Roman (Yabancı)Roman (Yerli)

Kamelyalı Kadın

Gerçek bir aşkın dokunaklı ve yürek burkucu hikâyesi…

Hukukçu Mösyö Armand Duval’in yolu bir gün kamelya çiçekleriyle ünlenmiş Matmazel Marguerite Gautier ile kesişir. Armand’ın kendi halinde bir hukukçu, Marguerite’in ise bir günlük çiçeklerine sıradan bir ailenin bir aylık geçim kaynağını sarf edebilecek derecede sefahat içinde bir kadın olması, bu iki gencin birbirlerine şiddetle ilgi duymalarını engellemez. Başından geçen onca şeye rağmen masumiyetini kaybetmeyen Marguerite, Armand Duval sayesinde hayatında ilk defa şefkâtin izlerini görmüştür çünkü.

Kamelyalı Kadın’ın naif öyküsü kuşaklardır o kadar beğenilmektedir ki birçok filme ve tiyatro oyununa konu olmuş, hatta Verdi’nin ölümsüz eseri La Traviata’ya kaynaklık etmiştir.

***

I

Benim fikrime göre, bir dil ciddi bir şekilde öğrenildikten sonra konuşulabildiği gibi, roman kahramanları da insanlar çok iyi incelendikten sonra yaratılabilir.

Henüz uydurma yaşında olmadığım için, ben anlatmakla yetineceğim.

O halde, okuru, kadın kahramanı dışında bütün kahramanları hâlâ hayatta olan bu hikâyenin gerçekliğine inanmaya davet ediyorum.

Zaten, benim tanıklığım yetmezse, burada derlediğim olayların çoğunu doğrulayabilecek tanıklar Paris’te bulunuyor. Bütün bunları, özel bir durum sayesinde yalnızca ben yazabilirdim, çünkü yalnızca ben, onlar olmadan tam ve ilginç bir hikâye oluşturmanın imkânsız olduğu son ayrıntıların tanığıydım. Bu ayrıntıları işte şöyle öğrendim: 1847 yılının 12 Mart’mda, Lafitte Sokağı’nda, mobilya ve zengin bir antika eşya koleksiyonu satışını ilan eden büyük, sarı bir afiş okudum.

Bu satış, ölen birinin ardından yapılıyordu. Afişte ölen kişinin adı geçmiyordu, ama satışın, Antin Sokağı, 9 numarada, aym 16’smda, öğleden saat beşe kadar yapılacağı bildiriliyordu.

Oldum olası antika meraklısıyımdır. Kendi kendime bu satışı kaçırmamaya söz verdim, bir şey almasam da, en azından görmüş durdum.

Ertesi gün, Antin Sokağı, 9 numaraya gittim. Sabahın erken saatiydi, bununla birlikte daire çoktan erkek, hatta kadın ziyaretçilerle dolmuştu; bu kadınlar, kadifeler giyindikleri, kaşmir şallara büründükleri, kapıda şık kupa arabaları onları beklediği halde şaşkınlıkla, hatta hayranlıkla gözleri önüne serilen lükse bakıyorlardı.

Bir süre sonra bu hayranlığı ve şaşkınlığı anladım, çünkü incelemeye koyulduğumda, bir fahişenin dairesinde olduğumu kolaylıkla anladım.

Oysa eğer yüksek tabakadan kadınların görmeyi arzuladıkları bir şey varsa, -burada da yüksek tabakadan kadınlar vardı- bu da şatafatlı arabaları her gün kendilerinkine çamur sıçratan, kendileri gibi, kendilerinin yanında Opera’da ve Italiens Tiyatrosu’nda locaları olan, güzelliklerinin, mücevherlerinin, skandallarınm eşsiz zenginliğini Paris’te sergileyen bu kadınların evleridir.

İçinde bulunduğum dairenin sahibi ölmüştü, şimdi kadınların en namuslu olanları dahi onun yatak odasına kadar girebilirlerdi. Ölüm, bu muhteşem çirkefin havasını temizlemişti, zaten eğer bir bahaneye ihtiyaçları olursa, kime geldiklerini bilmeden bir satışa geliyorlardı. Afişleri okumuşlardı, afişin vaat ettiği şeyleri ziyaret etmek ve seçimlerini önceden yapmak istiyorlardı; bu da bütün bu harika şeylerin ortasında -kuşkusuz kendilerine öylesine garip hikâyeler anlatılmıştı ki- kibar fahişe hayatının izlerini aramalarını engellemezdi, bundan daha doğal bir şey olamazdı.

Maalesef sırlar tanrıça ile birlikte ölmüştü, bütün iyi niyetlerine rağmen, bu hanımlar yalnızca ölümden sonra satılacak eşyaları görebilmişlerdi, kiracı hayattayken satılanlardan hiçbirini bilmiyorlardı.

Bununla birlikte, alış veriş için ne gerekliyse vardı. Mobilyalar müthişti. Gül ağacından mobilyalar, Boule mobilyaları, Çin ve Sevr vazoları, Saksonya heykelcikleri, satenler, kadifeler ve danteller, hiçbir şey eksik değildi.

Dairede gezindim, benden önceki meraklı soyluları takip ettim. Acem kumaşıyla kaplı bir odaya girdiler, ben de girmeye yeltendiğim zaman onlar bu yeni antikadan utanmış gibi yüzlerinde hafif bir gülümsemeyle odadan çıktılar. Bu, bende bu odaya daha çok girme arzusu uyandırdı. Burası, ölünün israfının üst noktaya kadar yayıldığını gösteren en ince ayrıntılarla döşenmiş banyoydu. Duvara dayanmış üçayak genişliğinde, altı ayak uzunluğunda büyük bir masanın üstünde Aucoc ve Odiot tarzı işçiliğin en değerli parçaları göz kamaştırıyordu. Burada müthiş bir koleksiyon vardı, evinde bulunduğumuz kadın gibi bir kadın için öylesine gerekli olan bu bin parçanın bir tanesi bile altın ya da gümüş dışında bir metalden oluşmuyordu. Bununla birlikte, bu koleksiyon ancak yavaş yavaş yapılabilirdi, bunu tamamlayan aynı aşk değildi.

Bir fahişenin banyosu karşısında çekinmiyordum, her ne olursa olsun, tüm ayrıntıları incelemek hoşuma gidiyordu, titizlikle işlenmiş tüm banyo takımlarının çeşitli baş harfleri ve farklı nişanlar taşıdığını fark ettim.

Her biri zavallı kızın fuhuşunu gözümde canlandıran bütün bu eşyalara bakıyor, kendi kendime Tanrı’mn onun için bağışlayıcı olduğunu söylüyordum, çünkü olağan cezaya ulaşmasına izin vermemiş, yaşlılıktan önce, lüksü ve güzelliği içinde ölmesine izin vermişti, bu ölüm, fahişelerin en tercih ettikleri ölüm şekliydi.

Gerçekten de, sefahatin çöküşünü görmekten daha acı verici bir şey var mıdır, özellikle kadında? İçinde en ufak bir özsaygı kalmamıştır, hiçbir ilgi uyandırmaz. Bu bitmez tükenmez pişmanlık, takip edilen kötü yoldan değil, ama kötü yapılmış hesaplar ve kötü kullanılmış paradan ileri gelmektedir, işitilebilecek en üzücü şeylerden biridir bu. Eskiden bu âlemin içinde bulunmuş yaşlı bir kadın tanımıştım; geçmişinden, yaşıtlarının dediğine göre az çok annesi kadar güzel bir kız kalmıştı yalnızca. Annesinin çocukluğunda onu beslediği gibi yaşlılığında da kendisini beslemesini buyurduğu sıralarda yalnızca “Kızım” dediği bu zavallı yaratığın adı Louise’di, annesine boyun eğerek, sanki başka bir meslek öğ-retseler onu da aynı şekilde yaparmışçasına isteksiz, tutkusuz, arzusuz kendini veriyordu.

Ardı arkası kesilmeyen, üstelik erken gelişmiş bir fuhuş hayatının manzarası, bu kızın sürekli hastalığıyla beslenince, Tanrı’nın belki verdiği, ama kimsenin akima geliştirmenin gelmediği kötü ve iyi kavrayışını söndürmüştü.

Neredeyse her gün aynı saatte bulvarlardan geçen bu genç kızı her zaman hatırlayacağım. Annesi, gerçek bir annenin gerçek kızma gösterdiği özenle ona sürekli eşlik ediyordu.

O zaman çok gençtim ve asrımın basit ahlakını kabul etmeye hazırdım. Bununla birlikte, bu rezilce gözetimin bende hor görü ve tiksinti uyandırdığını hatırlıyorum.

Buna bir de hiçbir bakire yüzünün aynı masum hisse, aynı melankolik ifadeye sahip olamayacağını ekleyin.

Sanki bir boyun eğiş heykeliydi.

Bir gün, bu kızın yüzü aydınlandı. Programını annesinin tuttuğu bu sefaletler içinde, Tanrı günahlara karşın ona bir mutluluk bahşetmiş gibi oldu. Hem neden, onu güçsüz yaratan Tanrı, hayatının acılı yükü altında onu tesellisiz bıraksın? Bir gün, hamile olduğunu fark etti, lekesiz kalan yanı, sevinçten titredi. Ruhun garip kaçamakları vardır. Louise kendisini öylesine mutlu eden bu haberi annesine söylemeye koştu.

Bunları anlatmak utanç verici, bununla birlikte biz burada haz için ahlaksızlık yapmıyoruz, eğer dinlemeden yargılanan, yargılamadan hor görülen bu varlıkların işkencelerini ara sıra ortaya koymaya inanmasak belki de söylememekle daha iyi edeceğimiz gerçek bir olay anlatıyoruz; utanç verici diyorduk, ama anne, kızma hali hazırda iki kişi rahat geçinemediklerini, üç kişi hiç geçinemeyeceklerini, böyle çocukların gereksiz, hamileliğin ise bir zaman kaybı olduğunu söyledi.

Ertesi gün, yalnızca annenin bir arkadaşı olduğunu belirteceğimiz bir ebe, birkaç gün yatakta kalacak, eskisinden daha solgun, daha güçsüz kalkacak Louise’i görmeye geldi.

Üç ay sonra, bir adam ona acıdı, ruhsal ve bedensel sağlığı ile ilgilendi; ama son ruhsal sarsıntı fazlasıyla şiddetli olmuştu ve Louise yaptırmış olduğu kürtajın ardından öldü.

Annesi hâlâ yaşıyor: Nasıl? Tanrı bilir.

Bu hikâye, gümüş takımları izlerken aklıma geldi, görülen o ki bu düşüncelerle bir süre vakit geçirmişim, çünkü dairede benden ve bekçiden başka kimse kalmamıştı, bekçi bir şeyler araklamayayım diye dikkatle beni kapıdan gözlüyordu.

Kendisinde ciddi endişeler uyandırmış olduğum bu cesur adama yaklaştım.

– Bana burada oturan kişinin adını bağışlayabilir misiniz Mösyö, dedim.

– Matmazel Marguerite Gautier.

Bu kızı ismen tanıyordum, daha önce görmüşlüğüm de vardı.

– Nasıl olur, dedim bekçiye, Marguerite Gautier öldü mü?

– Evet, Mösyö.

– Peki ne zaman?

– Sanırım üç hafta oldu.

– Ee, neden gezdiriyorlar daireyi?

– Alacaklılar böylesinin satışı daha da yükselteceğini düşündüler. Müşteriler mobilyaların ve kumaşların uyandırdığı etkiyi önceden görebiliyorlar; anlarsınız ya, böylesi, almayı özendirir.

– Borçları vardı demek?

– Evet Mösyö, hem de pek çok!

– Ama satış bunları karşılar kuşkusuz, değil mi?

– Fazlasıyla.

– Artan kime kalacak o zaman?

– Ailesine.

– Demek ailesi var?

– Anlaşılan öyle.

– Teşekkür ederim Mösyö.

Niyetim konusunda içi rahat eden bekçi beni selamladı, oradan ayrıldım.

Evime dönerken “Zavallı kız” diyordum, çok üzüntülü bir şekilde ölmüş olmalı, çünkü onun dünyasında, sağlıklı olmak koşuluyla dostu vardır insanın.

Elimde olmadan Marguerite Gautier’nin kaderine acıyordum.

Birçok insana belki gülünç gelecek ama, fahişelere karşı bitmez tükenmez bir bağışlayıcılık vardır bende, bu bağışlayıcılığı tartışmaya bile gerek görmem. Bir gün, emniyet müdürlüğüne pasaport almaya giderken, bitişik sokaklardan birinde iki jandarmanın götürdüğü bir kadın gördüm. Bu kızın ne yaptığını bilmiyorum, tek söyleyebileceğim, tutuklanmasının ondan ayırdığı birkaç aylık bir çocuğu öperek hüngür hüngür ağladığıydı. O günden beri, bir kadını ilk bakışta hor görmemeyi öğrendim.

Satış ayın 16’sındaydı.

Ziyaretler ve satış arasında döşemecilere duvar kaplamalarını, perdeleri, vb söksünler diye zaman vermek için bir günlük boşluk bırakılmıştı.

O dönemde, yolculuktan dönüyordum. Haberler başkentine dönen birine her zaman arkadaşlarının bildirdiği bu büyük haberlerden biri gibi Marguerite’in haberini bana bildirmemeleri oldukça doğaldı. Marguerite güzeldi, ama bu kadınların az bulunur hayatları ne kadar ses getirirse, ölümleri o kadar az duyulur. Bunlar, doğdukları gibi batan güneşlerdendirler, sönük.

Ölümleri, genç öldüklerinde, bütün sevgilileri tarafından aynı zamanda öğrenilir, çünkü Paris’te tanınmış bir kızın tüm sevgilileri neredeyse yakın dosttur. Hakkında birkaç hatıra değiş tokuş edilir, her birinin hayatı, bu olay yüzünden tek bir gözyaşıyla bile bulanmadan sürüp gider.

Bugün, yirmi beş yaşında olunca, gözyaşları öyle nadir bir şey olur ki kadınlara ilk bakışta verilemez. Verilse verilse ailelere verilir, bu da ağlanmak için çok masraf ettikleri için onların hakkıdır.

Ben ise, Marguerite’in hiçbir eşyasının üstünde baş harfim bulunmasa da, demin itiraf ettiğim bu içgüdüsel bağışlayıcılık, bu doğal acımadan dolayı ölümünü belki de hak etmediğinden daha uzun düşünüyordum.

Marguerite’e, iki muhteşem doru at bağlı, mavi bir küçük kupa arabasında her gün geldiği Champs-Elysees’de sık sık rastladığımı, o zamanlar onda benzerlerinde pek olmayan bir farklılık, gerçekten olağanüstü bir güzelliğin belirginleştirdiği bir farklılık saptadığımı hatırlıyordum.

Bu zavallı gözdeler dışarı çıktıklarında onlara her zaman alelade kimseler eşlik eder.

Hiçbir erkek, onlara olan gece aşkını herkesin önünde ifşa etmeye razı olmadığından, onlar da yalnızlıktan nefret ettiklerinden, yanlarına ya daha az mutlu olan, arabası olmayan, ya da şıklıklarının hiçbir gerekçesi olmayan, eşlik ettikleri kadın hakkında her ne olursa olsun birkaç ayrıntı öğrenmek istenildiğinde kendilerine çekinmeden yanaşılıp soru yöneltilebilecek şık ve yaşlı kadınları alırlardı.

Marguerite için durum böyle değildi. Champs-Elysees’ye her zaman yalnız, kendisini olabildiğince sakladığı arabasında, kışın büyük bir kaşmir şala sarınmış, yazın oldukça basit elbiseler giyinmiş olarak gelirdi; en sevdiği gezinti yerlerinde tanıdığı insanlar olursa da, onlara umulmadığı halde gülümserse, gülümseme yalnızca gülümsedikleri için görünürdü, ancak bir düşes böyle gülebilirdi.

Bütün meslektaşlarının yaptığı ve yapmış olduğu gibi göbekten, Champ-Elysees’nin girişine kadar dolaşmazdı. İki atı onu hızlıca Bois’ya götürürdü. Orada, arabadan iner, bir saat yürür, kupa arabasına biner, hızlıca evine dönerdi.

Kimi kez tanık olduğum tüm bu ayrıntılar, gözlerimin önünden geçiyor, güzel bir eserin tamamen tahrip olmasına üzülür gibi bu kızın ölümüne üzülüyordum.

Oysa , Marguerite’inki gibi bir güzellikten daha çekicisini görmek imkânsızdı.

Aşırıya varacak derecede uzun ve ince olan bu kadın, doğanın bu unutuşunu üzerine giydiklerinde basit düzenlemeler yaparak yok etme sanatının ustasıydı. Her iki yandan ipek bir elbisenin geniş fırfırlarının çıkmasına izin veren, ucu yere değen kaşmir şalı ve göğsüne dayadığı iki elini saklayan kaim el kürkü, öylesine ustaca düzenlenmiş kıvrımlarla çevriliydi ki bir göz ne kadar müşkülpesent olursa olsun hatlarına hiçbir şey diyemezdi.

Harika başı, özel bir süslenme biçiminin nesnesiydi. Çok küçüktü, Musset’nin diyeceği gibi, annesi bu başı, özenle süslensin diye bu kadar küçük yapmıştı.

Betimlenemez zariflikte bir oval yüze, üstünde resmedilmiş hissi veren öylesine düzgün yaydan kaşlar olan iki siyah göz koyun; bu gözleri, aşağıya indiğinde yanakların pembe rengine gölgelerini bırakan uzun kirpiklerle perdeleyin; haz dünyasına doğru ateşli bir istek duymaktan birazcık açılmış delikleri olan ince, dik, karakteristik bir burun, süt gibi beyaz dişlere nezaketle açılan dudakları olan düzgün bir ağız çizin; hiçbir elin dokunmadığı şeftalileri kaplayan kadife rengiyle de cildi boyayın, bu sevimli başın bütünü ortaya çıkar.

Kömür gibi siyah saçlar, doğal dalgalı ya da değil, alma iki geniş bant şeklinde açılıyor, ucunda her biri dört, beş bin frank değerinde olan iki elmasın parladığı kulakları açıkta bırakacak şekilde başın arkasında yitiyordu.

Nasıl oluyordu da ateşli hayatı Marguerite’in yüzünde bakirelere benzeyen, hatta yüzünün karakteri olan çocuksu bir ifadeye izin verebiliyordu, bunu anlamadan saptadığımızı belirtmek zorundayız.

Marguerite’in kendisinde onu çizebilecek tek adam olan Vidal tarafından yapılmış bir portresi vardı. Ölümünden sonra bu portre birkaç günlüğüne bende kalmıştı, bu portre öylesine ona benziyordu ki hafızamın yetmediği durumlarda buradaki bilgileri vermek için ondan yararlandım.

Bu bölümün ayrıntılarının bazılarını daha sonra öğrendim, ama bu kadının hikâyesi başlayınca bir daha geri dönmemek için hepsini hemen yazıyorum.

Marguerite tüm ilk temsillere katılıyor ve tüm akşamlarını tiyatro ya da baloda geçiriyordu. Yeni bir oyun oynandığı her defasında onun da orada, hiçbir zaman ayrılamadığı dürbünü, bir paket şekeri ve bir buket kamelyasıyla, zemin katta ön sıradaki locasında görüleceğinden emin olunurdu.

Aym yirmi beş günü, kamelyalar beyaz, diğer beş günü kırmızı oluyordu; benim açıklayamayıp sadece belirttiğim, benim gibi tiyatronun müdavimleri ve arkadaşları tarafından da fark edilen bu renk çeşitliliğinin nedeni hiçbir zaman öğrenilmedi.

Marguerite kamelyalar dışında başka bir çiçekle hiçbir zaman görülmedi. Çiçekçisi Madam Barjon’da ona Kamelyalı Kadın adı takıldı ve bu ad böylece kaldı.

Ayrıca, Paris’te belli bir çevrenin içinde yaşayan herkes gibi, Marguerite’in en şık genç adamların sevgilisi olduğunu, seven ve sevilenin birbirlerinden mutlu olduğunun bir kanıtı olarak Marguerite’in bunu açıkça dile getirdiğini, bu kişilerin de bundan övündüğünü biliyordum.

Bununla birlikte, yaklaşık üç senedir, Bagneres’e yaptığı yolculuktan beri, çok zengin, onu eski hayatından olabildiğince koparmaya çalışan, Marguerite’in de buna oldukça razı göründüğü yabancı bir ihtiyar dükten başka kimse ile yaşamadığı söyleniyordu.

Bu konuda işte bana anlatılanlar:

1842 senesinin ilkbaharında, Marguerite öylesine zayıflamış, öylesine değişmişti ki doktorlar kaplıcaları önermişler, o da Bagneres için yola çıkmıştı.

Burada, hastalar arasında, bahsettiğimiz Dükün kızı da bulunuyordu, bu kız Marguerite’le aynı hastalığı taşıdığı gibi ona çok da benziyordu, o kadar ki, onları gören kardeş sanabilirdi. Yalnız genç düşeş veremin üçüncü derecesindeydi, zaten Marguerite geldikten kısa bir zaman sonra da ölmüştü.

Bir sabah, kalbin bir parçasının kefenlenen toprakta kalması gibi Bagneres’te kalan Dük, iki yanı ağaçlı bir yolun dönemecinde Marguerite’i fark etti.

Çocuğunun gölgesi geçiyor gibi geldi kendisine, ona doğru yürüdü, ellerini tuttu, ağlayarak onu öptü, kim olduğunu sormadan, onu görmek, kendisini ölen kızının yaşayan bir hayali gibi sevmek için izin istedi.

Bagneres’te oda hizmetçisiyle yalnız olan, şerefini tehlikeye sokmak gibi bir korkusu da bulunmayan Marguerite, Dük’le isteği konusunda anlaştı.

Bagneres’te kendisini tanıyan kimseler, Matmazel Gautier’nin gerçek durumu hakkında Dük’ü uyarmaya gittiler. Yaşlı adam için bu, sarsıcı bir darbe oldu, çünkü burada kızma olan benzerlik bitiyordu, ama artık çok geçti. Genç kadın kalbinin bir ihtiyacı, tek bahanesi, hâlâ yaşamasının tek mazereti olmuştu.

Ona hiçbir sitemde bulunmadı, bulunmaya hakkı yoktu, ama hayatını değiştirmeyi becerip beceremeyeceğini, bu fedakârlığa karşılık arzu edebileceği tüm istekleri gerçekleştirme teklifinde bulunarak sordu. Marguerite de bunu yapabileceğine söz verdi.

O sıralarda heyecanlı yapıda olan Marguerite’in hasta olduğunu söylemek gerekir. Geçmiş, hastalığının başlıca sebeplerinden biri gibi görünüyordu, bir çeşit batıl inanç, pişmanlığının ve yön değiştirmesinin karşılığında Tanrı’nm güzelliğini ve sağlığını ona bırakacağı umuduna kapılmasına neden oldu.

Gerçekten de yaz sonu geldiğinde kaplıca, gezintiler, doğal yorgunluk ve uyku, sağlığını aşağı yukarı düzeltmişti.

Dük, Bagneres’te olduğu gibi onu görmeye devam edeceği Paris’e kadar Marguerite’e eşlik etti.

Ne gerçek başlangıcı ne de gerçek nedeni bilinen bu ilişki, büyük bir sansasyon yarattı, çünkü Dük büyük servetiyle tanınırken şimdi de savurganlığıyla biliniyordu.

Genç kadınla yaşlı Dük arasındaki yakınlığı, zengin ihtiyarlarda sık rastlanan çapkınlığa yordular. Olanlar dışında her şeyi tahmin ettiler.

Bununla birlikte, bu babanın Marguerite’e duyduğu hissin öylesine temiz bir nedeni vardı ki, kalp ilişkileri dışında onunla başka bir ilişki kurmak ona ensest ilişki gibi gelirdi, kızma söyleyemeyeceği tek bir kelimeyi hiçbir zaman ona söylememişti.

Kahramanımızı olduğundan başka gösterme düşüncesi bize uzaktır. Bu nedenle Marguerite’in, Bagneres’te kaldığı süre boyunca Dük’e verdiği sözü tuttuğunu söyleyeceğiz; ama bir kez Paris’e dönüldüğünde, sefih bir yaşama, balolara, içki âlemlerine alışmış bu kıza, sadece Dük’ün düzenli ziyaretleri tarafından bozulan yalnızlığı onu sıkıntıdan öldürecekmiş gibi gelmişti, eski hayatının yakıcı soluğu aynı anda kafasının ve yüreğinin üstünden geçiyordu.

Marguerite’in bu yolculuktan daha önce hiç olmadığı kadar güzel döndüğünü, yirmi yaşında olduğunu, uyuyan ama yenilmemiş hastalığın ona göğüs hastalıklarının neredeyse her zaman sonucu olan ateşli istekler vermeye devam ettiğini ekleyin.

Dük, genç kadınının bir rezilliğini suçüstü yakalamak için pusuda bekleyen, onunla olduğu için itibarını lekelediğini söyleyen arkadaşlarının, Marguerite’in kendisinin ziyarete gelmeyeceğinden emin olduğu saatlerde ziyaretçi kabul ettiğini, bu ziyaretlerin genellikle sabaha kadar uzadığını söyledikleri ve hatta kanıtladıkları zaman büyük bir üzüntüye düştü.

Sorduğunda Marguerite art niyet gözetmeden onunla ilgilenmeyi bırakmasını öğütleyerek her şeyi Dük’e itiraf etti, çünkü kendinde verilen sözleri tutma gücünü bulamıyor, aldattığı bir adamın iyiliklerini daha fazla almak istemiyordu.

Dük sekiz gün ortada görünmeden durdu, tüm yapabildiği bu oldu, sekizinci gün Marguerite’e onu olduğu gibi kabul edeceğine söz vererek, yeniden görüşmek için yalvarmaya geldi, onu görmesi yeterliydi, ölmesi gerekse bile ona hiçbir sitemde bulunmayacağına yemin etti.

İşte Marguerite’in dönüşünden üç ay sonra, yani 1842 yılı Kasım ya da Aralık ayında olaylar bu durumda seyrediyordu.

Ayın on altısı, saat birde, Antin Sokağı’ndaydım.

Arabaların girdiği kapıdan açık arttırma tellallarının bağırışları duyuluyordu.

Daire meraklı insanlarla doluydu.

Belki basit hazlarma gizlice özendikleri, hiçbir zaman aynı ortam içinde bulunamayacakları kadınları yakından görmek hakkını elde etmek için bir kez daha açık arttırmayı bahane eden birkaç soylu kadın tarafından sinsice incelenen seçkin sefahat dünyasının tüm ünlüleri buradaydı.

Madam Düşes de F…, günümüz kibar fahişelerinin en acı örneklerinden biri olan Matmazel A… ile dirsek dirseğeydi; Markiz de T…, dönemimizin kocasını aldatan kadınlarının en tanınmışı ve en zarifi Madam D…’nin arttırdığı mobilyayı almakta tereddüt ediyordu, Paris de Madrid’de varını yoğunu yitirdi diye geçinen, kısacası kazancının bir kuruşunu bile harcamamış olan Dük d’y… bir yandan, zaman zaman söylediğini yazmayı ve yazdığını imzalamayı isteyen en nükteci öykücülerimizden Madam M ile sohbet ederken diğer yandan hemen hemen her zaman pembe ya da mavi giyen, arabasını Tony’nin kendisine on bin franga sattığı ve kendisinin de … ödediği iki büyük siyah ata çektiren, Champs-Elysees’nin güzel gezgini Madam de N… ile gizli gizli bakışıyordu. Nihayet yüksek tabakadan kadınların çeyizleri ile edindiklerinin iki katını, diğerlerinin sevgililerinden sağladıkları kazancın üç katını tek yeteneği ile kazanan Matmazel R…, soğuğa rağmen birkaç öte beri satın almak için gelmişti, en çok bakılanlardan biri de oydu.

Bu salonda toplanmış ve birlikte bulunmaktan epey şaşkın daha birçok insanın baş harflerini burada sıralayabilirdik; ama okuru sıkmaktan korktuk.

Herkesin çılgınca eğlendiğini, burada bulunan kadınların çoğunun ölmüş kadını tanıdığını, ama onu hatırlamıyorlarmış gibi göründüklerini söyleyelim yalnızca.

Kahkahalarla gülünüyordu; tellallar avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı; satış masalarının önüne konulmuş sandalyeleri işgal eden tüccarlar, ticaretlerini sakin sakin yapabilmek için sessizliği sağlamayı boşuna deniyorlardı. Hiçbir toplantı bundan daha fazla çeşitli, daha fazla gürültülü olamazdı.

Bu tantananın, borçlarını ödemek için mobilyaları satılan bu zavallı yaratığın son nefesini verdiği odanın yanında cereyan ettiğini düşünerek bu iç karartıcı kargaşanın içine sessizce sokuluver-dim. Almaktan çok incelemeye gelmiştim, satış yaptırmaya çalışan alacaklıların bir eşya ummadıkları bir fiyata yükseldiğinde ışıl ışıl parlayan yüzlerine bakıyordum.

Bu kadının fuhuşu üzerinden vurgun yapıp, sırtından yüzde yüz kazanç sağlayan, hayatının son zamanlarında onu senetlerle hırpalayan, ölümünden sonra da utanılacak kredilerinin menfaatiyle birlikte dürüst hesaplarının meyvelerini toplamaya gelen namuslu insanlar.

Hırsızlar ve tüccarların tek Tanrısı olduğuna inanan eskiler ne kadar da haklıymış!

Elbiseler, kaşmir kumaşlar, mücevherler inanılmaz bir hızla satılıyordu. Bunların hiçbirisi bana göre değildi, bekliyordum.

Birdenbire:

– Kusursuz ciltlenmiş, kenarı yaldızlı bir kitap, adı: “Manon Lescaut”. İlk sayfasında bir şeyler yazılı: On frank, diye bağırıldığım duydum.

Yeterince uzun bir sessizlikten sonra, bir ses:

– On iki, dedi.

– On beş, dedim.

Neden? Bilmiyordum. Sanırım ilk sayfada yazılı olan şu şeyler için.

– On beş, diye tekrarladı tellal.

İlk artıran, daha fazla artırılmasın diye olacak meydan okur bir ses tonuyla:

– Otuz, dedi.

İş, bir çekişmeye dönüşüyordu.

Aynı tonla:

– Otuz beş, diye bağırdım.

– Kırk.

– Elli.

– Altmış.

– Yüz.

İtiraf etmeliyim ki büyük bir etki uyandırmak isteseydim, tamamen başarmış olurdum, çünkü bu arttırmada büyük bir sessizlik hâkim oldu, herkes bu kitaba sahip olmaya bu kadar kararlı görülen bu beyin kim olduğunu öğrenmek için bana bakıyordu.

Üstüne basa basa söylemiş olduğum son kelimem hasmımı ikna etmiş olacak ki, bu kitaba değerinin on katını ödetmekten başka bir şeye yaramayacak olan bir mücadeleyi bırakmayı tercih etti, biraz geç de olsa, boyun eğerek, nezaketle:

— Pes ediyorum Mösyö, dedi. Başka kimseden de bir ses çıkmadığından kitap benim üstüme bırakıldı.

Belki özsaygımın destekleyeceği ama cüzdanımın hiç kuşkusuz kendini kötü hissedeceği yeni bir inattan korktuğum için, adımı yazdırdım, kitabı bir kenara koydurup aşağıya indim. Her yerde on ya da on beş franga bulabileceğim bir kitaba hangi amaçla yüz frank vermeye geldiğimi kendilerine soran, bu sahneye tanık olan insanların kafasında soru işareti uyandırmış olmalıyım.

Bir saat sonra kitabı getirmeye birini yollamıştım.

İlk sayfada mürekkepli kalemle, güzel bir yazıyla yazılmış bir ithaf yazısı vardı.

Bu ithaf sadece şu sözcüklerden oluşuyordu:

Manon’dan Marguerite’e, Alçakgönüllülük.

Armand Duval diye imzalanmıştı.

Bu alçakgönüllülük kelimesi ne ifade ediyordu?

Mösyö Armand Duval’m fikrine göre acaba Manon, Marguerite’e ahlaksızlığın mı, gönlün mü üstünlüğünü tanıyordu?

İkinci yorum en olanaklısıydı, çünkü birincisi, Marguerite’in kendi hakkmdaki fikrine rağmen, kabul edemeyeceği densiz bir açık yüreklilik olurdu.

Yeniden dışarı çıktım, akşam yatağa girene kadar bu kitapla hiç ilgilenmedim.

Kuşku yok ki Manon Lescault bana en ufak bir ayrıntısının bile yabancı olmadığı, dokunaklı bir hikâyedir, bununla birlikte bu kitabı elimin altında bulduğumda, ona olan sempatim beni her zaman çeker, açarım ve Abbe Prevost’nun kadın kahramanıyla yüzüncü kez yeniden yaşarım hikâyeyi. Bu kadın kahraman öylesine gerçektir ki, onunla tanışmışım gibi gelir bana. Bu yeni olaylar ışığında, Marguerite ve onun arasında yapılan bir karşılaştırma, benim için bu okumaya beklenmedik bir boyut katıyordu; bu kitabı mirasına borçlu olduğum bu zavallı kıza karşı bağışlayıcılığım acımayla hatta neredeyse aşkla daha da arttı. Manon bir çölde ölmüştü burası doğru, ama kendisini ruhunun tüm enerjisiyle sevmiş, öldüğünde ona bir çukur kazıp bu çukuru gözyaşları ile sulamış ve kendi kalbini de aynı çukura gömmüş olan adamın kollarında: Oysa Manon gibi günahkâr, belki onun gibi tövbe etmiş olan Marguerite, gördüğüme inanmak gerekirse, görkemli bir lüksün ortasında, geçmişinin yatağında ama Manon’un gömüldüğünden daha kurak, daha büyük, daha acımasız olan bu gönül çölünün ortasında ölmüştü.

Marguerite, gerçekten de, hayatının son zamanlarındaki olaylardan haberdar olan arkadaşlarımdan öğrendiğim gibi, iki ay süren ağır ve acılı can çekişi boyunca onu candan avutan bir kişinin başucuna oturduğunu görememişti.

Manon ve Marguerite’ten sonra düşüncem, tanıdığım diğer kadınlara yöneldi, nerdeyse hiç değişmeyen bir ölüme doğru şarkı söyleyerek yol aldıklarını görüyordum.

Zavallılar! Onları sevmek bir hataysa eğer, bari en azından onlara üzülelim.

Gün ışığını hiç görmemiş köre, doğanın ezgilerini hiç dinlememiş sağıra, ruhunun sesini hiçbir zaman dile getirememiş dilsize üzülüyorsunuz da, edep gibi yalancıktan bir bahaneyle, mutsuz dertli kadını deli eden, elinde olmadan iyiyi görmesini, Tanrı’yı duymasını, inancın ve aşkın saf dilini konuşmasını engelleyen bu gönül körlüğüne, bu ruh sağırlığına, bu bilincin dilsizliğine üzülmek istemiyorsunuz.

Hugo, Marion Delorme’u, Musset, Bernerette’i, Alexandre Du-mas, Fernande’ı yarattı, bütün çağların düşünürleri ve şairleri kibar fahişeye merhametlerini sundular. Bazen de bir büyük adam, aşkı ve adıyla onları yeniden saygınlıklarına kavuşturdu. Bu noktada böyle ısrar ediyorsam, beni okuyacak kişilerin birçoğu, içinde günaha ve fuhuşa bir övgü görmekten korktukları için bu kitabı reddetmeye belki de hazır oldukları için ediyorum, kuşkusuz yazarın yaşı da bu korkuyu haklı göstermeye katkıda bulunuyor.

Böyle düşünenler aldanmasınlar, yalnızca bu korku onları tutuyorsa, tutumlarını devam ettirsinler.

Yalnız bir konuda ikna oldum, o da şu: Eğitimin iyiyi öğretmediği kadına, Tanrı hemen her zaman iki yol açar; bunlar acı ve aşktır. Zordurlar; bu yollara girenler ayaklarını kanatır, ellerini parçalar, ama aynı zamanda yolun dikenlerinde günahın süslerini bırakır, amaca Tanrı’mn önünde kızarmayacakları bu çıplaklıkla amaca erişirler.

Bu cesur yolcularla karşılaşanlar onları desteklemeli, karşılaştıklarını herkese söylemelilerdir, çünkü bunu yayarak onlara yolu göstermiş olurlar.

Bu, yaşamın girişine, birinin üzerinde iyilik yolu, diğerinin üzerinde kötülük yolu yazan iki direk koymak ve onlara “Seçin” demek değildir. Yapılması gereken, İsa’nın yaptığı gibi, kıyıların çekiciliğine kapılmış olanları ikinci yoldan birincisine götüren yolları göstermektir; özellikle bu yolların başlangıcının ne çok acılı, ne de çok girilemez gibi görünmesi gerekir.

Hıristiyanlık, bize hoşgörü ve bağışlamayı öğütlemek için Savurgan Çocuk meseliyle buradadır. İsa, tutkuları tarafından yaralanmış ruhlara karşı sevgi doluydu, yaralarını en iyi tedavi edecek merhemi seçer, onları bu merhemle sarmaktan hoşlanırdı. Magdalalı Meryem’e şöyle diyordu: “Seni çok bağışlayacaktır, çünkü çok sevdin”, yüce bir inanç uyandırması gereken yüce bir bağışlamaydı işte bu.

Neden İsa’dan daha katı olalım?

Neden, sarsılmaz olduğu sanılsın diye daha çok acımasızlaşan bu dünyanın fikirlerine inatla bağlı kalarak, içlerinden bir hastanın hastalıklı kanı gibi geçmişlerinin kötülüğü akan, yaralarını saracak ve gönlün iyileşme dönemini onlara geri verecek bir arkadaş elinden başka bir şey beklemeyen, yaralarla kanayan ruhları reddedelim?

Seslendiğim kendi kuşağımdır, Mösyö Voltaire’in kuramlarının kendileri için bereket versin ki artık bir geçerliliği olmayanlara, benim gibi, insanlığın on beş yıldır en cesur atılımlardan birinin içinde yer aldığını anlayanlara sesleniyorum. İyilik ve kötülük bilimi sonsuza dek kazanılmıştır; inanç yeniden inşa ediliyor, kutsal şeylere olan saygı bize iade edildi ve dünya harikalaşamıyorsa da en azından iyileşiyor. Bütün zeki adamların çabaları aynı amaca doğruluyor ve bütün büyük istekler canla başla aynı ilkeye girişiyor: iyi olalım, genç olalım, dürüst olalım!

Kötülük bir hiçlikten başka bir şey değil, iyilikten övünç duyalım, özellikle de umutsuzluğa kapılmayalım.

Ana, kız evlat ya da eş olmayan kadını küçümsemeyelim. Saygıyı aileye, hoşgörüyü bencilliğe indirgemeyelim. Gökyüzü, bir günahkârın pişmanlığına, hiç günah işlememiş yüz dürüst kişiden daha çok seviniyorsa, gökyüzünü sevindirmeye çalışalım. Bize bunun karşılığını fazlasıyla verebilir. Dünyasal arzuların yok ettiği ama kutsal bir umudun belki de kurtaracağı kişiler için yolumuzun üstüne affımızm sadakasını bırakalım; yaşlı koca karıların kendi usullerine göre bir ilaç öğütlerken söylediği gibi, faydası olmazsa, zarar da veremez.

Kuşkusuz, ele aldığım küçük bir konudan bu büyük sonuçları çıkarmak istemem cesurca görünecek, ama ben her şeyin azda olduğuna inananlardanım. Çocuk küçüktür ama insanı içinde taşır; beyin dardır ama düşüncenin barınağıdır; göz bir noktadan başka bir şey değildir ama fersahları kucaklar.

İki gün sonra, satış tamamen tamamlanmıştı.

Yüz elli bin frank elde edilmişti.

Üçte ikisini alacaklılar aralarında paylaşmışlar, bir kız kardeş ve küçük bir yeğenden oluşan aile ise paranın geri kalanına konmuştu.

İş adamları kendisine elli bin frank kaldığını yazdığında bu kız kardeşin gözleri fal taşı gibi açılmıştı.

Bu genç kız, bir gün kimseye haber vermeden kaybolan, kaybolduğu günden beri, ne kendisi, ne de bir başkası hayatı hakkında en ufak bir ayrıntı öğrenebilen kız kardeşini görmeyeli yedi, sekiz sene olmuştu.

Kız kardeş aceleyle Paris’e gelmiş ve tek mirasçının, şişman, güzel, köyünden hiç çıkmamış bir köylü kızı olduğunu gördüklerinde Marguerite’i tanıyanların şaşkınlığı büyük olmuştu.

Bu umulmadık servetin hangi kaynaktan geldiğini bile bilmeden, bir anda servet sahibi olmuştu köylü kız.

Bana dendiğine göre, kız kardeşinin ölümünden doğan, ama yine de yüzde dört buçuk gelir sağlayan bir yatırımla az çok telafi edilen büyük bir üzüntüyle köyüne dönmüş.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Ece Temelkuran – Devir

Editor

Diriliş

Editor

Bir Değirmendir Bu Dünya

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası