Leydi Francesca Haughston aşkı aramaktan vazgeçmiş, geçimini sağlamak üzere uygun çiftlerin arasını yapmayı kendine meslek edinmiştir. Bu nedenle uzun zaman önce nişan attığı Rochford Dükü Sinclair’le bir iftira yüzünden ayrıldığını öğrenince hatasını telafi etmek için yeni yeteneklerini kullanmaya karar verir.
Francesca, Dük’le aralarında ne varsa uzun yıllar önce bittiğinden ve bu durumun tek sorumlusunun da kendisi olduğundan emindir. Sinclair’in bakışları ve onu kollarına alması ise sadece daha genç ve daha uygun bir eş için yaptığı hazırlıktan ibarettir. Ancak Francesca çok geçmeden bu aşk derslerinin ikisini de ateşe atabilecek bir tutkuya dönüşeceğini görecektir.
“Camp bir kez daha ustalığını gösterip tarihî romans hayranları kadar, modern romans severleri de cezbedecek, ateşli bir aşk hikâyesi yaratmış.”
-Publishers Weekly-
***
BİRİNCİ BÖLÜM
LEYDİ FRANCESCA HAUCHSTON’UN VVhittington Balo Salonu’nda süzülerek yürümesini izleyenler arasında hiç kimse, planının ilk hamlelerini yaptığını anlayamazdı. Her zamanki hal ve tavrıyla ortalıkta dolanırken, arada sırada bir elbiseye iltifat etmek ya da çok sayıdaki hayranlarından biriyle flört etmek için duraksıyordu. Buz mavisi ipek içinde bir rüya gibiydi ve sarı bukleleri topuzundan bir şelale gibi düşerken gülümsüyor, konuşuyor ve yelpazesini sallıyordu. Fakat tüm bu zaman zarfında, lacivert gözleriyle avını kolluyordu.
Rochford Dükü’ne bir eş bulmak için kendisine söz vereli neredeyse bir ay olmuştu ve bu gece bu planını gerçekleştirmek niyetindeydi. Tüm hazırlıklarını tamamlamıştı. Sosyetenin tüm evlenmemiş hanımlarını yakından incelemiş ve özenli araştırmaları ile gözlemlerin sonucunda, Sinclair için uygun gördüğü adayların sayısını üçe indirmeyi başarmıştı.
Bu üç hanımın da bu akşam geleceğinden emindi. Whittington Balosu yılın en önemli olaylarından biriydi ve ağır hasta olmayan, evlenme çağındaki her genç hanım bu baloya mutlaka katılırdı. Bunun yanı sıra Dük de gelebileceği için Francesca planını uygulayabilirdi.
Artık işe koyulma zamanı gelmişti de geçmişti bile. Aslında Rochford’a uygun gelin adaylarını bulabilmesi üç hafta bile sürmemişti. Ne de olsa onun düşesi olabilecek niteliklere sahip kızların sayısı oldukça azdı.
Ama her nedense, Callie’nin düğününden bu yana üzerine bir bıkkınlık gelmişti ve merak uyandırıcı bir isteksizlik nedeniyle davetlere, partilere ve tiyatroya gitmekten de kaçınmıştı. Yakın arkadaşı Sör Luden bile onun aniden ortaya çıkan evde kalma isteğine yorum getirmişti. Bunun sebebini tam olarak bilemiyordu. Her şey birdenbire sıkıcı ve neredeyse değersiz görünmeye başlamıştı. Aslına bakılırsa hafif bir melankoliye kapıldığı bile söylenebilirdi. Bunu, onun için uygun bir eş ararken yanında yaşamış olan Callie’nin evlenip evden ayrılmasına bağlamıştı. Callie’nin neşeli sesi ve içten gülümsemesi olmayınca Francesca’nın evi fazlasıyla boş kalmıştı.
Yine de, Callie’nin erkek kardeşi Sinclair’e karşı on beş yıl önce yaptığı yanlışı telafi etmek için kendine bir söz vermiş olduğunu hatırladı. Olanları değiştirmenin imkânsız olduğunu tabii biliyordu ama hiç değilse Dük’e uygun bir eş bulma iyiliğini gösterebilirdi. Ne de olsa bu, onun en iyi yaptığı şeydi. Bu yüzden bu geceki partide boy göstererek Dük adına düşündüğü flörtün uzun dansını başlatmak hususunda kararlıydı.
Francesca neredeyse her şeyin beyaz ve altın rengine boyanmış, zemininse bal rengi meşeyle kaplanmış ve üç kristal avizenin ışıltısıyla aydınlanmış olan büyük balo salonunda gezindi. Altın sarısı şamdanların üzerindeki kalın mumlar ve duvarlara sabitlenmiş beyaz ve altın renkli aplikler salonu daha çok aydınlatmaya yardımcı oluyordu. Duvarın kenarındaki vazoların içine yerleştirilmiş devasa kırmızı gül buketleri ve şakayıklar bütün bu ışıltıyı yumuşatırken, aynı zamanda çelenkler halinde ikinci katta bulunan muhteşem hole çıkan korkuluklara sarılmıştı. Bir saraya yakışacak türden oldukça şık bir mekândı ve Leydi Whittington’un sadece bu resmî balo salonunun varlığından ötürü bu devasa, eski ve Mayfair in dışında, hiç de modern sayılmayacak konumdaki konakta yaşamaya devam ettiği dedikodular arasındaydı.
Francesca kalabalığın arasından süzülerek merdivenlere yöneldi. Niyeti üst katın avantajından yararlanarak büyük balo salonundaki kalabalığın arasından seçmeye çalıştığı genç kadınların yerlerini tespit etmekti. Whittington Balosu, çalışmaları başlamak için son derece uygun bir yer diye düşündü kendi kendine merdivenleri tırmanmaya başladığında. Ne de olsa on beş yıl önce Rochford Dükü ile yaşadıklarının son bulduğu yer de burasıydı. Bütün dünyasının altüst olduğu yer.
O gece bütün çiçeklerin beyaz olduğunu hatırlıyordu. Her yer, yüksek vazoların içinde parlak yeşilliklerin eşlik ettiği güller, şakayıklar, kamelyalar ve tatlı kokulu gardenyalarla donatılmıştı. Henüz birkaç hafta önce takdim edilmiş ve o yılın tartışmasız en güzel kızı olan Francesca için başlı başına bir zafer gecesi olmuştu. Erkekler etrafında pervane olmuş, onunla bir kez olsun dans edebilmek için yalvarmış, süslü aşk ilanları etmiş, süslü iltifatlar sunmuşlardı. O ise gece boyunca sırrına sarılmış vaziyette, duyduğu aşk ve heyecandan yerinde duramamıştı. Ta ki hizmetlilerden biri eline bir not tutuşturana kadar.
Francesca ikinci kata ulaşınca korkuluğa yaslanıp alt katta dönerek dans eden çiftleri izlemeye koyuldu. Bu akşamın onca yıl önceki geceden hemen hemen hiçbir farkı yoktu. Elbiseler farklıydı tabii, duvarların rengi ve dekorasyon da değişmişti. Ama gecenin büyüsü, heyecanı, beklentiler ve entrikalar, bunlar hiç değişmemişti. Francesca insan kalabalığına bakarken gerçekte onları görmüyordu, daha çok geçmişi hatırlamakla meşguldü.
“Parti çok mu sıkıcı?,” diye sordu yanındaki parlak, tanıdık bir ses.
Francesca dönerek sarışın kadına gülümsedi, “Irene. Seni görmek ne güzel.”
Leydi irene Radbourne gür, dalgalı san saçlarıyla ve alışılmadık altın rengi gözleriyle oldukça çarpıcı güzellikte bir kadındı. Yirmi yedi yaşına kadar bekâr yaşamıştı ve geçen sonbahar Francesca, Radbourne Kontu için uygun bir eş aradığı sırada, Irene’in bunun için biçilmiş kaftan olduğuna karar verene kadar bunu değiştirmeye pek niyeti de yoktu, iki kadın da hayatlarını hemen hemen aynı çevrelerde geçirmişlerdi, bu yüzden lafını esirgemeyen, inatçı Leydi Irene’i yıllardır tanışa da, Francesca, sert mizaçlı Lord Gideon’a iyi yetişmiş bir eş aradığı sırada irene ile birlikte Radboume Malikanesi’nde iki hafta zaman geçirinceye kadar arkadaş olmamışlardı. Şimdiyse Francesca, Irene’i en yakın arkadaşlarından biri olarak görüyordu.
irene gözlerini dans eden renkli kalabalığın üzerinde gezdirdi. “Yeni evlenilebilir genç hanımlar mahsulü bu kadar sıkıcı mı?” Francesca omuz silkti. Bu konuda aralarında kibar bir sessizlik anlaşması olmasına rağmen, Francesca, Irene’in çöpçatanlık çabalarının eğlenceden ziyade hayatta kalmak için kendine vazife edindiğini sezdiğinden şüphelenmişti.
“Aslına bakarsan onlara pek alıcı gözle bakmadım. Korkarım Callie’nin düğününden bu yana çok tembelleştim.”
irene ona kurnaz bir bakış atta. “Endişelisin, öyle değil mi? Yapabileceğim herhangi bir şey var mı?”
Francesca başını salladı. “Önemli bir şey değil, gerçekten. Sadece. .. çok uzun zaman önce olan bir şeyi hatırladım. Yine burada yapılmış başka bir partiyi.” Zoraki bir gülümsemeyle yanağındaki gamze belirdi. “Lord Gideon nerede?”
Çiftin evli olduğu albay boyunca Irene yaranda Gideon olmadan pek nadir görülmüştü. Birbirlerine Francesca’nın tahmininden çok daha fazla uyum sağlamışlardı. Sanki aralarındaki aşk her geçen günle birlikte daha da büyüyor gibiydi.
İrene kıkırdadı. “Kapıdan girer girmez büyük teyzesi tarafından esir alındı.”
“Leydi Odelia mı?” diye sordu Francesca dehşetle. “Yüce Tanrım, o burada mı?” Dikkatle etrafına baktı.
“Burada emniyetteyiz,” diye teinin etti onu irene. “Merdiven çıkacağını zannetmiyorum, Bu yüzden vestiyer odasından çıkınca Gideon’u enselediğini görür görmez balkona kaçtım.”
“Ve onu orada yalnız bıraktın, öyle mi?” diye sordu Francesca kıkırdayarak. “Ne ayıp, Leydi Radbourne. Ettiğin yemine ne oldu?”
“Evlilik yeminimin büyük teyze Odelia’yı kapsamadığına seni temin ederim,’ dedi irene sırıtarak. “Elbette o anda biraz suçluluk hissettim ancak sonradan kendime Gideon’un birçok kişinin çekindiği, güçlü bir erkek olduğunu hatırlattım.”
“Yine de en cesur erkek bile Leydi Odelia’nın karşısında siner. Bir keresinde Rochford’un bile, ön tarafta Leydi Odelia’nın arabasını görünce arka kapıdan sıvışarak ahum etrafından dolaştığını ve beni annemle birlikte büyükannesi ile yüzleşmemiz için oracıkta bıraktığını hatırlıyorum.”
irene bir kahkaha attı. “Bunu görmeliydim. Bir dahaki karşılaşmamızda bunu Rochford’a anlatarak onu kızdıracağım.”
“Bu arada Dük nasıl?” diye sordu Francesca tesadüfmüşçesine. Irene’e bakmıyordu. “Son zamanlarda onu gördün mü?”
irene, Francesca’nın yüzüne bakb. “Bir hafta kadar önceydi sanırım. Birlikte tiyatroya gittik. Gideon ve o şimdi hem kuzen hem de arkadaş oldular. Ama eminim ki Rochford’u sen de göımüşsündür.”
Francesca omuz silkti. “Callie’nin düğününden sonra çok az karşılaştık. Aslında arkadaşım olan kız kardeşidir Rochford değil.”
Aslında Francesca, Dük’ten kız kardeşinin düğününden bu yana kaçıyordu. Ona yaptıklarının yaşattığı vicdan azabı ağır geliyor, her karşılaşmalarında yeni bir suçluluk dalgasına kapılmasına neden oluyordu. Aslında öğrendiklerini ona anlatması ve yapbğı şeyler için ondan özür dilemesi gerektiğini biliyordu. Bunu yapmaması son derece büyük bir korkaklıktı.
Yine de elinde değildi işte, yapamıyordu. Ne zaman itiraf etmeyi ve ondan af dilemeyi düşünse, içi kaskab kesiliyordu. Bunca yıl sonra aralarında hiç değilse bir çeşit barış elde edebilmişlerdi. Bu gerçek bir arkadaşlık olmasa da, ona yakın bir şeydi. Ya ona bildiklerini anlattığı takdirde öfkesi geri dönerse? Aslında o öfkeyi hakkettiğini düşünse de bu olasılık karşısında midesi isyan ediyordu. Bu yüzden Rochford’dan mümkün olduğunca kaçmayı tercih etmiş, onun geleceğini düşündüğü partilerden uzak durmuş ve karşılaştıklarında da ona çok fazla yaklaşmamaya özen göstermişti Bir iki kez karşı karşıya geldiklerinde ise Francesca tepkisiz ve tuhaf davranarak mümkün olduğunca çabuk kaçmıştı.
Elbette, adama uygun bir eş ayarlamakta başarılı olmak istiyorsa, bu durumun son bulması gerekiyordu. Ondan kaçmaya devam ettiği sürece onu muhtemel eş adaylarından biriyle yan yana getirmesi mümkün olmayacaktı.
“Callie bana Rochford’un sana haksızlık ettiğini söyledi,” diye söze girdi irene dikkatle.
“Haksızlık mı?” Francesca ürkek gözlerle bakıyordu. “Hayır. Nasıl bir haksızlık etmiş olabilir ki?”
“Bunu bilmiyorum,” diye itiraf etti irene. “Lord Bromwell’in Callie’ye kur yapmasıyla ilgili bir durum diye tahmin ediyorum.”
“Ah, şu mesele.” Francesca bu düşünceyi bir el hareketiyle savuşturdu. “Dük endişesinde haklıydı. Brom’un kız kardeşi onu kesinlikle Rochford’a karşı doldurmuştu ancak…” abartılı bir biçimde omuzunu silkti. “Birbirlerine âşık olmalarından sonra yapabileceğim bir şey yoktu ve Rochford bunun sonradan farkına vardı. Tek bir azarlamayla sararıp solacak kadar kırılgan bir kadın değilim ben.”
Francesca bakışlarını bir kez daha kalabalığın arasında gezdirince irene de onu takip etti.
“Kimi anyorsun?” diye sordu irene bir süre sonra.
“Ne? Ah. Hiç kimseyi.”
irene kaşlarını kaldırdı. “Kimseyi aramamak konusunda oldukça azimlisin.”
Francesca Irene’den bir şeyleri gizlemek hususunda zorlanıyordu. Irene’in samimiyetine aynı şekilde karşılık vermesi gerektiğini biliyordu. Kısa bir tereddütten sonra itiraf etti. “Leydi Althea Robart’ı görmeyi umuyordum.”
“Althea mı?” diye şaşkınlıkla karşılık verdi irene. ‘İyi ama neden?”
Francesca kıkırdamadan edemedi. “Yoksa ondan hoşlanmıyor musun?”
irene omuz silkti. “Hoşlanmamak fazla ağır bir tabir. Kısaca kendisi etrafımda olmasını istediğim insanlardan biri değil, diyelim. Bana kalırsa fazla kendini beğenmiş ve gururlu biri.”
Francesca başını onaylarcasına salladı. Leydi gerçekten öyle biriydi. Ama gururun da gelecekteki bir düşes için zararlı olduğunu düşünmüyordu. “Onu çok iyi tanımıyorum.”
“Ben de öyle” diye karşılık verdi irene.
“Damaris Burke’e ne dersin?”
“Lord Burke’ün kızı mı?” diye sordu irene. “Diplomat olan?”
Francesca başını salladı. ‘Ta kendisi.”
irene bir an için düşündükten sonra omuzlarını kaldırdı. “Aslında tam olarak bilemiyorum. Hiç hükümet çevrelerinde bulunmadım.”
“Oldukça hoş bir görüntü çiziyor.”
“Yumuşakbaşlı,” diyerek onayladı Irene. “Diplomatik partiler veren bir kadından beklenen de bu değil mi zaten?” Arkadaşına meraklı gözlerle baktı. “Neden soruyorsun? Sakın koca bulmak için senden yardım istediklerini söyleme bana.”
“Hayır,” dedi Francesca çabucak. “Onlar istemedi. Ben sadece… onları düşünüyordum.”
“Ah, o zaman senin yardımım isteyen bir beyefendi var?” diye tahmin yürüttü irene.
“Aslında o da yok. Sadece düşünüyordum. Kendimce, nasıl olurdu diye.”
“İşte şimdi merakımı uyandırmayı başardın. Senin yardımını bile istememiş olan birine mi eş ayarlamaya çalışıyorsun? Yoksa bu da mı Dük’te girdiğin bir bahis?”
Francesca’nın yüzü kızardı. “Ah, hayır hiç öyle bir şey değil. Ben düşündüm ki… şey, yani, bir zamanlar kırdığım biri var sadece hatamı telafi etmeye çalışıyorum.”
“Ona bir eş bularak mı?” diye sordu irene. “Böyle bir iyilik için sana teşekkür etmeyecek çok sayıda erkek vardır. Kim bu adam?”
Francesca yanındaki kaduu inceledi. Bütün arkadaşları arasında onu en iyi tanıyan Irene’di. Francesca ona kendi geçmişini hiç anlatmadığı halde, Irene’in babası Francesca’nın ölmüş kocasının arkadaşıydı o yüzden evliliğinde ne kadar mutsuz olduğundan Irene’in şüphelenmesi kesindi. Kaldı ki Francesca da hiçbir zaman Irene’e karşı beş sene önce vefat etmiş olan eşi Andrew’u özlemiş gibi davranma gereği duymamıştı. Uzun zaman önce Rochford’la arasında geçen mevzuyu hiç kimseye anlatmamıştı ama birdenbire Irene’e açılmak istediğini hissetti.
“Bu melankolik halinin sebebi o mu yoksa?” diye sürdürdü konuşmasını İrene.
“Sanırım bunun sebebi hızla yaklaşan doğum günüm,” diye cevaplasa da Francesca içini çekti. “Ve biraz da hak etmediği halde onu üzmüş olmam. Yaptığım şey için çok üzgünüm.”
irene kaşlarını çatmıştı. “Senin o denli kötü bir şey yapabileceğine inanmıyorum.”
“Onun bu konuda seninle hemfikir olduğunu sanmıyorum,” diye karşılık verdi Francesca. Arkadaşının gözlerinin içine dostça ve sevgiyle baktı. “Bundan kimsenin haberi olmamalı. Lord Gideon’un bile çünkü onu tanıyor.”
Irene’in kaşları havaya kalktı ve Francesca diğer kadının berrak altın rengi gözlerinde anlamaya benzer bir ifade gördü. “Dük mü? Rochford’dan mı bahsediyorsun?”
Francesca içini çekti. ‘Tahmin edeceğini bilmem gerekildi. Evet, söz konusu kişi Rochford ancak hiç kimseye söylemeyeceğine dair bana söz vermelisin.”
“Elbette. Söz veriyorum. Gideon’a bile söylemem. Fakat Francesca, anlayamıyorum. Rochford senin arkadaşın. Ona nasıl bir kusur işlemiş olabilirsin ki?”
Francesca tereddüt etti. Kalbi göğsünde kurşun gibi ağırdı, uzun zamandır içinde taşıdığı hüzün hâlâ oradaydı. “Nişanımızı bozdum.” irene bakakalmışh. “Aranızda bir şeylerin olduğunu biliyordum!” dedi yumuşak bir sesle. “Ancak tam olarak ne olduğunu anlayamamıştım. Fakat bundan hiç haberim olmadı. Anlamıyorum. Büyük bir skandal kopmuş olmalı.”
“Hayır.” Francesca başını salladı. “Skandal falan olmadı. Nişanımız gizliydi.”
“Gizli mi? Hiç de Dük’e göre bir davranış gibi gelmiyor kulağa.” “Aslına bakarsan, ortada hiç de öyle şaibeli bir durum yoktu,” diye onu temin etti Francesca. “Rochford her zaman çok düzgün…