“İbn Arabi’nin gerçek bir vakıa olarak anlattığına göre, abdaldan olup ruhlar tarafından göklere çıkarılan bir arkadaşı, bir defasında dünyayı çevreleyen Kaf Dağı’na varmış, dağı da bir yılanın çevrelediğini görmüş. Bugün dünyayı çevreleyen böyle bir dağ ve onun da etrafında böyle bir yılan olmadığı malûmdur.”
İslam Ansiklopedisi
Galip, çocukluk aşkı, arkadaşı, amcasının kızı, sevgilisi ve kayıp karısı Rüyayı karlı bir kış günü İstanbul da aramaya başlar. Okuyucu, bir esrarlı alemin işaretleriyle dolu İstanbul’da Galip’in araştırmalarını ve karşılaştığı kişileri izlerken, bir yandan da bu araştırmaları değişik işaretler ve tuhaf hikayelerle tamamlayan köşe yazarı Celalin satırlarıyla karşılaşır. Bu araştırma Galip’i hem rüyaya hem de hayatımızın içine gömüldüğü kayıp esrara doğru çekecektir.
BİRİNCİ BÖLÜM
GALİP RÜYA’Yl İLK GÖRDÜĞÜNDE
Yatağın başından ucuna kadar uzanan mavi damalı yorganın engebeleri, gölgeli vadileri ve mavi yumuşak tepeleriyle örtülü [atlı ve ılık karanlıkta Rüya yüzükoyun uzanmış uyuyordu. Dışarıdan kış sabahının ilk sesleri geliyordu: Tek tük geçen arabalar ve eski otobüsler, poğaçacıyla işbirliği eden salepçinin kaldırıma konup kalkan güğümleri ve dolmuş durağının değnekçisinin düdüğü. Odada, lacivert perdelerin soldurduğu kurşuni bir kış ışığı vardı. Uyku mahmurluğuyla Galip, karısının mavi yorgandan dışarı uzanan başına baktı: Rüya’nın çenesi yastığın kus tüyü ne gömülmüştü. Alnının eğiminde, o sırada aklının içinde olup biten harika şeyleri insana korkuyla merak ettiren gerçekdışı bir yan vardı. “Hafıza,” diye yazmıştı bir köşe yazısında Celal, “bir bahçedir.” “Rüya’nın bahçeleri, Rüya’nın bahçeleri…” diye düşünmüştü o zamanlar Calip, “düşünme, düşünme, kıskanırsın!” Ama Galip karısının alnına bakarak düşündü.
Uykunun huzuruna gömülmüş Rüya’nın kapılan kapalı bahçesinin söğütleri, akasyaları, aşmalı gülleri ve güneşi altında gezinmek isterdi şimdi. Orada karşılaşacağı suratlardan utançla korkarak: Sen de mi buradaydın, merhaba! Bilip beklediği tatsız anılar kadar, beklemediği erkek gölgelerini de merak ve acıyla görerek: Afedersiniz kardeşim, siz karımla nerede rastlaşmış ya da tanışmıştınız? Uç yıl önce sizin evinizde, Alaaddin’in dükkanından aldığı yabancı bir moda dergisinin içinde, birlikte gittiğiniz ortaokul binasında, elele tutuştuğunuz sinemanın girişinde… Hayır, belki de Rüya’nın hafızası bu kadar kalabalık ve acımasız değildi belki de hafızanın karanlık bahçesinin, güneş düşen tek köşesinde, şimdi Rüya’yla Galip bir sandal gezintisine çıkmışlardı. Rüyalar İstanbul’a taşındıktan altı ay sonra, Galip’le Rüya kabakulak olmuşlardı, O zamanlar, basan Galip’in annesi bazan Rüya’nın güzel annesi Suzan yenge, bazan ikisi birden Galip’le Rüya’yı ellerinden tutup, parke yollarda titreyen otobüslerle Bebek’e ya da Tarabya’ya sandal gezintisine çıkarırlardı. O yıllarda mikroplar ünlüydü, ilaçlar değil: Boğazın temiz havasının çocukların kabakulağına iyi geleceğine inanılırdı. Sabahları deniz durgun olurdu, sandal beyaz, aynı kayıkçı hep dostane. Anneler ve yengeler sandalın kıçına otururlardı, sırtı inip kalkan sandalcının arkasına gizlenen Rüya’yla Galip sandalın burnuna, yanyana. Sandaldan denize uzanan ve birbirine benzeyen ayaklarının ve ince biteklerinin altından ağır ağır deniz akardı; yosunlar, yedi renkli mazot lekeleri, küçük ve yan saydam çakı haşlan ve üstünde Celâlin yazısı var mı diye baktıkları okunaklı gazete parçalan.
Galip. Rüyayı ilk gördüğünde, kabakulak olmadan allı ay önce. yemek masasının üzerine yerleştirilen tabureye oturmuş, berbere saçlarını kestiriyordu. O zamanlar, uzun boylu Douglas bıyıklı berber, haftanın beş günü eve gelir, Dede’yi tıraş ederdi Bu. Ara bin ve Alâaddin’in dükkânının önünde kahve kuyruklarının uzadığı, naylon çorapların kaçakçılarca satıldığı. İstanbul’daki 56 model Chevrolet’lerin gittikçe çoğaldığı, Galip’in ilkokula başladığı ve Milliye! gazetesinin ikinci sayfasında haftada beş kere Selim Kaçmaz adıyla yazan Celâlin yazılarını dikkatle okuduğu zamandı, ama okuma yazmayı öğrendiği zaman değil; çünkü okuma yazmayı iki yıl önce Babaanne öğretmişti: Yemek masasının köşesine otururlardı; Babaanne, en büyük sihiri. harflerin birbirine nasıl vurulacağını hırıltılı sesiyle duyurduktan sonra, ağzının kenarından eksik cimediği Bafra sigarasının dumanını üfler, dumandan torunun gözleri sulanır, alfabenin içindeki olağanüstü büyüklükteki at da mavileşip canlanırdı. Altında at olduğu yazan iri at, topal sucunun ve hırsız eskicinin arabalarının kemikli atlarından büyüklü. Galip o zamanlar bu sağlıklı alfabe atının üzerine, resmin üzerine döküldüğü zaman onu canlandıran sihirli eczadan dökmeyi düşünüyordu, ama sonraları, ilkokula ikinci sınıflan başlamasına izin vermedikleri için. bir de okulda, aynı altı alfabeyle okuma yazma öğrenirken bu isteğini saçma bulacaktı.
O zamanlar Dede, nar rengi şişenin İçindeki o sihirli eczayı söz verdiği gibi sokaktan getirebilseydi. Galip sıvıyı Birinci Dünya Savaşı’nın zeplinleri, toplan ve çamurlu ölüleriyle dolu eski ve tozlu lilusiration mecmualarının. Melih Amca’nın Paris’ten ve Faştan yolladığı kan postalların ve Vasıf in Dünya gazetesinden resmini kestiği yavrusunu emziren orangutanın ve Celâl’in gazetelerden kestiği tuhaf insan yüzlerinin üzerine dökmek isterdi. Ama anık Dede sokağa da çıkmıyordu, berbere gitmek için bile; bütün gün evdeydi. Gene de, sokağa çıkıp dükkana gittiği günlerdeki gibi giyinirdi: Pazarları uzayan sakalı gibi kurşuni renkli, geniş yakalı, eski bir İngiliz ceketi, dökülen pantolon, kol düğmeleri ve Baba’nın dediği gibi. kaytan bir memur gravatı. Anne “gıravat” demez, “kravat” derdi: Eskiden Anne’nin ailesi daha zengin olduğu için. Sonra, Anne’yle Baba, Dede’den her geçen gün bir tanesi daha yıkılan boyası dökülmüş eski ahşap evlerden sözeder gibi sözederlerdi; biraz sonra Dede’yi unutup sesleri birbirlerine doğru yükselmeye başlarsa Galip’e dönerlerdi: “Çık yukarı git oyna sen haydi.” “Asansörle mi çıkayım?” “Tek başına asansöre binmesin!” “Tek başına asansöre binme!” “Vasıfla oynayayım mı?” “Hayır, kızıyor!”
Aslında kızmazdı. Vasıf sağır ve dilsizdi, ama benim yerlerde sürünürken ‘gizli geçit’ oynadığımı ve yalakların al undan geçerek, mağaranın ucuna, apartman karanlığının dibine ulaşır gibi ve düşman siperlerine kazdığı bir tünelde kedi sessizliğiyle ilerleyen bir asker gibi ulaştığımı ve kendisiyle alay etmediğimi anlardı, ama sonra gelen Rüya hariç, ötekiler bilmezdi bunu. Bazan Vasıfla birlikle uzun uzun pencerelerden dışarı tramvay yoluna bakardık. Beton apartmanın beton cumbasının bir penceresi dünyanın bir ucu olan camiye, bir penceresi de öteki ucu olan kız t besi ne bakıyordu; arada karakol, iri kestane ağacı, köşe ve Alaaddin’in vızır vızır işleyen dükkanı vardı. Dükkâna girip çıkanları seyrederken, gelip geçen arabaları birbirimize gösterirken Vasıf birden heyecanlanıp rüyasında şeytanla boğuşur gibi hırıltılı korkunç bir ses çıkarınca, ben boş bulunur korkardım. O zaman, az arkamızda, Babaannemle karşılıklı iki baca gibi sigara tüttürüp radyoyu dinleyerek tek bacağı kısa koltuğunda oturan Dede, “Vasıf gene Galip’i korkuttu,” derdi, kendisini dinlemeyen Babaanne’ye ve meraktan çok alışkanlıkta sorardı: “Kaç araba saydınız bakayım?” Ama Dodge, Packard, DeSoto ve yeni Chevroletlerin sayısına ilişkin verdiğim bilgileri dinlemezlerdi bile.
Babaanne’yle Dede, sabahtan aksama kadar açık duran ve Türk köpeklerine benzemeyen bol tüylü ve huzurlu bir köpek biblosunun üzerinde uyuduğu radyodaki alaturka ve alafranga müziği, haberleri ve banka, kolonya ve milli piyango reklamlarını dinlerlerken sürekli konuşurlardı. Çoğu zaman, hiç dinmediği için alıştıktan bir diş ağrısından sözeder gibi ellerindeki sigaralardan şikâyet ederlerdi, hâlâ bıraka madik lan için suçu birbirlerine atarak, biri boğulur gibi öksürmeye başlarsa, öteki, önce zafer ve neşeyle, sonra endişe ve öfkeyle haklı olduğunu ilân ederek! Ama birazdan, birinden biri iyice sinirlenirdi; “Bir sigaram var zaten, ilişme Allah aşkına!” Sonra, gazeteden okuduğu şeyi eklerdi: “Sinirlere İyi geliyormuş!” Belki o zaman, biraz susarlardı, ama koridordaki duvar saatinin tiklaklarının duyulduğu bu sessizlikler çok sürmezdi. Etlerine yeniden aldıkları gazeteleri hışırdatırlarken ve öğleden sonra bezik oynarlarken konuşurlardı ve apartmanda ki t er akşam yemeğine ve birlikte radyo dinlemeye geldikleri zamanlar da ve gazetede Celâl’in köşe yazısını okuduktan sonra da: “Yazısının altına kendi imzasını atmasına izin verselerdi,” derdi Dede, “belki aklını başına toplardı.” “Koca adam,” diye İç çekerdi Babaaanne ve her zaman sorduğu şu soruyu ilk defa soruyormuş gibi yüzünde içten bir merak ifadesi, sorardı: “Yazısının altına kendi adını koymasına izin vermedikleri için mi öyle kötü yazıyor, yoksa öyle kötü yazdığı için mi yazısının altına kendi adını koymasına İzin vermiyorlar?” “Hiç olmazsa,” derdi Dede, ikisinden birinin zaman zaman sarıldığı teselliye sarılarak, “altına imzasını atmasına izin vermedikleri için bizi rezil ettiğini pek az kimse anlıyor,” “Kimse anlamıyor,” derdi o zaman Babaanne, Galip’in pek de içten olmadığını anlayabileceği bir edayla. “O yazılarında bizden sözettiğini kim söylüyor ki?” O zaman, sonraları Celâl’in her hafta okuyucularından yüzlerce mektup aldığı günlerde, bazı iddialara göre hayat gücü kuruduğu için, bazı iddialara göre ise kadınlardan ve politika yapmaktan vakit bulamadığı için, bazı iddialara göreyse de, basit bir tembellikten birazcık değiştirip bu sefer kendi tantanalı adıyla yeniden yayımlayacağı o yazılardan birine, daha önceden yüzlerce kere tekrarladığı bir cümleyi bıkkınlık ve belli belirsiz bir sahtelik duygusuyla tekrarlayan ikinci sınıf tiyatro oyuncusu gibi değinerek, “Apartman yazısında bizim apartmandan söz ettiğini kim bilmiyor ki Allah aşkına!” derdi Dede ve Babaanne de susardı.
O zamanlar Dede, sonraları daha sık göreceği o rüyadan yeni yeni söz etmeye başlamıştı, Bütün gün birbirlerine tekrarladıkları hikayeler gibi, Dede’nin zaman zaman gözleri parlayarak anlattığı rüyası maviydi; lacivert bir yağmur rüyada hiç durmadan yağdığı için Dede’nin saçtan ve sakallan sürekli uzuyordu. Babaanne, rüyanın hikâyesini sabırla dinledikten sonra, “Berber birazdan gelir,” derdi, ama Dede berberden söz edilirken sevinmezdi. “Çok konuşuyor, çok soruyor!” Mavi rüyanın ve berberin sözünden sonra, Galip, Dede’nin bir iki kere, zayıflayan bir nefesle şöyle dediğini de işitmişti: “Başka bir yerde, başka bir tane yaptıracaktık. Uğursuz çıktı bu apartman.”
Çok sonraları, kat kat sattıkları Şehrikalp Apartmanından bir başkasına taşındıktan ve binaya, çevredeki benzeri başka binalara olduğu gibi, küçük konfeksiyoncular, gizli gizli kürtaj yapan kadın doktorları ve sigortacı yazıhaneleri yerleştikten sonra, Alâaddin’in dükkânının önünden her geçişinde Galip, apartmanın çirkin ve karanlık yüzüne bakarak Dede’nin bu sözü neden söylemiş olabileceğini merak etmişti. Önce Avrupa ve Afrika’dan, sonra da İzmir’den İstanbul’a ve apartmana dönmesi yıllar alan Melih Amcayı berberin her tıraşta, meraktan çok ağız alışkanlığıyla Dedeye sorduğunu, (Efendim, büyük oğlan Afrika’dan ne zaman dönüyor?) ve Dedenin de, bu sorudan ve konudan hoşlanmadığını bildiği için Galip, Dedenin aklındaki uğursuzluğun en büyük ve en tuhaf oğlunun eski karısı ve ilk oğlunu bir gün bırakarak yurtdışına gidişi ve yeni karısı ve yeni kızıyla (Rüya) dönüşü ile ilgili olduğunu daha o zamanlardan sezerdi.
Apartmanı yaptırmaya başladıklarında Melih Amca buradaymış daha, Celâl’in Galip’e yıllar sonra anlattığı gibi, şekerci Hacı Bekir’in dükkânı ve lokumlarıyla rekabet edemediği için…