Siyaset

John Perkins – Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları – 2

Bu kitap Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’in bıraktığı yerden başlar. 2004 yılında ilk kitabımı yazmayı bitirdiğimde, birilerinin benim ekonomik tetikçi (ET) olarak yaşadığım hayatı okumakla ilgilenip ilgilenmeyeceği konusunda hiçbir fikrim yoktu. İtiraf etme gereği duyduğum olayları anlatmaya karar vermiştim. Sonrasında ABD’yi ve öteki ülkeleri dolaştıkça, konuşmalar yaptıkça, tartışma programlarına katıldıkça ve geleceğimiz için kaygılar taşıyan insanlarla konuştukça, dünyanın her tarafındaki insanların bu dünyanın uzak köşelerinde gerçekten neler olup bittiğini bilme isteği taşıdığının bilincine vardım.

Hepimiz haberlerin satır aralarını okuyabilmek, ülkemizi, iş dünyamızı ve medyamızı (işbirliği ya da bir şirketleşme anlayışıyla) yöneten bireylerin sadece kendi amaçlarına hizmet eden bir söylemle kararttığı gerçekleri duymak isteriz. Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’de açıkladığım gibi, o kitabı yazmaya birçok kez niyetlenmiştim. Öteki ekonomik tetikçiler ve sponsorluğunu CIA’nın yaptığı, rüşvet, tehdit ve kimi zaman suikast eylemleriyle Ön plana çıkan çakallarla ilişkiye geçtim; onlardan öykülerini anlatmalarını istedim. Ama bu girişimimin haberi çabucak yayıldı ve kendimi hem rüşvetle doyurulur halde, hem de büyük tehditler altında buldum.

Yazmayı kestim. 11 Eylül saldırılarından sonra tekrar harekete geçmeye karar verince, bu kez müsveddeler hazır olana dek yazdıklarımdan kimseye söz etmemekte kararlıydım. Bir noktaya gelindiğinde, bu benim için bir yaşam sigortası olacaktı. Çakallar bana bir şey olursa kitabın satışının roket gibi fırlayacağını bilecekti. Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’i benzer deneyimlerden geçmiş diğerlerinden yardım almadan yazmak zor olmuştu ama benim için güvenli bir güzergâh da oluşturmuştu. Kitap yayınlandıktan sonra kimi insanlar gölgelerden çıkmaya başladı.

Ekonomik tetikçiler, çakallar, haberciler, Barış Gönüllüleri, ticari kuruluşların, Dünya Bankası’nın, IMF’nin yöneticileri ve devlet memurları kendi itiraflarını paylaşmak için bir adım atıp benimle ilişkiye geçmeye başladı. Onların öyküleri, okuyacağınız sayfalara çocuklarımızın miras alacağı dünyayı şekillendirmiş gerçekler olarak yansıyacaktır. Hepsi de kaçınılmaz sonucun altını vurguyla çizer: Harekete geçmeliyiz, değişmeliyiz. Bu kitapta keder ve lanetli bir yazgıya doğru gidiş belirtileri bulmayacağınızı önceden belirtmek isterim. Ben iyimser bir insanım. Sorunlarımız her ne kadar ciddi olsa da, insan aklının ürünüdür.

Yani gezegenimiz kaçılması olanaksız dev bir meteor tarafından tehdit edilmiyor. Güneşin verdiği ısı sönmeye yüz tutmadı henüz. Mevcut sorunları biz yarattıysak, çözüm de ancak bizde olabilir. Geçmişimizin karanlık girintilerini araştırarak, geleceğe dönük araştırmaya (ve değişime) bir ışık kaynağı oluşturabiliriz. Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I başlıklı kitabım çıktıktan birkaç ay sonra Washington’daki bir kitabevinden bir davet aldım.

Konuşma yapmam ve imza vermem isteniyordu. Beni dinleyicilere sunacak olan hanım, Dünya Bankası’ndan da birilerinin gelmesini beklediklerini söylemişti. Bu beni çok gerilere götürdü. Temelleri 1944’te, çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği New Hampshire’deki Bretton Woods’da atılan Dünya Bankası, savaşta yıkıma uğrayan ülkelerin toparlanmasına yardım etmek amacıyla kurulmuştu.

Kurumun misyonu kısa zaman içinde kapitalist sistemin o zamanki Sovyetler Birliği’ne üstünlüğünü kanıtlamaya dönüştü. Organizasyon çalışanları daha sonra bu rolü bir adım daha ileri taşıyarak, kapitalizmin ana oyuncularından çokuluslu şirketlerle sıcak ilişkiler kurdu.

Bu da bana ve öteki ekonomik tetikçilere multi-trilyon dolarlık bir çıkar sağlama oyununun köşesine ilişme fırsatı tanıdı. Dünya Bankası’ndan ve kardeş organizasyonlarından gelen fonları görünüşte yoksul halklara yardım etmek için ama gerçekte varlıklı insanların çıkarlarını ön planda tutarak aktardık. Bunu yaparken sıkça izlediğimiz yol ticari kuruluşlarımızın göz diktiği (petrol gibi) kaynaklara sahip, gelişmekte olan bir ülke belirleyip, çok büyük miktarlarda borçlanmasını sağlamak, bu paranın çok büyük bir bölümünü de bizim mühendislik ve inşaat firmalarımıza (o arada birazını da ülke içinde bizimle işbirliği yapan kişilere) yönlendirmekti. Her yerde enerji santralleri, havaalanları, sanayi tesisleri gibi altyapı projeleri patlak veriyordu.

Ancak bunların elektrik şebekelerine bağlı olmayan, havaalanı kullanmayan ve sanayi tesislerinde işe girecek eğitim ve yapıya sahip olmayan yoksullara nadiren yararı oluyordu. Sürecin bir aşamasında ekonomik tetikçiler olarak ülkeye geri dönüyor ve katkılarımızın bedelini istiyor, bunu ucuz petrol, kritik Birleşmiş Milletler kararlarında yandaş oy ya da askerlerimizin Irak gibi yerlerde desteklenmesi olarak tahsil ediyorduk. İlk kitabımı yazdıktan sonra yaptığım konuşmalarda, dinleyicilerimi (çoğu insanın yanlış anladığı bir noktayı açıklayarak) uyarma gereği duydum: Dünya Bankası gerçekte ‘dünyanın bankası’ değil ABD’nin bankasıdır.

Tıpkı onun en yakın çalışma arkadaşı konumunda olan kardeş kuruluşu IMF gibi. Yönetim kurullarındaki 24 yöneticiden 8 kişi birer ülkenin temsilcisidir: ABD, Japonya, Almanya, Fransa, Britanya, Suudi Arabistan, Çin ve Rusya. Öteki 184 üye ülke, geri kalan 16 yönetici tarafından temsil edilir. ABD, IMF’de belirleyici oyun %17’sini, Dünya Bankası’ndaysa %16’sını elinde bulundurur; onu IMF’de yaklaşık %6 ve Dünya Bankası’nda %8 ile Japonya izler.

ABD ayrıca kararları veto etme yetkisine sahiptir ve Dünya Bankası başkanını da ABD başkanı atar. Bunlar önümüzdeki sayfalarda sıkça karşılaşacağımız bazı kavram ve kuruluşlara dair kısa notlardı. Kitaba geçmeden önce biraz daha açıklığa kavuşturmamız gereken birkaç nokta daha olabilir, Örneğin imparatorluk kavramı. Son birkaç yıldan beri Amerika kastedilerek dile getirilen imparatorluk yakıştırması okullarda, basında, hatta akşam içkilerine eşlik eden sohbetlerde ağızdan ağza dolaşıyor. Ama bir imparatorluk tam olarak nedir?

Harika anayasası, İnsan Hakları Bildirgesi, o ünlü demokrasi savunuculuğuyla Amerika, akla zarar bir zulüm geçmişini ve sadece kendi çıkarlarını kovalamayı belirten böyle bir etiketi gerçekten hak ediyor mu? İmparatorluk {1} : Başka ulus devletleri egemenliği altında tutan ve şu karakteristiklerden bir ya da birden fazlasını gösteren ulus devlettir:

1) Egemenliği altında tuttuğu toprakların kaynaklarını sömürür. 2) Kendi nüfusu başka ülkelerle kıyaslandığı zaman oransız bulunacak miktarda kaynak tüketir. 3) Daha ılımlı önlemler yetersiz kaldığında, politikalarını dayatarak hayata geçirecek büyük ordular besler. 4) Dilini, edebiyatını, sanatını ve kültürünün birçok unsurunu etki alanı içinde yayar.

5) Sadece kendi yurttaşlarını değil, başka ülkelerin halklarını da vergiye bağlar. 6) Kontrolü altındaki ülkelere kendi para birimini dayatır. İmparatorluğun yukarıda verdiğim tanımı, 2005 ve 2006 yıllarında çıktığım konferans turnelerinde çok sayıda üniversite öğrencisiyle birlikte belirlenmiştir. Tüm öğrenciler neredeyse istisnasız, Birleşik Devletler’in bir küresel imparatorluğun tüm karakteristik özelliklerine sahip olduğu ve yukarıda sıralanan altı ana noktanın gereğini yerine getirdiği sonucunda birleşmiştir.

Şöyle: 1-2: ABD dünya nüfusunun %5’ten azına sahiptir. Ama dünya kaynaklarının %25’ten fazlasını tüketir. Bu büyük ölçüde başka ülkelerin ve öncelikle gelişmekte olanların sömürülmesiyle gerçekleştirilir. 3: ABD dünyanın en büyük ve en sofistike donanıma sahip ordusunu besler. Her ne kadar imparatorluğu (ekonomik tetikçilerin de katılımıyla) ekonomi temelli olsa da, dünya liderleri, başka yaptırımların yetersiz kaldığı anda (Irak’ta olduğu gibi) ordunun devreye gireceğini bilir. 4: İngiliz dili ve Amerikan kültürü dünyayı domine eder.

5 – 6 : ABD her ne kadar ülkeleri doğrudan vergilendirmese de ve dolar ulusal para birimlerinin yerine resmen geçirilmiş olmasa da, şirketokrasi gizli bir vergi sistemi dayatır. Böylece dolar dünya ticaretinin standart para birimi haline gelmiştir. Bu süreç İkinci Dünya Savaşı sonrasında altın standardının yeniden düzenlenmesiyle başlamıştır; 1950’ler ve 1960’larda para satışları Amerika’nın büyüyen tüketimini, Kore ve Vietnam savaşlarını, Başkan Lyndon B. Johnson’un Büyük Toplum’unu finanse edecek şekilde genişletilmiştir.

Bunun sonraki dönemlerde nasıl dayatıldığını (özellikle Suudi Arabistan Para Aklama Tezgahı SAMA’yı) ilerleyen bölümlerde okuyacaksınız. Öğrencilerle yaptığım tartışmalarda öne çıkan yedinci bir nokta daha vardı: Bir imparatorluk, hükümet ve iletişim organları (günümüzde medya) üzerinde denetime sahip, gücü halk tarafından seçilerek eline geçirmemiş, halkın iradesi erişiminde olmayan ve iktidar süresi ve koşulları yasalarca belirlenmemiş bir imparator ya da hükümdarın buyruğu altındadır.

Bu koşul ilk bakışta Birleşik Devletler’i öteki imparatorluklardan ayrı yere koyar ama bu bir yanılsamadır. Sözünü ettiğimiz imparatorluk, bir hükümdar gibi ve eşgüdüm içinde davranan bir grup insanın denetimi altındadır. Bunlar hükümet ile iş dünyası arasında ‘döner kapı’ gibi iki yana da açılarak çalışan bir sistem oluşturmuştur. Siyasi kampanyaları ve medyayı fonlar aracılığıyla finanse ettiklerinden, seçimle gelinen görevlere yerleşen kişileri ve bize verilen bilgileri denetim altında tutarlar.

Bu insanlar (yani şirketokrasiyi oluşturanlar), Beyaz Saray ya da Kongre’yle kimin kimi denetimi altında tuttuğundan bağımsız olarak ülkeye hükümet edenlerdir ve hükümet süreleri ve koşulları yasalarca belirlenmemiştir. Bu modern imparatorluk, gizlice ve yasal değerler göz ardı edilerek kurulmuştur. Denetimi altında yaşayan yurttaşların büyük bölümü varlığından habersizdir. Ama onun tarafından sömürülür ve bir bölümü yoksulluğa sürüklenir.

Daha üst ölçekteki etkileriyse, kabul edilemez düzeydedir: Her gün ortalama 24 bin insan açlık ya da açlığa bağlı hastalıklar nedeniyle ölmektedir. Dünya nüfusunun yarısından fazlası günde bir dolardan az bir gelirle yaşamaya mahkum edilmiştir, yani bizim konforlu hayatlarımızı devam ettirebilmemiz için milyonlarca insanın çok büyük bedeller ödemesi gerekmektedir. Ve ço ğumuz bu bedellerin nasıl acılarla ödendiğine ya yabancı kalırız ya da bunları inkâr eder, görmezden geliriz.

Ama çocuklarımızın bizim yarattığımız dengesizlikten doğan ve bizim şimdi kaçtığımız sorumluluğu üstlenmekten başka seçeneği olmayacaktır. Tarih öğretmenleri imparatorlukların ayakta kalamadığını, çöktüklerini ya da yıkıldıklarını anlatır. Savaşlar devam eder ve doğan boşluğu başka imparatorluklar doldurur.

Tarih bize ibret alınması gereken bir mesaj gönderiyor. Değişmemiz gerek. Gelinen noktada, tarihin kendini tekrar etmesine seyirci kalacak lükse sahip değiliz. Ve bu kitap da, o aşamaya nasıl gelindiğini tüm çıplaklığıyla gösterecek gerçekleri ve örnekleri anlatıyor.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

II. Cumhuriyet Demokrasi ve Özgürlükler

Editor

Mavi Marmara’da Neler Oldu?

Editor

İğneli Koltukta Dört Buçuk Yıl – Türkiye’nin İlk Kadın Valisi Anlatıyor

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası