Ölü Albayın Kızları
YOLCULUK
Picton vapuru saat on bir buçukta kalkacaktı. Güzel bir geceydi, durgun, yıldızlı; ama arabadan inip limana doğru uzanan Eski İskele’nin üstünde yürümeye başladıkları sırada denizden esen hafif bir rüzgâr, Fenella’nın saçlarına çarptı, kız hemen elini kaldırıp şapkasını tuttu. Eski İskele karanlıktı, çok karanlık; antrepolar, hayvan vagonları, yüksek vinçler, küçük, yerden yapma lokomotif hepsi yoğun karanlıktan yontulup biçimlenmiş gibiydiler. Orada burada, kocaman, kara bir mantarın sapma benzeyen, yuvarlak, tahta direklerin ucunda fenerler asılıydı, ama cansız, titrek ışıklarını saçmaktan korkuyormuş gibi çekingen yanıyorlardı; sanki sadece kendileri için.
Fenella’nm babası aceleci, sinirli adımlarla ilerliyordu. Büyükannesi de, oğlunun yanı sıra, siyah mantosunu hışırdatarak telaşlı telaşlı yürüyordu; öyle hızlı gidiyorlardı ki, Fenella onlara yetişebilmek için arada bir koşmak zorunda kalıyordu. Küçük kız, sucuk gibi sarılıp sarmalanmış olan kendi paketinden başka, büyükannesinin şemsiyesini de taşıyordu; şemsiyenin kuğu başı biçiminde olan sapı çabuk ol der gibi kolunu gagalamaktaydı… Kasketlerini başlarına iyice geçirmiş, yakalarını kaldırmış erkekler gelip geçiyor, sıkıca sarınmış, örtünmüş birkaç kadın koşuşuyordu; beyaz, yünlü bir şalın altından sadece kollan ile bacakları görünen küçük bir oğlan, babasıyla annesinin arasında sürüklene
sürüklene gidiyor, tıpkı krema tabağına düşmüş yavru bir sineğe benziyordu.
Sonra üstünde gökyüzüne doğru bir duman çizgisi yükselen en büyük antreponun arkasından, birdenbire, Feneila ile büyükannesini ürkütüp havaya sıçratan bir ses geldi: Vuu-uu-uu-U-U-!
“Birinci düdük,” dedi babası, kısaca; tam o sırada da Picton vapurunu gördüler. Karanlık iskelenin kıyısında, boydan boya ışıklarla donanmış, süslenmiş Picton vapuru, sanki buz gibi denizde değil de, yıldızların arasında süzülüp gitmeye hazırlanıyordu. Giriş kapısı kalabalıktı. Önce büyükannesi geçti, sonra babası, sonra Feneila. Güverteye büyük bir basamakla iniliyordu; kenarda duran yaşlı bir denizci, kuru, sert elini uzatarak Fenella’ya yardım etti. Vapura binmişlerdi; koşuşan halkın yolundan çekildiler, üst güverteye çıkan küçük demir merdivenin altında durup vedalaşmaya başladılar.
“Al paketini, anne,” dedi Fenella’mn babası; büyükanneye gene öyle iyice sarılıp sarmalanmış bir sucuk verdi.
“Teşekkür ederim, Frank.”
“Kamara biletlerinizi kaybolmayacak bir yere koysaydın?”
“Koydum, sevgilim.”
“Ya öbür biletleriniz?”
Büyükanne eldiveninin içinde duran biletleri bir yokladı, sonra oğluna uçlarım gösterdi.
“Tamam.”
Babasının sesi sert sert çıkıyordu, ama Feneila onu iyice bir gözden geçirince, hem yorgun, hem de üzgün olduğunu gördü. Vuu-uu-uu-U-U! İkinci düdük tam başlarının üzerinde öttü, sonra çığlık gibi bir ses bağırdı: “Haydi, inecekler?”
“Babama sevgilerimi söyle.” Feneila babasının dudaklarında bu kelimelerin biçimlendiğini gördü. Büyükannesi sabırsızlanarak cevap verdi: “Elbette söylerim, sevgilim. Git artık. Vapurda kalacaksın. Git artık, Frank. Git artık.”
“Daha var, anne. Daha üç dakikam var.” Feneila babasının üstelik şapkasını da çıkardığını görünce bayağı şaşaladı. Oğul annesine sarıldı, kollarının arasında sıktı kadını. “Tanrı korusun seni, anneciğim!” dedi.
Büyükanne yüzük parmağı iyice yıpranmış olan siyah, tire eldivenli eliyle, oğlunun yanağım okşayarak hıçkırdı: “Seni de Tann korusun, yiğit oğlum benim!”
Korkunç bir şeydi bu; Fenella hemen onlara arkasını döndü, yutkundu, bir daha yutkundu, sonra kaşlarını çatıp bir direğin üstündeki küçük, yeşil bir yıldıza baktı. Ama gene arkasına dönmesi gerekti; babası gidiyordu.
“Güle güle, Fenella. Yaramazlık etme sakın.” Babasının soğuk, ıslak bıyıkları yanaklarında gezindi. Fenella adamın ceketinin yakasma yapıştı.
“Ne kadar kalacağım orada?” diye fısıldadı. Baba kızma bakamıyordu. Onu kollarından tutup yavaşça sarstı, sonra gene yavaşça, “Bakalım,” dedi. “Al! Nerede avucun?” Kızının eline bir şey sıkıştırdı. “İşte sana bir şilin, belki gerekir.”
Bir şilin! Bir daha dönmemek üzere gidiyor öyleyse! “Babacığım!” diye bağırdı Fenella. Ama adam uzaklaşmıştı. Vapurdan en son çıkan oydu. Gemiciler giriş kapısını kapadılar. Koca bir kangal halat havada uçup iskeleye düştü. Bir çan çaldı; bir düdük öttü. Karanlık iskele sessizce kaydı, süzüldü, uzaklaştı. Vapurla iskelenin arasına sular doluştu. Fenella gözlerinin bütün gücüyle görmeye çalışıyordu. “Şu arkasına dönen adam babam mı?” — ya da el sallayan? — ya da orada tek başına duran? — ya da şu yalnız başına uzaklaşan? Vapurla iskelenin arasındaki sular gittikçe genişliyor, karanlıklaşıyordu. Derken Picton vapuru dönmeye, burnunu açık denize doğru çevirmeye başladı. Artık bir yararı yoktu bakmanın. Kıyıda birkaç ışık görülüyordu; sonra kasabanın havada asılı gibi duran büyük saati; sonra, uzaklarda, karanlık tepelerde tek tük ışıklar…
Cana can katan rüzgâr Fenella’nın eteklerinde dalgalandı; kız büyükannesinin yanma gitti. Neyse, büyükannesi biraz önceki kadar üzgün değildi. Sucuk gibi paketleri üst üste koymuş, kendi de onların
büyükanne canlı bir tavırla, “onun için üst ranzada ben yatacağım.”
“Ama, büyükanne, nasıl çıkarsınız siz oraya?”
Fenella örümceğe benzeyen üç küçük basamaktan başka bir şey göremiyordu. İhtiyar kadın kısa, sessiz bir kahkaha attı, sonra çevik hareketlerle yukan tırmandı, yüksek ranzaya oturup Fenella’ya baktı; kız şaşınp kalmıştı.
“Büyükannenin bunu yapabileceğini sanmıyordun, değil mi?” dedi. Sonra sırtüstü uzanıp yattı; gene, o kısa kahkahası duyuldu.
Dört köşe, katı, kahverengi sabun köpürmüyordu, şişedeki su ise pelte gibi, mavi renkli bir şeydi. Katı çarşaflan açmak da ne kadar güçtü; zorla giriyordunuz aralanna. Bunlar böyle olmasaydı belki Fenella da öyle kıkır kıkır gülerdi… Sonunda yatağa girebilmişti, orada yüreği çarpa çarpa yatarken, yukardan uzun, yumuşak bir fısıltı gelmeye başladı, sanki birisi kâğıtların arasında bir şey anyordu da, onlan hafif hafif hışırdatıyordu. Büyükanne dua etmekteydi…
Uzun bir zaman geçti. Sonra kamarot kız içeri girdi; sessizce ilerleyip elini büyükannenin ranzasına dayadı. “Kanala giriyoruz,” dedi.
“Ya!”
“Güzel bir gece, ama yükümüz az. Belki biraz sallanırız.”
Gerçekten de tam o sırada Picton vapuru yükseldi, yükseldi, havada bir an asılı kalıp titredi, sonra bir yerden düşer gibi alçaldı, iki yanına çarpan suların sesi duyuldu. Fenella kuğu başlı şemsiyeyi küçük kanepenin üstüne, diklemesine koymuş öldüğünü hatırladı. Düşerse kırılır mıydı? Büyükanne de o anda aynı şeyi hatırlamıştı.
“Şu şemsiyemi, kamarot hanım, yan yatırmanızı rica etsem,” diye fısıldadı.
“Aa, elbette, Mrs. Crane.” Kamarot kız gene büyükannenin yanına gelerek yavaşça, “Küçük torununuz,” dedi, “öyle güzel uyuyor ki…”
“Tanrıya şükürler olsun!” dedi büyükanne.
“Zavallı, küçük, anasız yavru!” dedi kamarot kız. Sonra büyükanne ta başından başlayarak hepsini sırasıyla anlatmaya koyuldu; zavallı yavru uyuyakaldığında, o hâlâ anlatmaktaydı.
Fenella düş görecek kadar uzun bir zaman uyumamıştı, gözlerini açınca başının üstünde sallanan bir şey gördü. Neydi o? Ne olabilirdi? Küçük, boz bir ayaktı. Yanma bir başkası geldi. Bir şey arıyordu ayaklar; büyükanne içini çekti.
“Uyanığım, büyükanne,” dedi Fenella.
“Ah, Tanrım, ayağım basamağa yakın mı?” diye sordu büyükanne. “Bu yandaydı galiba.”
“Hayır, büyükanne, öbür yanda. Ben koyayım ayağınızı üstüne. Geldik mi?” diye sordu Fenella.
“Limandayız,” dedi büyükanne. “Kalkalım artık, yavrum. İstersen önce bir bisküvi ye de, kendine gel.”
Fenella sıçrayıp kalktı. Lamba hâlâ yanıyordu, ama gece sona ermişti; hava da iyice soğuktu. Yuvarlak gözden dışarı bakınca, ta uzakta, kayaları gördü. İşte köpükler içinde kaldılar; işte bir martı süzülüyor; işte toprak, uzun bir kara parçası.
“Kara göründü, büyükanne,” dedi Fenella, hayran hayran bakıyordu, sanki haftalarca denizde kalmış, hiç kara görmemişti. Kollarını, kavuşturup göğsüne bastırdı; tek ayağının üstünde durarak öbür ayağını bacağına sürttü; titriyordu. Ah, hep üzüntüyle geçmişti günler. Değişecek miydi bu? Büyükannesi,
“Çabuk ol, yavrum.” dedi. “Kamarot kıza bırakalım bari bu muzu, yememişsin.” Feneila siyah ceketiyle etekliğini giydi; eldivenlerinden birinin düğmesi kopup alamayacağı bir yere yuvarlandı. Güverteye çıktılar.
Güverte kamaradan da soğuktu, buz gibiydi. Güneş daha doğmamıştı, ama yıldızlar donuklaşmıştı, soluk gökyüzü ile soluk deniz aynı renkteydi. Kıyıda, toprağın üzerinde beyaz bir sis dalgalanıyordu. Karanlık çalılıklar iyice seçiliyordu artık. Eğrelti otlarının biçimleri, iskeletlere benzeyen, tuhaf, parlak, kupkuru ağaçlar bile seçiliyordu… İşte iskele, yanında küçük küçük evler, renkleri soluk, hepsi birbirine sokulmuş, bir kutunun kapağına toplanmış istiridyeler gibi. Öbür yolcular güvertede bir aşağı bir yukan dolaşıyorlar; ama bir gece önceki gibi hızlı hızlı değil; üzgün bir halleri var.
İşte iskele onları karşılamaya geliyor. Picton vapuruna doğru yavaşça yüzüyor; elinde halat tutan bir adam, bir araba, arabanın kendinden geçmiş küçük atı, basamağında oturan başka bir adam, hepsi vapura doğru geliyorlar.
“Bak, Mr. Penreddy bizi karşılamaya gelmiş, Feneila,” dedi büyükanne. Sevindiği sesinden belliydi. Beyaz, balmumu gibi yanakları, soğuktan mavileşmişti; çenesi titriyordu; durmadan gözlerini, küçük pembe burnunu siliyordu.
“Unutmadın ya benim…”
“Hayır, büyükanne.” Feneila elindeki şemsiyeyi gösterdi.
Halat havada uçup geldi, güverteye gürültüyle düştü. İskele indirildi. Feneila, büyükannesinin arkası sıra, küçük arabaya doğru yürüdü; bir an sonra yola koyulmuşlardı. Küçük atın nallan iskelenin tahtalarında güm güm öttü; sonra kumlu yola girdiler. Görünürde kimsecikler yoktu; evlerin bacalanndan duman bile
çıkmıyordu. Sis dalgalandı, yükseldi, alçaldı; deniz hâlâ uyanma-mıştı, kıyıda yavaş hareketlerle dönüp duruyordu.
“Dün Mr. Crane’i gördüm,” dedi Mr. Penreddy. “Neşesi yerindeydi. Bizim hanım geçen hafta bir tepsi kek yapıp götürmüş.”
Küçük at istiridyeye benzeyen evlerden birinin önünde durdu. İndiler. Feneila elini bahçe kapısına dayadı; büyük, titrek
çiğ taneleri, eldiveninin uçlarından içeri süzüldü. Beyaz çakıl taşı döşeli, dar bir yoldan geçtiler; yolun iki yanında ıslak çiçekler uyumaktaydı. Büyükannenin beyaz karanfilleri, üstlerindeki çiğ tanelerinin ağırlığına dayanamayıp yere yatmıştı; tatlı kokulan sabahın soğuğuna karışıyordu. Küçük evin pancurları kapalıydı; basamakları çıkıp verandaya geldiler. Kapının bir yanında bir çift eski potin, öbür yanında da büyük, kırmızı bir bahçe kovası duruyordu.
“Ah! Ah! Bu senin büyükbaban!” dedi büyükanne. Kapının tokmağını çevirdi. Ses yok. Bağırdı: “Walter!” Derinden derine gelen boğuk bir ses cevap verdi: “Sen misin, Mary?”
“Geliyorum, sevgilim,” dedi büyükanne. “Sen şuraya gir.” Fenella’yı küçük, karanlık bir oturma odasına soktu.
Masanın üstünde tıpkı bir deve gibi oturan beyaz kedi ayağa kalktı, esnedi, sonra parmaklannın ucunda yükseldi. Fenella küçük, soğuk elini onun beyaz, sıcak tüylerine gömdü; çekingen çekingen gülümseyerek kediyi severken, bir yandan da büyükannesinin yumuşak sesi ile büyükbabasının alçalıp yükselen boğuk sesini dinliyordu.
Bir kapı gıcırdadı. “Gel, sevgilim.” İhtiyar kadın işaret etti; Fenella ilerledi. Orada, geniş bir yatakta, büyükbabası yatıyordu. Yorganın üstünde, sadece başı, beyaz bir saç yığını, kırmızı yüzü, uzun, kırçıl sakalı vardı. Çok yaşlı, ama açıkgöz bir kuş gibiydi.
“Gel bakalım, kızım!” dedi büyükbaba. “Bir öpücük ver bize!” Fenella büyükbabasını öptü, “Uuh!” dedi büyükbaba. “Bu küçücük burun buz gibi olmuş. Nedir o elindeki öyle? Büyükannenin şemsiyesi mi?”
Fenella gülümsedi, kuğu boynunu karyolanın kenarına astı. Yatağın üzerinde, koyu siyah bir çerçevenin içinde, iri harflerle yazılmış bir yazı vardı: —
Lost! Öne Golden Hour
Set with Sixty Diamond Minutes.
Ne Reward Is Offered For It Is Gone For Ever!*
(*) Kayıp! Bir Altın Saat / Altmış Elmas Dakikası Vardı. / Bulana ödül Adanmıyor /Çünkü Geri Gelmemek Üzere Gitti!
“Büyükannen yazdı o yazıyı,” dedi büyükbaba. Başındaki beyaz saç yığınını geri itti, Fenella’ya baktı, öyle neşeliydi ki bakışı, hani nerdeyse göz kırpacaktı…Katherine Mansfield – Ölü Albayın Kızları