Paul Claudel, Paul Claudel’e hiç yakışmayan bir yazısında, öldükten sonra göreceğimiz şeylerin Dante’nin Inferno, Purgatorio ve Paradiso’da anlattıklarına pek benzemeyeceğini söylemiştir. Bu tuhaf görüş, Dante’nin metninin yoğunluğunun bir kanıtıdır aynı zamanda; başka bir deyişle, şiiri okurken ya da sonradan anımsarken Dante’nin öteki dünyayı tıpkı şiirinde sunduğu gibi düşlediği inancına kapılır insan.
İster istemez, Dante’nin öldükten sonra Cehennem’in başaşağı duran dağına, Araf’taki taraçalara ya da Cennet’in eş eksenli göklerine rastlayacağına inandığını düşünürüz. Dahası, Dante ruhlarla, klasik eski çağların ruhlarıyla konuşacak ve bu ruhlardan bazıları ona İtalyanca üçlüklerle yanıt vereceklerdir.
Hiç kuşkusuz saçmadır bu. Claudel’in gözlemi akla değil ..çünkü akılcı bir açıklama getirmeye çalışmak, saçmalığını anlamış olmayı gerektirir- bir duyguya, bizi yapıtı okumanın vereceği olağanüstü keyiften kopartabilecek bir duyguya dayanmaktadır. Bunu çürüten çok sayıda kanıt vardır. Bunlardan biri de Dante’nin oğluna yakıştırılan bir açıklamadır.
Dante’nin oğlu, babasının Cehennem’i betimlerken günahkârların yaşamını, Araf’ı betimlerken tövbekarların yaşamını, Cennet’i betimlerken de iyilerin yaşamını göstermeyi tasarladığını söylemiştir. Demek, Dante’nin oğlu yapıtı sözcüğü sözcüğüne yorumlayarak okumamıştır. Dahası, koruyucusu Cangrande della Scala’ya yazdığı mektupta Dante’nin kendi tanıklığını da bulabiliriz.
Gerçi bu mektubun Dante’nin ölümünden sonra yazıldığı da ileri sürülmüştür. Ama öyle olsa bile Dante’den çok sonraları yazıldığını hiç sanmam. Kimin kaleminden çıkmış olursa olsun o dönemin ürünü olduğu açıktır. Bu mektupta yazar Commedia’nın dört ayrı biçimde okunabileceğini savunmaktadır: Birincisi sözcüğü sözcüğüne, ikincisi ahlaksal açıdan, üçüncüsü içsel yorumlarına dayanarak, dördüncüsü bir alegori olarak.
Commedia’yı bir alegori olarak alırsak Dante insanoğlunun, Beatrice inancın, Vergilius da aklın simgesi olur. Bir metnin değişik açılardan okunabileceği düşüncesi, bizlere Gotik mimariyi, İzlanda destanlarını, her şeyin tartışıldığı skolastik felsefeyi ve hepsinden önemlisi de bugün hâlâ okuduğumuz, günümüzde bile bizi şaşırtan, bizlerin bu dünyadaki yaşamımızdan sonra da çok uzun zaman yaşayacak ve her okur kuşağınca biraz daha zenginleştirilecek Commedia’ yı vermiş olan ortaçağa özgü bir şeydir.
Dante, yapıtında anlattıklarının, ölüler dünyasının gerçek bir görüntüsünü yansıttığını aklının ucundan bile geçirmemiştir. Hiç sanmıyorum. Dante’nin böyle düşünmüş olması olanaksız. Ama ben yine de bu zekice yaklaşımı, okuduğumuzun gerçek bir öykü olduğu düşüncesini yararlı buluyorum.
Böyle bir yaklaşımın büyülenip kendimizden geçmemizi sağladığına inanıyorum. Ben kendi payıma hazcı bir okurum; bugüne kadar tek bir kitabı bile yalnızca eski olduğu için okumuş değilim. Kitabı, bana sunduğu estetik coşkular için okurum; o kitapla ilgili yorumlara ve eleştirilere aldırmam. Gerçekten de, Commedia’yı ilk okuduğumda kendimden geçmiştim.
O kadar ünlü olmayan öbür kitapları okuduğum gibi okumuştum Commedia’yı da. Burada dostlar arasında sayıyorum kendimi; hepinizle birden değil, tek tek her birinizle konuşuyorum aslında, bu yüzden Commedia’ya nasıl tutulduğumu anlatmak istiyorum. Her şey diktatörlükten kısa bir süre önce başladı. Buenos Aires’in Almagro semtinde bir kütüphanede çalışıyordum.
Las Heras ve Pueyrredön caddelerinin kesiştiği bir yerde, yani kentin kuzeyinde oturuyordum; kentin güneyindeki Almagro’ya, La Plata ve Carlos Calvo caddelerinin birleştiği yerdeki kütüphaneye kadar kalabalık olmayan, ağır tramvaylarla gitmek zorundaydım. Rastlantı sonucu -rastlantı dediğimiz, nedenselliğin karmaşık işleyişini bilmememizden başka nedir ki- Mitchell Kitabevi’nde (şimdi yerinde yeller esiyor, anıları kaldı yalnızca) üç küçük kitap buldum, üçü de ciltliydi.
Bugün keşke birini yanıma alsaydım diyorum uğur diye. Bu üç küçük kitap Carlyle’ın (Thomas Cariyle değil) İngilizce çevirisinde Inferno, Purgatorio ve Paradiso’ydu. Dent’in yayımladığı çok kullanışlı kitaplardı. Cebime sığdırabiliyordum. Kitabı açtığınız zaman soldaki sayfada İtalyanca metinle, sağdaki sayfada ise sözcüğü sözcüğüne İngilizce çeviriyle karşılaşıyordunuz.
Şöyle bir yol tuttum: Önce düzyazı İngilizce çeviriden bir şiir, bir üçlü okudum, sonra da o şiirin İtalyanca’sını. Yapıtın bir bölümünü böyle hatmettim. Ardından aynı bölümü önce baştan sona İngilizce, sonra baştan sona İtalyanca okudum. Bu ilk okumadan sonra çevirilerin özgün metnin yerini asla tutamayacağını kavradım.
Çeviri ancak okurun özgün metne yakınlık duymasını sağlayan bir araç, bir dürtü olabilirdi. Özellikle de İspanyol dili okurları için geçerliydi bu. Sanırım Cervantes Don Quijote’nin bir yerinde insanın kırık dökük bir Toscana lehçesiyle Ariosto’yu anlayabileceğini söyler. Bunu bana İspanyolcayla İtalyanca’nın anlambilimsel kardeşliği sağladı. O sıralar şiirin, en başta da Dante’nin büyük şiirinin, anlattığı şeylerden çok başka bir nitelik taşıdığını fark ettim.
Şiir daha birçok niteliğinin yanı sıra çoğu zaman başka bir dile çevrilemeyen bir seslem, bir vurgulamadır. Cennet’in doruğuna vardığımda, ıssız Cennet’e ulaştığımda, Vergilius’un çekip gittiği, bir başına kalan Dante’nin Vergilius’a seslendiği anda, evet tam o anda İtalyanca metni İngilizce’sine arada bir göz atarak doğrudan okuyabileceğimi gördüm.
Diyeceğim, o üç kitabı az önce anlattığım ağır aksak tramvay yolculuklarında okuyup bitirdim. Elbette daha sonra Commedia’nın başka basımlarını da okudum. Birçok kez okudum Commedia’yı. Doğrusu İtalyanca bilmem. Bütün İtalyancam önce Dante’den, sonra Orlando Furioso’yu okuduğumda Ariosto’dan, sonra da Croce’nin kitaplarının kolay sayılabilecek bölümlerinden öğrendiğim İtalyanca.
Croce’nin neredeyse tamamını okudum; onunla her zaman aynı düşünceleri paylaştığımı söylemem, ama yazdıklarından büyülendiğimi söyleyebilirim. Stevenson’ın dediği gibi, büyüleyicilik bir yazarda bulunması gereken özel niteliklerden biridir. Büyülemiyorsa beş para etmez.