakalıp bir deyiş olan “arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” sözünün gerçek olduğu kabul edilirse, deliller Joyce’un dünya çapında önem arz eden bir yazar olmanın yanı sıra fevkalade bir insan olduğunu da göstermektedir.
Ben doğmadan üç yıl önce ölen Joyce veya ben yedi yaşındayken ölen eşi Nora Barnacle ile tanışma fırsatını bulamadım, fakat Joyce’un Zürih, Trieste ve Paris günlerinde bir arada bulunduğu camiadan hayatta kalan bazı kişilerle tanışma ayrıcalığına eriştim. Bu kişiler arasında Isviçreli sanat eleştirmeni Carola Giedion-Welcker, heykeltıraş ve ressam Frank Budgen, Paris’te 1930’lu yılarda eşi Eugene ile dergileri transition da Finneganın Uyanışının bazı bölümlerini yayınlayan Maria Jolas ve de bu hatıratın yazarı olan Arthur Power yer almaktadır. 1977 yılında Dublin’de Uluslararası James Joyce Sempozyumu’nu organize ettim ve şenliklerin bir parçası olarak Trinity College’ın yemek salonunda bir şölen düzenledik. Bu kutlamaya katılan özel misafirler arasında Maria Jolas, Dublin’in ilk yerleşik sinema salonu olan ve 1909 yılında Joyce’un açılışını yaptığı Mary Street’teki The Volta’da makinist olarak görev yapmış olan Lennie Collinge ve o yıllarda seksen yaşının epey üstünde olan Arthur Power bulunuyordu.
Joyce’u tanıyan kişilerden kendisiyle ilgili anılarını dinlemeyi çok arzu ettiğim için Lennie Collinge’e fikrini sordum. “Ah zavallı Bay Joyce” diye cevap verdi Lennie, “tam bir beyefendiydi. Fakat İtalyan elektrikçilere yetişemiyordu. Ondan çok daha maharetliydiler.” Görünüşe göre sinema projesinin Trieste’li kurnaz sponsorları, muhtemelen yatırımlarına göz kulak olma niyetiyle, yerli Italyanlardan destek alınması konusunda ısrarcıydı.
Şölende Maria Jolas ile Arthur Power’ın arasına oturdum. Kahve faslında, Balfe ve Wallace’dan seçkiler ile Joyce’un aşina olduğu ve yazılarında sürekli göndermeler yaptığı Victoria dönemi salon şarkıları da dahil olmak üzere, Joyce’un eserlerindeki müziklerle katılımcıların hoş vakit geçirmesini sağlamak için Bill Golding ve Ann Makower’ı ayarlamıştık. Çok güzel bir icra sergilediler ve akşamın o vaktine uygun büyülü bir nostaljik atmosfer oluşturdular. Fakat Love’s Old Sweet Songur -“Bir şarkı alacakaranlıkta, ışıklar söndüğünde…” – söylemeye başladıklarında çeşitli akademisyenlerin bir kısmı bu müzik meclisinden daha üstün olduklarını düşündü.
Kıs kıs gülmeye, kıkırdamaya ve Joyce’un müzik zevkiyle ilgili aşağılayıcı yorumlar yapmaya başladılar. Bu, Kentucky’nin Louisville şehrinde doğmuş güneyli bir kadın olan Madam Jolas’a fazla geldi. Hemen ayağa fırlayıp bastonuyla masaya şiddetle vurdu ve duygudan titreyen bir sesle şöyle dedi: “ 1930’larda Paris’te Bay Joyce’la defalarca sevgi ve keyifle söylediğim bu güzel şarkıya hakaret edemezsiniz. Şarkıyı tekrar söyleyecek ve bu kez hak ettiği saygıyı göstereceksiniz.” Daha sonra orada toplanmış olan bilim adamlarını Once in the Dear Dead Days beyond Recall2 dizesiyle şarkıya başlattı. Hâlâ son derece güzel kontralto bir sese sahipti. Bu, fevkalade bir olay ve fevkalade bir zaferdi. Aynı bilim adamları alışılmış korkaklıkla hemen estetik bir takla atarak şarkıyı ulusal bir Joyce marşı olarak kabul etti.
Diğer yanımda oturan Arthur Power çok eğleniyordu. Bunun ona, Paris’teki Joyce camiasının kırk-elli yıl önceki ağız dalaşlarını hatırlattığına eminim. Power ufak tefek, tıknaz, hafif kel bir adamdı, galiba biraz bıyığı da vardı. Bir de gözlerindeki o meşhur pırıltılar, bu ortamda gözlerinin parlaması için birçok neden vardı. Power’ın varlığından önceden haberdardım çünkü benden çok uzakta yaşamıyordu. Eşiyle birlikte Sandymount’taki St. John’s Road’da yaşıyor ve ne kadar ketum olsa da Sandymount köyünde tanınan biriydi. Fakat ilk kez sempozyumun yapıldığı o hafta kendisine bir şekilde yaklaşma fırsatını bulabilmiştim.
Arthur Power’la olan sohbetlerim gibi buluşmalara dair herhangi bir not tutmadım (böyle bir şeyi hiç yapmadım). Akşam yemeğinde ettiğimiz sohbetlerden çok az şey aklımda kaldı. Orada bulunan delegeler arasında çıkabilecek herhangi bir sıkıntıya karşı tetikte olmam gerekiyordu ve çok fazla delege vardı. Fakat iki şeyi hatırlıyorum. Birincisi Arthur Power’ın ressamlığa karşı hâlâ canlı olan ilgisi; ikincisi ise Joyce’un torunu Stephen’ın doğumunun muazzam bir olay olduğu görüşüne katılmamasına dair tartışmaların Power’daki hatırasıydı. Joyce’un aile ‘mefhumlarının tuhaf ve adeta dokunaklı bir yanı var; arkadaşlar arasındaki bu atışmanın katalizörü olan, bu çarpıtılmış deha yankısının, Joyce dünyasında hâlâ sınırsız bir uyumsuzluk yayma yeteneğine sahip olduğunu düşünmek eğlenceli bir şey.
Neyse ki Arthur Power anlaşıldığı kadarıyla, benim yaptığımın aksine, Joyce ile ettiği sohbetlere dair bol miktarda not tutmuş. Bu, şaşkınlık içinde çalışan, beyaz paltosuyla bir dişçiye benzeyen – o zamana ait meşhur fotoğrafların da doğruladığı bir hadise – Joyce’un çok net bir resmini ortaya koymasına imkân veriyor. Joyce ile Power’ın Paris’te Bal Bullier kafesinde ilk buluşmalarının atmosferine ilişkin hoş bir tasvire ulaşıyoruz. Bu olayda son derece “Joycevari” bir durum söz konusu: Power aslında oraya bir hizmetçiyle romantik bir randevu umuduyla gitmiş fakat hayal kırıklığına uğramış ve bunun yerine Joyce’la arkadaşlık etmesi için kandırılmış -mevcut seçenekler arasında kesinlikle ikinci en iyi şık.
Power, Joyce’u Paris’in göçmen ressam ve heykeltıraşlarının bohem dünyasına sokma girişiminde bulunmuş fakat başarılı olamamış. Joyce’un oğlu Giorgio’nun, babasını alkolün cazibesinden koruması, Power (nispeten az içki içen bir adam) tarafından hayli eğlenceli bir şekilde anlatılmıştır. Bunun, Giorgio’nun ilerleyen zamanlardaki renkli alkolik hayatı ışığındaki hazin ironisi, Joyce araştırmacılarının gözünden kaçmayacaktır. Ulyssesin yazarının zaman zaman içine düştüğü züppelik, J. M. Synge’in ‘burjuva’ olduğu yorumunda kendini göstermektedir. Fakat o zaman bu iki yazar arasında büyük bir rekabet vardı. Denize Giden Atlıların büyük klasik trajedi kriterlerine uygun olmadığını görmekten memnuniyet duyan Joyce, daha sonra Ulysses’inSkylla ve Kharybdis bölümünde Synge’in tarzının nefis bir parodisini yapmaya girişmiştir.
Joyce, Arthur Power’ın hamilik ettiği bohem partileri küçümsemesine rağmen Power’ı kendi apartmanındaki sosyal etkinliklere davet etmiştir. Power orada Joyce’un çevresindeki yakın dostlarıyla tanışmıştır; bunlar arasında 1922 yılında Ulyssesi rue de l’Odeon’daki Shakespeare&Company adlı kitabevinde basacak olan muhteşem Sylvia Beach de yer almaktaydı. Bayan Beach’in İrlanda’ya 1962’de yaptığı ziyareti çok net hatırlıyorum; kendisi, yedi nesildir Presbiteryen New England rahibi olan atalarına uygun olarak insanda aşırı ciddi olduğu izlenimini uyandıran şen şakrak, kuşa benzer ufak tefek biriydi. Fakat kesinlikle aşırı ciddi değildi, yoksa Ulyssesi basamazdı. Joyce tıpkı Harriet Weaver’a yaptığı gibi şüphesiz onu da ustalıkla idare etmiş, fakat bunun karşılığında en azından kendisini kalıcı bir üne kavuşturmuştur. Fakat Beach’in hayatının sonunda oldukça yalnız kalmış olması üzücüdür. Bir resmi tatil sonrasında, altmışlı yaşlarının ortasındayken Paris’teki dairesinde ölü bulunmuştur; tatilden dönen komşuları, pilleri neredeyse bitmek üzere olan radyosunun hâlâ çaldığını duymuştur.
Joyce da elbette kendi hayatında tutucu sosyal törelerden mustarip olmuştur. 1909 yılında Dublin’e geri döndüğünde, Nora ile kaçması nedeniyle buradaki arkadaşları sokakta onu tanımazlıktan gelmişti. Arthur Power, Joyce’un Trieste’deki günlerine dair biraz buruk bir şekilde anlattığı bir olayı kaydeder. Joyce, genç bir öğrenciyle yaptığı özel dersi henüz bitirmiş. Kâğıtlarını toplamaya başlamış ve oradan tam ayrılacağı zaman kız omzuna dokunmuş ve Joyce’un başının üstünde duran saati işaret etmiş – vaktin dolmasına daha beş dakika varmış. Son kuruşuna kadar hakkını istemiş. Dehayı, bir kilo et alır gibi alabileceğini düşünen kişiler hep vardır.
Bu muamelenin Joyce’un içine dert olduğu şüphesiz, fakat özellikle kariyerinin ilk dönemlerinde böyle tavırlarla sıkça karşılaşmış. Arkadaşı Ettore Schmitz (Italo Svevo) bile kibirli bir tavır takınabiliyormuş. Svevo, bir seferinde neşeli bir anında Joyce’u akşam yemeğine davet etmiş ve Joyce’un sosyal açıdan layık olmadığı bir daveti kabul cüretini göstermesinden dolayı şaşkınlığını dile getirmişti.
Nora Joyce, Trieste’nin orta sınıfının sosyal sınırını aşmış olarak görülüyordu çünkü kocasının yetersiz gelirini ve çok miktardaki borcunu ödeyebilmek için evde çamaşırcılık yapıyordu. James Joyce, Finneganın Uyanışında Anna Livia Plurabelle tasvirinde Svevo’nun eşinin uçuşan buklelerinden esinlendiğini itiraf ettiğinde, Nora o çok beğenilen buklelerinin, iki çamaşırcı kadının Earwicker’ın iç çamaşırlarını kırmızıya boyadıkları Liffey nehrinin bulanık sularına döndüğünü korkuyla fark etmişti. Fakat belki de burjuva dünyası Joyce’dan şüphelenmekte haklıydı. Arthur Power’ın Joyce’a dair, şüphelerini destekleyecek nitelikte keskin ve zekice bir tasviri vardır:
…memur yüzüne benzeyen pürüzsüz bir yüzü, ufak, sivri bir sakalı olan, zayıf gözlerini örten kalın gözlükler takan bu ince ve narin adamın bu sanat devrimi çağındaki en yenilikçi şahıs olduğu kimin aklına gelir ki? Onun esasen oldukça Fenian3 olduğunu fark ettim – koyu renkli kıyafetleri, geniş şapkası, hafif arabası ve yoğun ifadesi – çatısı altında yetiştiğimiz ve artık parçalanan baskıcı ve sağlam kültürel yapıları yok etmeye kararlı bir edebi suikastçı.
Bu hatıratla ilgili en ilginç şeylerden biri, Joyce’un Power’la edebi konuları bu kadar kapsamlı tartışmasıdır. Joyce’un yirmilerde Paris salonlarındaki edebiyat sohbetleri konusundaki yorumu göz önüne alındığında bu şaşırtıcı bir olaydır: “Tanrı’m, keşke şalgam hakkında konuşsalar.” Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresinde Lynch’in çürüttüğü – gerçek skolastizm kokusu var – estetik teorilerini uzun uzadıya açıklarken Stephen Dedalus’u ele alışı, bu tür konuşmaların desteklenemeyen uzun ve sıkıcı konuşmalara yol açabileceğinin Joyce’un da bilincinde olduğunu düşündürmektedir. Joyce’un Andre Gide’i savunması da kesinlikle beklenmeyen bir şeydir fakat Joyce’un zekâsına dair mükemmel parıltılar vardır. Görünüşe göre Joyce, kendisine ölümden sonraki hayat hakkında bir soru sorduğunda Power’a bu dünyaya pek değer vermediğini söylemiştir (bunun bahsi Ellmann’ın yetkin biyografisinde de geçer). Bahsetmek istemediği bir konudan bu şekilde kaçınırdı. insanoğlunun ölümden sonra hayatına bir şekilde devam etmesi olasılığı ne olursa olsun, bu konunun Joyce’u hayatının sonraki yıllarında gitgide daha çok meşgul ettiğine ve Finneganın Uyanışının temel konularından birisini oluşturduğuna hiç şüphem yok. Akademik eleştirmenler elbette ruhani konularda tahminler yapmaktan kaçınmaya eğilimlidir. Joyce’un eski bir arkadaşı olan Frank Budgen’ın, Trinity’deki Moyne Enstitüsü’nde önceki seminerlerden birindeki bir tartışma sırasında, bir heyete bizzat bu soruyu yönelttiğini hatırlıyorum. Bilim adamları arasında başlayan manevi panik, bir pazar ayini sırasında şiddetli bir çatırtının neden olduğu hayrete benzer.
Joyce’un zekâsı, onu diğer sanatçılara karşı ara sıra acımasız olmaya itmiştir. Adının söylenişine kanıp büyük Victoria dönemi şairi Alfred Lord Tennyson’ı “Lawn Tennison” olarak adlandırarak reddetmiştir. Burada oldukça yanılmıştır. Tennyson, bugünlerde modası geçmiş olsa da büyük ve maalesef değeri pek bilinmemiş bir şairdir. Joyce’un babası John Stanislaus, Joyce’un aşırı aksi görünüşlü portresini yapan fakat sanatçı özentisiyle Joyce’un canını sıkan kaprisli ressam Patrick Tuohy’un New York’ta havagazıyla kendini öldürdüğünü duyması üzerine söylediği söz de bir o kadar zalimcedir. Budgen, kendisine ölüm haberini verdiğinde Joyce şöyle demiştir: “Hiç şaşırmadım. Az kalsın ben de onun yüzünden intihar edecektim.”
Bütün bu cilt, bir dizi samimi diyalog ile bunların arasına serpiştirilmiş Joyce ve ressam Modigliani’ye dair kısa hikâyelerle doludur. Bu kitaba sahip olduğumuz için şanslıyız çünkü hem biyografi açısından merak konusu olan Joyce’a dair kişisel hatıraları içermekte hem de çalışma yöntemlerine ve estetik fikirlerine ışık tutmaktadır. Joyce’un ifadeleri eksiksiz bir biçimde aktarılmıştır. Ustanın sözlerine kulak misafiri olmamıza izin verilmesi son derece heyecan vericidir:
Ulysses’iyazarken kelimelerimle Dublin’in renk ve atmosferini vermeye çalıştım; Dublin’in donuk ama yine de parıltılı atmosferi, sanrısal dumanları, paramparça karmaşası, barlarının havası, sosyal durağanlığı.
Bu tasviri Joyce’dan daha iyi kim yapabilir ki ? Ve Tanrı’ya şükür, burada Joyce’un doğrudan Arthur Power’la sohbetlerinden alınarak kaydedilmiş bir ifadesi yer almaktadır:
Ulysses esasen mizahi bir eserdir ve hakkındaki mevcut eleştirel karmaşa sona erdiğinde insanlar bu eseri olduğu gibi görecektir.
Yakın zamanda halka açık bir sanat projesinin bir parçası olarak Dublin’in her yerine pembe neon ışıklarıyla Joyce’un sözlerini asarlarken ne yazık ki bunu atlamışlardır. Bu söz, tüm bilim adamlarının görmesi için sürekli olarak ışıklandırılmış bir halde asılı kalmalıdır.
SENATÖR DAVID NORRIS Dublin, Kasım 1999
Sabırla sürdürülen araştırmalar Joyce’un eserlerini yazarken yararlandığı gizli kaynakların birçoğunu açığa çıkarmış olsa da, yazarın ana akım Avrupa edebiyatının ne kadarını özümsediğini ve edebi zevkleri ve düşüncelerinin ne olduğunu belirlemek hiçbir zaman kolay olmamıştır. ilk yetişkinlik döneminin başlarında neredeyse hiç eleştiri yazısı yazmamış; gazetecilere ve görüşlerini keşfetmeye çabalayan sıradan tanıdıklarına fikirlerini açık bir şekilde belirtmemiştir. Yalnızca (Hemingway gibi) birkaç istisna haricinde edebiyatçı olmayan birkaç arkadaşı bu nazik yüzün arkasındaki gerçek kişi hakkında herhangi bir bilgi sahibi olma ayrıcalığına erişmişti. Stuart Gilbert bir hakim ve Frank Budgen bir ressamdı; genel kültüre sahip ve adeta tesadüfen bir sanat eleştirmeni olan Arthur Power, Joyce’la edebiyat ve edebi değerler hakkında birçok kez ve uzun süreli sohbetler etme başarısına erişmiş birkaç kişiden biriydi.
Başvuru eserleri ve nadir sayılabilecek kitaplarla (bunların çoğunu kendisine kuşkusuz gönüllü sekreterleri ulaştırmıştı) yönelik olarak ara sıra yaptığı son derece uzmanlaşmış araştırmalar haricinde, Joyce genelde pek iyi bir okuyucu değildi ve
1974 Baskısına Önsöz
edebi bilgisinin derinliği konusunda yapılacak tahminlerde ihtiyatlı olmakta her zaman fayda vardır. Arthur Power’ın Joyce ile sohbetleri, önceden üstü kapalı ve neredeyse bilinmeyen bu bilginin katmanlarını ortaya çıkarmaktadır. Joyce’un büyük Rus nesir yazımı geleneğine olan ilgisi ve bu konudaki bilgisinin tahmin edilebileceğinden daha derin olduğu görülebilmektedir; diğer yandan Eliot’la (zaman zaman ihtilaflı olan) ilgili düşünceleri artık herhangi bir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde gözler önüne serilmiştir. Joyce’un edebiyat kuramları hakkındaki yorumları pek heyecan verici değildir ve her zamanki gibi eserleri hakkında uzun konuşmalar yapmaktan kaçındığı görülmektedir. Fakat Ulysses ve Work in Progress hakkında-ki birkaç yorum özel ilgiye layıktır; örneğin Joyce, Power’ın Bloom ile Gerty MacDowell arasında ne olduğuna dair sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Aralarında hiçbir şey olmadı… Her şey Bloom’un hayal gücünde olup bitti.” Bu söz Nausikaa bölümünün ilk yarısının durumunu biraz değiştirerek kızların üç saat sonra, Nighttown sahnelerinde üstlendiği oldukça farklı rolleri açıklama konusunda yardımcı olabilir.
Joyce ve Power’ın birkaç ortak noktası vardı. İkisi de Kili-se’yi erken yaşta terk etmişti; ikisi de sevmedikleri çok fazla şeyi bünyesinde barındıran İrlanda’dan kaçmıştı. Arthur Power, kitabının ilk bölümünde genç bir adam olarak portresini son derece dürüstçe bize sunmaktadır; dürüst ve açık karakterli, Joyce gibi doğduğu ülkenin sunabileceği her şeyden çok daha heyecan verici bir kültüre dalmaya hevesli genç bir adam. Gelişen kişiliğinden Joyce kadar rahatsız olmamasına rağmen Power, benzer gerginliklerin gayet farkındaydı ve azalan dini inancın artan cinsel ilgiyle yüz yüze geldiğini anlattığı ilk Komünyon’undaki önemli bir anısı, Stephen Dedalus’un ergenlik deneyimiyle bazı benzerlikler gösterir. Fakat Power’ın da belirttiği gibi aralarında, Joyce’un ara sıra genç arkadaşının savunma görevini üstlendiği edebiyatın değeri konusundaki ısrarına karşı öfkesini nezaketle göstermesine yol açan güçlü mizaç farklılıkları da vardı. Biraz güvensiz bir başlangıcın ardından ( Joyce ile tanışan birçok kişinin paylaştığı bir tecrübe) Power ile Joyce ailesi arasındaki arkadaşlık yirmili yıllarda güçlenmiştir çünkü Power, kişisel çekiciliği dışında, Joyce’un gözünde başka önemli bir meziyete daha sahipti: Hem İrlandalı hem de konuşkandı. Ulyssesin yazıldığı günler sona ermişti ve Joyce artık Dublin’in coğrafyasına dair hafızasını doğrulayacak veya düzeltecek İrlandalı arkadaşlara ihtiyaç duymuyordu fakat Work in Progressin yazımı sırasında kendi anadilini ahenkle konuşan kişileri dinlemek için her fırsatı değerlendiriyordu. Bu konuda Power kendisine çok faydalı olmuştur ve öyle görünüyor ki Joyce, Finneganın Uyanışında Arthur Power’ın ‘gaspo-wer’ takma adıyla Frank Le Poer (‘Ghazi’) adında bir eşini yaratarak sık sık yapılan bu dostane sohbetlere dolaylı bir şekilde teşekkürlerini sunmuştur.
Power’ın söyleyeceği değerli şeyler yalnızca edebi konularla sınırlı değildir. Joyce’un günlük alışkanlıklarına ve daha sıradan konulardaki zevklerine dair küçük ipuçları da sunmaktadır. Joyce’un 1922 senesinde görülen meşhur Bywaters ve Thompson davasına karşı yoğun ilgisi, Finneganın Uyanışının bazı kısımlarında daha başka anlamların olabileceğini düşündürmektedir. Power’ın Joyce ve ailesinin hem çalışırken hem de neşeli anlardaki hallerine dair anlattığı küçük hikâyeler, şimdiye dek kaydedilmiş en canlı hikâyeler arasındadır. Joyce’un…