Bu kitap birbirlerini deliler gibi seven bir erkek ve bir kadının sıra dışı ve aşk dolu hikayesidir. Karısına aşık olan adam tamamen bir yanlış anlaşılmanın kurbanı olmuş ve evden uzakta olduğu bir sırada hakkında yasak bir aşk yaşadığına dair dedikodu çıkmıştır. Karısını ikna etmek için her türlü mücadeleyi veren ve bu arada ağır yaralanarak hastanede tedavi gören bu adam acaba içine düştüğü bu dedikodudan kendisini kurtarabilecek mi? Hayatı boyunca karısından başka hiçbir kadını sevmemiş ve karısını aldatmadığı halde dedikodu kurbanı olmuş bu adamın çabalamaları sonuç verecek ve bu mutlu ve birbirine aşık çift eski günlerine dönebilecek mi?
Bir aşk ancak bu kadar güzel anlatılır. Bir solukta okuyacağınız bu kitap size aşkı yeniden yaşatacak…
***
Kesinlikle küçük kadınlar olmayan Darleen ve Cassie için…
Birinci Kısım
Jo üzgünce, “Babamız yok, uzun bir süre de olmayacak” dedi. “Belki de asla” dememişti ancak her biri uzaktaki, savaşın olduğu yerdeki babalarını düşünerek bunu akıllarına getirmişlerdi.
Lousia May Alcott, Küçük Kadınlar
BİRİNCİ BÖLÜM
Virginia Zorlu Bir Yoldur
21 Ekim, 1861
Ona şunları yazıyorum: Gökyüzü bu gece bulutlarla süslendi. Batan güneş, bulutların karışık kenarlarını sanki gökyüzü değerli ipliklerle işlenmiş gibi yaldızlayıp, süslemişti. Sonra sürekli akan ve ağrıyan gözümü silmek için duruyorum. Yazdığım satır belki biraz gösterişli olmuştu ama önemli değil: O nazik bir eleştirmendir. Kurumuş balgam kalıntılarıyla benek benek olan yazdığım elim yorgunluktan titriyor. Çirkin yazım için beni affet, çünkü ilerleyen bir ordu düşünme ve yazışma için rahat bir yer sağlamıyor (Umarım benim sevgili genç yazarım bütün güzel işleri arasında benim küçük çalışma odamdan faydalanıyordur ve alışılagelmiş yerinde kısa bir süre olmaması onun dost canlısı farelerini kıskandırmaz). Yine de adamlar bir arada şakalaşıp ocak ateşlerini yakarken büyük bir ağacın sağladığı sığınağın altında oturmak bana bir parça huzur veriyor. Sen ve kızların çok düşünceli bir şekilde bana gönderdiğiniz kucak yazı tahtasında yazıyorum, mürekkep stokumu dökmüş olsam da daha fazla göndermeyi dert etmene gerek yok, çünkü buradaki adamlardan biri mürekkep yerine kullanabileceğim mevsimin son böğürtlenlerinden yapılmış işe yarar bir tarif verdi. Böylelikle sana “tatlı kelimeler” gönderebiliyorum.
Sana tıpkı bunun gibi soğuk sonbahar akşamlarında okuduğum Spenser’daki işlemeli boş sayfalan hatırlıyor musun? Eğer hatırlıyorsan sevgilim, burada bu akşam gördüğüm gökyüzünü görebilirsin, çünkü renkler gök kubbede tıpkı öyle neşeli bir bollukla dans ediyordu.
Ve botların karıştırdığı nehrin kumlu girdaplarını boyayan kan da o güzel işlemeli boş sayfalara benzeyen desenler oluşturuyor. Ya da daha da benzeri, bizim küçük sanatçımızın aceleci eli hokkayı döşeme tahtalarına devirdiğinde kırmızı mürekkebin dökülmesi gibi. Ancak bu satırları tabii ki yazmıyorum. Ona her gün bir şeyler yazacağım sözünü vermiştim ve en sıkıntılı anlarımda kendimi bu zorunluluğa aklımı vermiş buluyorum. Bir anlığına yanımdaymış, sakinleştirici eli omzumda yumuşakça duruyormuşçasına olsun diye. Yine de burada olmadığına, görmek zorunda okluğum şeyleri görmediğine, öğrenmek zorunda kaldığım şeyleri bilmediğine minnettarım. Ve bu düşünceyle kendi sansürümü temize çıkarıyorum: Asla doğruyu yazacağım diye söz vermedim.
Biraz, eş hasretinin alışılagelmiş sözlerini yazıyorum ve bunları babacan şefkat sözleri izliyor: Hepiniz, her biriniz aklımdasınız, oturma odasında, çalışırken, yatak odasında, çimenlikte; kitapla ya da kalemle, kız kardeş içtenliğiyle el ele ya da uzaktaki babanın nerede ve nasıl olduğunu konuşurken. Sizi büsbütün terk edemeyeceğimi bilin, çünkü bedenim uzakta olsa da yüreğim sizinle ve en büyük tesellim size duyduğum yakınlık… Sonra görevlerimin baskısını ileri sürerek ve yakında daha fazla haber göndereceğimin sözünü vererek bitiriyorum.
Görevlerim elbette ki yeterince baskı yapıyor. Etrafımda bir sürü ihtiyacı olan adam var. Ancak yazı masamı hemen kapatmıyorum. Bırakıyorum, dizlerimin üstünde duruyor, bulutlan seyretmeye devam ediyorum. Yamru yumru bulut öbekleri şimdi neredeyse ışıksız gökyüzünde kararmış durumda. Basit insanların tanrılarını hep yüksek yerlerde yaşatmasına şaşmamalı. Çünkü insan bakışlarını gökyüzünden ufuğa doğru indirir indirmez bir harabe görüntüsünü görmeyi göze alıyor.
Nehrin aşağısında cenaze ekibinin adamları suya girip kırılmış dallara takılmış cesetleri topluyorlar. Yazdıklarımın tersine bu akşam şakalaşma yok, ateş de birkaç tane ve hastalıklı, öyle ki keskin duman hâlâ akan gözümü rahatsız ediyor. Bir çınarın dalından bîr akbaba gözlerini dikmiş bana bakıyor. Bu büyük kuşlar gün boyunca bizimleydi. Bu sabah onları düşündüm inci gibi parlayan şafak öncesi ışıkta, görkemli. canavarlar gibi tünemiş. kanatları açılmış, doğan güneşi beklerken Başta, nehrin ortasında büyük su kütlelerini dar geçitlere dağıtan dev bır filika gibi duran bu adada toplandığımız. Potomac Nehrini geçtiğimiz uzun saatler Boyunca hiç hareket etmediler, Karşı kıyıya geçip sarp, kaygan patikaya sessiz tırmanışımızı yaparken hiç hareket etmeden bizi izlediler. Daha sonra anları tekrar gürdüm, En sonunda kanatlanmışlardı, arazinin üzerinde ağırbaşlı daireler çiziyorlardı. Yukarıdan durumumuz açık olmalıydı Tepenin kontrolünü bizden önce ele geçirmiş olan düşman, solumuzdaki ormanlık alana bize gizlice saldırmak için daha fazla birlik dizerken, soluk bir ateş yakıyor. Din işleri subayı olarak bana emir verilmemişti ve ben de en iyisini yapabileceğimi düşündüğüm yere yerleştim, “Aman Tanrım, üzerimizdeler!” çığlığı koptuğunda ben arkada yaralılarla dua ediyordum.
Yanralıları götürmeleri için taşıyıcıları çağırdım. Bir er koşarak bunu deneyenin onlarca mermiyle vurulacağını söyledi, Hafifçe yaralanmış, burkulmuş diziyle sendeleyen Silas Stone’a omuz verdim ve birlikte ormana dalıp bozguna uğramışların karmaşaşına katıldık. Nehre doğru inen en basit yol olan patikaya çıkmaya çalışırken başka bir akbabaya rastladık, neredeyse dokunacak kadar yakındık, ölmüş bir adamın göğsüne konmuştu ve bizim gelişimizle kafasını keskin bir şekilde çevirip bize baktı. Bir parça parlak ve kahverengi organ gagasından sarkıyordu. Stone tüfeğini doğrulttu ancak o kadar bitkindi ki elleri şiddetle titriyordu. Ona eğer nehre giden yolu bulup nehri geçemezsek bizim de akbabalara yem olacağımızı hatırlattım.
Kendimize asıl patikadan binlerce metre kısa olan, tepenin üzerindeki çalılıklardan yol açtık. Bulunduğumuz yerden adamlarımızın ilerleyen ateşle uçurumun yamacına doğru itildiğini görebiliyorduk. Daha sonra tek vücut gibi görünen bir canavar sürüsü gibi tereddüt ettiler. Adamlar yamaçtan yuvarlandılar, fırladılar ve tökezleyip düştüler. Düşüş uzundu: Bazıları otuz metreyi bulan nehre giden uçurumlar. Çıldırmış adamlar kendilerini aşağıdaki adamların kafalarının ve süngülerinin üzerine fırlattıkça çığlıklar kopuyordu. İri yarı bir askerin ağır botunun daha genç bir askerin kafatasının üzerine berbat bir kuvvetle inip kemiği kayalarda parçaladığını gördüm. Daha önceden basacak yer olsa da akan kanlarla kayganlaşmış olan patikaya ulaşmaya çabalamanın artık bir manası yoktu. Tepenin ucuna doğru sürünüp ellerimle asılı kaldım ve cevizlerle kaplı dar bir başka çıkıntıya kendimi sertçe bıraktım. Cevizler kaymama neden oldu.
Silas Stone da yuvarlanıp arkamdan düştü. Suyla ıslanmış nehir kenarına ulaştığımızda bana yüzme bilmediğini söyledi.
O zamana kadar düşman uçurumun tepesinden ateş ediyordu. Adamlarımızdan bazıları sopalara beyaz bezler bağlayıp teslim olmak için yukarı tırmanmaya başladı. Çoğu kendini nehire attı ve bir çoğu panikle, kendilerini hemen dibe çeken mermi kutularını ve diğer ağırlıkları atmayı unuttu. Bizi karşıya taşıyan tekneler sadece iki tane olan çamur mavnalarıydı. Adamlar bunlara kovandan sarkan anlar gibi dörtlü beşli gruplar halinde asılıyorlardı. Ancak bu asılanlar kolay hedeflerdi ve uzun süre dayanamıyorlardı.
Botlarımı çıkardım ve Stone’a da aynısını yaptırdım, Ona tüfeğini kanalın derinliklerine düşmanın ulaşamayacağı bir vere atmasını emrettim. Sonra soğuk sulara atladık ve adaya doğru yola koyulduk. Yolun çoğunu suda yürüyerek geceriz diye düşünmüştüm, ancak ne akıntının gücünü ne de soğuğu dikkate almamıştım. “Seni karşıya geçireceğim” diye Stone’a söz verdim, eğer kurşun gelip onu bulmasaydı, eğer bu kadar bitkin olmasaydı ve eğer onu paltosundan tuttuğum yer bu kadar adi dokunmuş olmasaydı başarabilirdim de. Paltosunun iplik iplik sökülüşünü su ve bağırış sesine rağmen duyabiliyordum. Sağ eli boğazımdaydı, parmakları -nasırlı tüccar parmakları- nefes borumun etrafındaki yumuşak küçük kemikleri sıkıyordu, Sol eliyle kafamı yakaladı. Panikle beni aşağıya çekeceğini bilerek, boş yere ellerinden kurtulmaya çalışarak suya batıp çıktım. Saçımın bir parçasını yakalamayı başardı, bunu yaparken başparmağını sol gözüme soktu. Suyun altına girdim ve kütlesi beni aşağıya, dibe doğru çekti. Kafamı sertçe geriye çektim ve kopan bir parça saçımla kafa derimde bir yanma hissettim ve dizim sert, kabak gibi bir şeye çarptı. Eli boğazımdan kaydı ve orta parmağının çentikli tırnağı derimden bir parça kopardı.
Kırmızı-kahverengi suyu tükürerek su yüzüne çıktık. Yırtılan ceketini hâlâ tutuyordum ve eğer debelenmeseydi, yine de ceketinin daha dayanıklı bir yerini yakalayabilirdim. Ancak orada akıntı çok hızlıydı ve kopmamış son birkaç ipliği de yırttı. Farkına vardığında bakışları değişti. Paniği uzaklaşmış görünüyordu, son bakışı boş, odaklanmamış bir şeydi; yeni doğan bir bebeğin size bakması gibi bir şey. Bağırmayı kesti. Son sesi daha çok uzun bir iç çekiş gibiydi, yalnızca boğazına dolan su yüzünden gargara gibi çıkmıştı. Akıntı başta onu benden yarım metre kadar uzağa sürükledi. Suyun yüzeyinde bir süreliğine yüzükoyun kaldı, kolları bana uzanmıştı. Gayretle yüzdüm, ancak yetiştiğimde kayaya çarpan bir dalga onu bacaklarından yakaladı ve vücudunun alt kısmını yukarıya doğru itti, sanki bir anlığına nehirde dikilmiş gibi göründü. Akıntı onu döndürdü, bu tam bir dönüştü, kolları bir Çingene dansçısının coşkusuyla yukarıya yükseldi. Yamacın tepesinden gelen ateş, bir yaprak yağmuru başlatmıştı, sanki gün ışığı rengindeki yapraklarla bir konserdeymişçesine döndü. Su onu dibe çektiğinde tekrar benimle yüz yüzeydi. Kırmızı bir kurdele, akıntı onu uzağa ve aşağı çekerken gidişini bellietmek için bir kanat gibi açıldı.
Kendimi kıyıya attığımda elimde hâlâ yumruğumda sıkıca tuttuğum ıslak elbisenin yırtılmış parçası vardı.
İşte elimdeydi: Mavi elbiseden on santimlik küçük bir parça. Belki de Silas Stone’un -ağaç tornacısı ve öğrenci, yirmi yaşındaki, Blackstone Nehri’nin yanında büyümüş ancak yine de yüzmeyi öğrenmemiş Silas Stone’un- fani artakalanlarının tümüydü. Onu annesine göndermeye karar verdim. Onun tek oğluydu.
Nerede yattığını merak ediyorum. Süngerimsi etlerini şimdiden emmeye başlamış binlerce küçük ağızla birlikte bir kayanın altına sıkışmış. Ya da hâlâ sürükleniyor, aşağıya, aşağıya, nehrin daha geniş daha sakin yerlerine. Toplandıklarını görüyorum: Boğulanlar, vurulanlar. Elleri parmak uçlarıyla birbirlerine dokunmak için su yüzeyinde duruyor. Bir ya da iki gün içinde bu cenaze filosu, Washington’da çamurlu bir tepede, iskelesi üzerinde yükselen bitmemiş beyaz kubbenin önünden süzülecek. Vatandaşlar bu cesur ölüleri farkedecekler mi, saygıyla şapkalarını çıkaracaklar mı? Yoksa şişmiş, çürümüş insan yığınından iğrenerek başlarını mı çevirecekler?
Şimdi gidip yaralıları adanın neresine taşıdıklarını bulmalıyım. Doğal olarak cerrah, beni haber vermeye layık görmüyor. Cerrah bir Kalvinist ve tam oluşmamış inanç biçimlerine karşı hoşgörüsüz, asık suratlı bir adam. Ona göre kişi kendi zanaatının ustası olmalı, demirci demir dövmeyi, çiftçi sabanla sürmeyi, din işleri subayıysa inancını bilmeli. Beni ve benim vaizliğimi hiçe saydığını açıkça belli etti. Bölüğe verdiğim ilk vaazda, her gün ölümle yüzleşen adamlara lanetlenme üzerine olmayan bir vaazın gereksiz bir ayin olduğunu ve eğer bir aşk şiiri dinlemek isterse karısına gideceğini söyledi.
Ellerimle mısır püskülü gibi karmakarışık olmuş saçlarımı taradım. Bu küçük iş için bile kolumu kaldırmak bir ızdırap.
Her bir kasım ağrıyor. Belki de halam, buraya gelişimle ilgili söylediklerinde haklıydı: Bir adamın kırkıncı yaşının zirvesi böyle bir atılım için uygun bir zaman değildi. Ama eğer söz mücadelesinde söyleyecek birçok şeyi olan biri olarak bu kan mücadelesinden kaçsaydım nasıl bir adam olurdum? Bu yüzden ayaklarım beni taşıdığı sürece bu silahlanmış adamların yanında olacağım. Ancak Millbury’den bir erin bana bugün söylediği gibi: “Virginia zorlu bir yol, gerçekten.”
Yazı tahtamı sırt çantama koydum. Eşyalarımızın büyük kısmını burada adada bırakmıştık ama battaniyemi kurulanmakta ve ıslanmış elbiselerimi kurulamada kullandığım için sırılsıklam oldu. Ancak ıslak ya da kuru olsun yün yine de biraz ısıtıyor. Battaniyeyi nehrin kenarına uzanmış iki büklüm ve acı içinde olan bir gence götürdüm. Çocuk sırılsıklamdı ve titriyordu. Onun sabaha ateşler içinde yanıyor olacağını düşündüm. Ona “Benimle birlikte nehrin kenarından daha kuru bir yere gelmez misin?” diye sordum. Cevap vermedi, ben de battaniyeyi yattığı yerde üzerine örttüm. Bu akşam ikimizde soğukta uyuyacağız. Ancak yine de Silas Stone kadar değil.
Uzunca bir süre çamurun içinden daha sonraysa nehrin aşağıya kıvrım yaptığı biçilmiş bir tarladan yürüdüm. Titrek alev ışığında bütün gece titreyecekleri yerde, bir ot yığının kovuğunda bitkin bir şekilde oturan hafif yaralıları fark ettim. Onlara hastane çadırlarının nereye kurulduğunu sordum. Sargılı bir kola bakım yapan bir er, “Çadır yok, eski bir ayrılıkçı evini kullanıyorlar” dedi. “Garip bir yer orası, hepsi çıplak büyük beyaz heykeller ve eski kitaplarla dolu odaları var. Taşa düşmüş testi gibi çatlak bir ayrılıkçı ve bir kölesi yaşıyor. Eğer güvenirseniz, bizim cerraha yardım ediyor. Benim yarama baktı ve gördüğünüz gibi gayet güzel bağladı” dedi kol askısını gururla kaldırıp acıyla yüzünü buruşturarak. “Önceden orada bir düzineden fazla köle olduğunu, bir tek kendisinin kaçmadığını söyledi.”
Benimle konuşan erin sağını solunu bildiğini sanmıyorum çünkü eve giden yolu tarifi tutarlı değildi ve boynu sargılı, konuşamayan arkadaşı onun söylediği her yönün tersini işaret ediyordu. Böyiece yanlış yoldan gittim ve kendimi karşı kıyının Maryland mi yoksa Vırginia mı olduğundan emin olamaz bir halde tekrar nehir kıyısında buldum. Geriye döndüm ve beni bir zamanlar bir buğday değirmeni olan yıkıntılara götüren bir dizi çit buldum. Çiti, kızılcıkların ve botsuz ayağıma batan çakılların ötesinde, bir kapıya gelene kadar takip etmeye devam ettim. Sonra doğru yolda olduğumu fark ettim, çünkü kokuyu aldım. Keşke arazi hastanelerinin birbiriyle aynı, tuvalet çukuruna benzer kokuları olmasaydı. Ama bu, neşter yaşayan insanların bağırsaklarını kesip açtığında, sindirim artıklarının çevreye dökülmesindendi. Ve bir de daha az ama bana kalırsa neredeyse eşit derecede kokan taze doğranmış et kokusu vardı. Durdum ve çalılara doğru dönüp acı bir sıvı kustum. O andaki iki büklüm ve zayıf durumum aklıma babamın kendi payıma düşen domuz etini yemediğim için beni dövüşünü getirdi Benimki gibi etsiz bir beslenmenin beni ev işlerinde güçsüz düşürdüğüne inanıyordu. Ancak benim kaçtığım, pis ve acımasız angaryaların kendisiydi. Hiç kimse isteksizce boyunduruğa alınmış, koşum takımlarından derisi yüzülmüş, umutsuz büyük boş gözlerle bakan san öküzlerle gün boyu çalışmaya zorlanmamalıdır. Gün doğumundan gün batınıma buharı tüten gübreye batarak hayvanların kıçlarında yavaş yavaş yürümek insanın ruhunu kurutur. Ve bir de domuzlar! Kesildiklerinde koyu renk kan fışkırırken attıkları çığlıkları duyan biri nasıl domuz eti yiyebilir ki?
Belki karanlıktan ya da değişik iklimdendi. Belki benim sinirliliğimden, kederimden ya da bitkinliğimdendi. Belki de yirmi yıl karanlık ve bulanık ve unutulmak için yalvaran bir anıyı aklında tutmakta aktif bir hafıza için çok uzun bir süreydi. Her ne olursa olsun evi tanıdığımda geniş taş merdivenlerin yarasındaydım. Buraya daha önce de gelmiştim.
İKİNCİ BÖLÜM
Tahta Muskat
Buraya daha önce gelmiştim, bir bahar sabahında, nehrin üzerindeki sis o kadar kalındı ki sanki gökyüzünün çanağından bütün sütlü bulutlan vadiye dökülmüş gibi görünüyordu. On sekiz yaşındaydım, Norfolk Limanı’ndan buraya gelen uzun yolu aşama aşama yürümüştüm. Hasır şapkamdan çıkan, güneşten neredeyse beyazlamış saçlarımla zayıf ve güçlüydüm.
O zamanlar, istendiğinde adanın kuzey ucunda duran bir mavna vardı. Oraya bir hevesle inmiş ve eve kadar olan iki buçuk kilometrelik yolu beni buraya getiren kayıkçının söylediği şarkıyı ıslıkla çalarak yürümüştüm. Yol boyunca kızılcık çiçekleri açmıştı ve hava Spindle Hill’deki soğuk Mayıs sabahının çamur kokusunun aksine…