Gulliver’in Gezileri 1726 yılının sonlarına doğru çıkmış ve hemen büyük bir başarı kazanmıştır. XVIII. yüzyılın ikinci yarısının en ünlü edebiyat adamı olan Dr. Johnson şöyle der: “Gulliver, öyle yeni, öyle garip bir eserdi ki, okuyucular zevk ve şaşkınlık içinde bocalıyorlardı. Kitap kapışılıyordu. Daha ilk baskısı tükenmeden fiyatı yükseltildi.
Eleştiriciler o kadar şaşırmışlardı ki, bir süre ne diyeceklerini bilemediler. Ama bir zaman sonra hemen herkesin görüşü, birinci ve ikinci gezilerin kitabın en çekici kısımları; üçüncüsünün çok yavan, dördüncü gezinin ise çok sert olduğu yolunda idi.” Adından da anlaşıldığı gibi, eser birkaç geminin doktorluğunu, sonra da kaptanlığını yapmış olan Gulliver’in, tamamıyla hayal ürünü dört ülkeye gezilerini, oralarda neler gördüğünü, başından neler geçtiğini anlatır.
Birçok yazar tamamıyla hayallerinden yarattığı bir ülke ya da ülkelerdeki hayatı ayrıntılarıyla anlatarak, insanların ahlak bakımından aksayan taraflarını tenkit, memleketlerinin çeşitli müessese ve âdetlerine saldırı yoluna gitmişlerdir. Gulliver’in Gezileri’nin tarzı Swift’e özgü bir buluştur denemez. Eski çağlarda Lukianos Gerçek Hikâye adlı eseriyle bu tarzın kaba olmakla beraber ilk örneklerinden birini vermiştir.
Gerçek Hikâye bir serüven hikâyesidir: birkaç gezgin, gemi ile Cebelitarık’tan yola çıkıyor; havalara yükselip Ay ile Güneş arasında, Çobanyıldızı’nda yerleşme kurmak sorunu yüzünden çıkan savaşa Ay’dan yana katılıyorlar. Sonra bir deniz ejderi gemiyi de, gezginleri de yutuveriyor, ama kurtuluyorlar. Lukianos buna benzer başka hikâyeler de yazmıştır.
Amacı, bazı inançları, müesseseleri, filozofları eleştirmek ve geniş hayal ürünü hikâyelerle alay etmektir. Bu tür hikâyelerinde serüvenlerin payı büyüktür; eleştiri ve hiciv üzerinde ısrarla durduğu görülmez. XVI. yüzyılda, bu çeşitten, daha ciddi, daha özlü, daha önemli bir esere rastlıyoruz: İngiliz Kralı VIII. Henry’nin nazırlarından Sir Thomas More’un yazmış olduğu Utopia. Utopia’nın anlamı zaten hayal dünyasıdır.
Bu eserde, serüven öğesine hemen hemen hiçbir yer verilmemiştir. Yazar, güya Portekizli bir gemici ile tanışıyor. Bu denizci Amerigo Vespucci ile birçok kere yolculuk etmiştir, ama sonunda geri dönmeyerek keşfettikleri yerlerdeki ulusların sosyal durumu ve siyasal yönetimi üzerinde incelemeler yapmıştır. Gördüklerini yazara anlatır.
Elbette böyle bir hikâyenin aslı esası yoktur. Thomas More bu yolla İngiliz toplumunu eleştirmekte, ideal bir toplumun nasıl kurulması gerektiğini belirtmektedir. Sonra XVII. yüzyılda, More’dan çok Lukianos tarzına yaklaşan Cyrano de Bergerac’ın Güneş, Ay ve kuşlar ülkelerine gezileri vardır. Beline, içi çiy dolu şişeler asan kahraman, güneşin çiyleri buhar haline sokması ile ya da makineler icat ederek havalanıyor, Ay ile Güneş bölgelerini, kuşlar ülkesini gezip dolaşıyor.
Gördüklerini anlatıyor; birtakım sosyal ve bilimsel sorunların nasıl çözüleceğini açıklıyor. Swift, bu eserlerden ve Robinson Crusoe gibi sözünü etmediğimiz daha başka gezi ve serüven hikâyelerinden belki faydalanmıştır. Gulliver türündeki eserler, XVIII., XIX. ve XX. yüzyıl yazar ve okurlarının da ilgisini çekmiştir. Voltaire’in Micromega’ı Gulliver’in devler ülkesine gezisinin bir taklididir.
Sirius yıldızından 8 fersah boyunda biri, yanına Saturn akademisinin daimi kâtibini alarak yeryüzüne gelir; Baltık Denizi’nde, içinde birçok filozof olan bir gemiyi eline alarak filozoflarla konuşur. Atom dediği bu insancıkların fen ve bilim alanlarındaki bilgilerine hayret eder; ama felsefe bilgilerini, özellikle ruh hakkındaki bilgilerini pek zayıf bulur.
Bu masal daha ziyade felsefe kuramlarıyla alaydır. XIX. yüzyıl sonlarında Samuel Butler de, Swift gibi, İngiliz sosyal müesseselerinin aksayan yönlerini görmüş ve bunları Erewhon (Erewhon tersine çevrilmiş nowhere olur ki, bu da İngilizce “hiçbir yer” demektir) adı altında çıkardığı eserde belirtmeye çalışmıştır. Erewhon tamamıyla hayal ürünü bir ülkedir. Eser de, İngiltere’nin dini de içeren en önemli müesseselerinin şiddetli, acı, ama mizahlı bir hicvidir.
yüzyılda, İngiliz yazarı H.G. Wells de hayalinde birçok ideal ülkeler kurarak, insanların ve ulusların gidişine bir yön vermek istemiştir. Gulliver’in Gezileri’nde, Swift, serüvenlerle eleştiri ve hiciv öğeleri arasında, özellikle ilk iki seyahatte, çok uygun bir denge kurmuştur. Cüceler ve devler ülkelerini ele alan ilk iki bölüm, çocukların zevkle okuyacakları serüvenlerle dolu olduğu gibi, büyükleri de uzun uzun düşündürecek olaylarla doludur.
Lilliput’a Gezi’de hiciv kapalıdır. Swift, saray adamlarını, entrikaları, parti ve din kavgalarını, insanların gururunu, doğrudan doğruya hicvetmiyor. Lilliput’u önümüze koyuveriyor. Bakıyoruz, bu on, on beş santimetrelik insanlar adacıklarının zenginliği; krallarının kudreti; soylarının, dillerinin soyluluğu ile övünüyorlar. Entrikalar çeviriyor; hokkabazlıklar, cambazlıklar ederek nişanlar, unvanlar kazanıyorlar; parti ve din kavgaları ediyor; bütün dünyaya egemen olmak istiyorlar.
Biz bu ufacık insanların bütün hareketlerini saçma, bayağı buluyoruz; aşırı istek ve tutkularını alayla karşılıyoruz; gülüyoruz. Swift’in istediği de budur. Bizi yakalamıştır ve adeta: “Her şey bağlantılıdır” demektedir, “kendi hareketleri, bu Lilliput’lulara hiç de saçma, bayağı görünmüyor; aksine, onlarca, yurtlarında her şey görkemli, her şey makul, her şey düzenlidir. Ama Lilliput’a Gulliver’in yaptığı gibi belirli bir yükseklikten, belirli bir açıdan bakılacak olursa oradaki hayat bütün çirkinliği, iğrençliği ve gülünçlüğü ile meydana çıkıyor.
Biz insanlar için de böyledir. Bizim de bütün hareketlerimize, Gulliver-Lilliput açısından bakılacak olursa, ne saçma, ne anlamsız, ne bayağı şeyler görülür. İşte bakın, Gulliver şimdi Devler Ülkesi’ndedir. Biz insanların burada, Lilliput’lulardan farkımız ne?” İlk iki geziye temel olan görüş budur; ve Swift’in cüceler ve devlerin hüküm sürdükleri iki ülke uydurmasının sebebi de, buralarda gördüğü insanların ve hareketlerinin, kurmuş oldukları müesseselerin, bunlarla kendi ülkesi arasında yaptığı karşılaştırmaların, görüşünü bütün ayrıntı, açıklık ve çıplaklığı ile belirtmeye son derece elvirşli olmasıdır.
Lilliput’a Gezi’de, İngiltere’deki ve başka ülkelerdeki parti ve din kavgalarını, savaşları, saray entrikalarını, türlü düzensizlikleri dolaylı bir şekilde hicveden Swift, Brobdingnag’a Gezi’de hicvine bir dereceye kadar dolaysız bir yön vermektedir. Burada ilk saldırdığı şey insan vücudunun kabalığı, iğrençliğidir. Gulliver o koca yaratıkların vücutlarının her parçasını, adeta mikroskopla olacağı gibi, en ince ayrıntısına kadar görebilecek durumdadır; ve böylece, insan vücudunun türlü çarpıklık ve çirkinliği üzerinde durmaktan çekinmeyecektir.
Ancak bu bölümün en ilgi çekici yanı bu yoldaki tasvirler değil, Gulliver’in devlet kralı ile yaptığı konuşmalardır. Yurdunun türlü müesseselerini anlatan Gulliver’e kralın sorduğu sorular, İngiltere’nin belli başlı müesseselerine saldırıdan başka bir şey değildir. Bunlar, soru olmaktan ziyade, genel olarak gerçeğin nasıl olduğunu belirtmekte; İngiliz toplumunun ne kadar çürük olduğunu, ne büyük ahlaksızlıklar içinde bulunduğunu göstermekte; ve yazarın soylular, rahipler, milletvekilleri, yargıçlar, avukatlar vs. hakkında düşündüklerini ortaya koymaktadır. Swift’in bu yoldaki hicvinin yapıcı tarafı da yok değildir.
Yazar, çeşitli müesseselerde ve yönetim işlerinde olan aksaklıkları göstermekle kalmamakta, kötülüklerin nasıl ortadan kalkabileceğini bazen açıkça söylemekte, bazen de dolaylı olarak belirtmektedir. Hele Lilliput’ta olduğu gibi, devler ülkesindeki çeşitli töre ve müesseseleri anlattığı yerlerde bu yapıcılık gayreti belirli bir şekilde kendini göstermektedir.
Yazar, kendisi ve ailesi hakkında bilgi veriyor. Geziye çıkmasının sebepleri; gemisi batıyor; yüzüp kurtuluyor; Lilliput ülkesinde sağ salim karaya çıkıyor; yakalanıyor; ülke içine götürülüyor. Babamın, Nottinghamshire’da biraz mülkü ve beş oğlu vardı; ben oğullarının üçüncüsü idim. On dört yaşıma gelince, babam beni Cambridge Üniversitesi’ne, Emmanuel College’e gönderdi; orada üç yıl kaldım ve kendimi tamamıyla derslerime verdim: ancak okul masraflarım, bana ayrılan para az olmakla beraber, babamın zaten dar olan gelirine pek ağır geldiğinden, Londra’da ünlü bir doktor olan Mr. Bates’in yanına çırak olarak verildim; burada dört yıl kaldım.
Babam ara sıra biraz para gönderirdi; ben bu paraları, gemicilik öğrenmek, seyahat niyetinde olanlara faydalı olacak bazı matematik bilgileri edinmek için harcardım; çünkü günün birinde deniz seyahatine çıkacağıma daima inanırdım. Mr. Bates’ten ayrılınca babamın yanına döndüm; ve onun, amcamın ve başka akrabalarımın yardımı ile kırk altın kadar bir para sağladım. Leyden’de masraflarımı karşılamak üzere yılda otuz altın göndereceklerine de söz verdiler.
Orda, uzun gezilerde işime yarayacağını bildiğimden, iki yıl yedi ay tıp okudum. Yurduma dönünce, sevgili hocam Mr. Bates’in salık vermesiyle kaptan Abraham Parnell’in komutasındaki Swallow adlı gemiye doktor olarak atandım ve üç buçuk yıl bu gemide kaldım. Akdeniz’e, daha başka yerlere birkaç gezi yaptık. Dönüşümde artık Londra’da yerleşmeye karar verdim.
Hocam Mr. Bates beni bu yolda teşvik etmiş, hatta birçok hastaya salık bile vermişti. Old Jury’de küçük bir evin bir katını tuttum. Bekâr hayatıma son vermemi öğütleyenler oldu; ben de Newgate sokağında, çorap ve iç çamaşırı satan Mr. Edmund Burton’un ikinci kızı, Mrs. Mary Burton ile evlendim: karım dört yüz altın drahoma getirdi. Sevgili hocam Mr. Bates iki yıl sorda öldü; çok dostum yoktu; işlerim bozulmaya başladı; çünkü birçok meslektaşlarımın kötü karakterlerini taklide vicdanım razı olmuyordu.
Bundan ötürü, karımla tanıdıklarımdan bazılarına danıştım, yine bir deniz yolculuğuna çıkmaya karar verdim. Arka arkaya iki gemide doktorluk yaptım; altı yıl içinde, Hindistan’a ve Batı Hindistan adalarına yolculuklar ettim; hayli para kazandım. Yolculukta, yanımda her zaman birçok kitap bulundurduğumdan, boş zamanlarımı eski ve yeni yazarların en iyilerini okumakla geçirirdim; karaya çıktığım zaman da, çeşitli ulusların yaşayış ve huylarını inceler, belleğim çok kuvvetli olduğundan, dillerini büyük bir kolaylıkla öğrenirdim.
Bu gezilerin sonuncusu pek verimli olmadı; denizden soğudum; çoluğum çocuğumla artık yurdumda kalacaktım. Old Jury’den Fetter Lane’e, oradan da, gemiciler arasında müşteri bulurum umuduyla, Wapping’e taşındım; fayda etmedi. Belki işim yoluna girer diye üç yıl boşu boşuna bekledikten sonra, güney denizlerinde yolculuğa hazırlanan Antelope adında bir geminin kaptanı William Prichard’ın kârlı bir önerisi ile karşılaştım; kabul ettim.
4 Mayıs 1699’da, Bristol limanından yola çıktık; yolculuğumuz başlangıçta çok iyi geçti. Bu denizlerde başımdan geçenleri inceden inceye anlatarak okuyucuları sıkmak doğru olmaz. Yalnız şu kadarını bildireyim ki, Hindistan’a geçerken şiddetli bir fırtına bizi Van Diemen topraklarının kuzeybatısına sürdü. Araştırmalar sonucunda, otuz derece iki dakika güney enleminde bulunduğumuzu anladık. Tayfalarımızdan on kişi yorgunluktan ve kötü gıdadan ölmüştü; geri kalanlar ise bitik bir halde idiler. 5 Kasım’da –bu ay buralarda yazın başına rastlar– hava sisli idi; gemiciler birdenbire gemiden ancak yarım gomene[1] ötede bir kayanın önünümüze çıktığını fark ettiler.
Rüzgâr o kadar şiddetli esiyordu ki, gemiyi doğru kayanın üzerine attı, gemi de parçalanıverdi. Beş tayfa ile ben denize bir filika indirmiş, bir hamlede gemide ve kayadan uzaklaşabilmiştik. Hesabıma göre üç fersah[2] kadar kürek çektik; artık gücümüz kalmamıştı, zaten daha gemide iken yorgunluktan bitkin bir hale gelmiştik; kendimizi dalgaların akışına bıraktık ve yarım saat kadar sonra kuzeyden çıkıveren şiddetli bir rüzgârla devrildik. Filikadaki arkadaşlara, kayaya atlayanlara ya da gemide kalanlara ne oldu, bilmiyorum; herhalde hepsi de yok olmuştur.
Bana gelince, gelişigüzel yüzmeye başladım; rüzgâr, kabaran sular beni ileri doğru sürüklüyordu. Sık sık bacaklarımı aşağı doğru indiriyordum, ama ayaklarım dibe değmiyordu. Sonunda kesilip de artık kolumu bile oynatamayacağım bir anda, suyun, derinliğinin boyum kadar olduğunu anladım; bu arada fırtına da epey yatışmıştı. Deniz dibinin eğimi o kadar azdı ki, ancak bir mil kadar yürüdükten sonra karaya çıkabildim, tahminime göre saat akşam sekiz sularında idi.
İçeriye doğru yarım mil yürüdüm; ne bir eve, ne bir insan izine rastladım; kim bilir, belki de bitkin bir halde olduğumdan bir şey göremedim. Çok yorgundum; diğer yandan, havanın sıcaklığı ve gemiden ayrılmadan önce içtiğim bir kadeh konyak etkisini göstermiş, uykum gelmişti. Yumuşacık, kısa çimenlerin üzerine uzandım ve hayatımda bu kadar deliksiz bir uyku uyuduğumu anımsamıyorum.