Kabzasında bir haç olan bıçakla öldürülmüş bir adam… Üstelik yanı başında bir Kutsal Kitap açık bırakılmış, satırlardan birinin altı adamın kanıyla çizilmiş ve kitabın kenarına bir azizin adı düşülmüş…
Kavim’de olaylar böyle başlıyor işte. Komiser Nevzat, yardımcısı Ali ve Zeynep de olayı çözmek için hemen harekete geçiyorlar. Ahmet Ümit’in beklenen yeni romanında gizemli olaylar çerçevesinde işlenen cinayetleri aydınlatmaya çalışıyor kahramanlarımız. Hıristiyanlık, Süryanîlik, Arap Alevîliği gibi dinî konuların da rol oynadığı, İstanbul’dan Mardin’e uzanan, devletin derinliklerinde kurulmuş yanlış düzene çarpıp geri tepen ilginç bir soruşturma bu. İşlenen cinayetler gizemli ve çarpıcı, ama kahramanlarımızın soruşturma sırasında karşılarına çıkan gerçekler daha da çarpıcı. Çok heyecanlı, gerilimli bir polisiyeyle karşı karşıyayız, orası kesin. Ama bu polisiye bize Türkiye’nin yakın geçmişi ve bugünüyle ilgili de çok şey söylüyor. Yani, Ahmet Ümit yine çok katmanlı ve çok sesli bir romana imza atıyor. Kavim, hem polisiye severleri hem de tüm roman severleri mutlu edeceğe benziyor.
Genzini yakan koku uyandırdı onu. Bu kokuyu tanıyordu. Yıllarca kapalı kalmış bir kilisenin kokusu. Kilisede yakılan kandillerin, ufalanan taşların, eriyen mermerin, çürüyen ahşabın, yıpranmış sayfaların, küflenen cesetlerin kokusu. Dehşete düşmesi gerekirdi ama sadece çevresine bakındı. Usulca kımıldayan siyah bir leke gördü. Biçimsiz, belirsiz bir leke… Simsiyah bir siluet.. Gülümsedi lekeye.
“Mor Gabriel,” diye mırıldandı,
Leke yaklaştı, yaklaşınca insan cismine bürünüverdi. Siyahlar içinde bir insan. O insan başucuna geldi, kulağına fısıldadı:
Beni tanıdın mı?
“Mor Gabriel,” diye mırıldandı yine. Ağzından Mor Gabriel sözcükleri dökülürken müziği duydu; derinden, çok derinden gelen bir ayin müziği. Bilmediği bir dilde yinelenen tutkulu bir mırıltı, kendinden geçmiş birinin söylediği bir tekerleme. Aynı anda haçı fark etti. Gümüşten bir haç. Adam haçı elinde mi taşıyordu, yoksa göğsünde mi, anlamaya çalışırken. boşluğu ikiye bölen bir parıltı yandı söndü. Bir acı hissetti. Parıltı yeniden yandı söndü, acı kayboldu, bütün bedenine bir rahatlık yayıldı, ses uzaklaştı, önce odadaki renkler silindi, sonra o siyah leke kayboldu, sonra oda, sonra da..
İnsan denen bu tuhaf yaratığı uzak tutacak ne bir güç var, ne de bir yasa.
Sorgu odası alacakaranlık. Nazmı, uzun masanın ucuna olurmuş, ben sol yanındaki iskemledeyim, Ali ayakta. Tepedeki lamba sadece Nazmi’nin yüzünü aydınlatıyor. Nazmi’nin geniş alnında ölgün bir parıltı var, çukura kaçmış gözleri karanlıkta…
“Başını öne eğme,” diye uyarıyor Ali, Öfkeli değil, görevini yapan bir polisin olağan otoriterliğini taşıyor sesi. Nazmi’nin karşı çıkacak hali yok, usulca kaldırıyor başını; sevincini yitirmiş ela gözleri çıkıyor ortaya. Işık sert gelmiş olmalı, gözlerini kırpıştırıyor. Yüzünde en az iki haftalık sakal. Sakal çizgisinin başladığı yerden bir parmak yukarıda, sol göz çukurunun altındaki yara. siyah bir leke gibi duruyor. Sorgu odasının sessizliğini bizim Ali’nin sözleri bozuyor. Eliyle masanın üzerindeki siyah Browning’i göstererek, “Kendini de bununla mı vurdun?” diye soruyor.
Nazmi’nin ezik bakışları önce Browning’e, sonra Ali’ye dönüyor. Başını usulca sallayarak onaylıyor.
“Beylik tabancan mı?” diye giriyorum araya.
Beylik tabancam…”
“İyi silahmış,” diyorum, “Teşkilatta sevilen biriymişsin. Dosyanı okudum, takdirnameler, ödüller… Amirlerin senden çok memnun. Herkes hakkında iyi konuşuyor.”
Hiç tınmadan, öylece dinliyor Nazmi. Bir ara bakışları masadaki sigara paketine kayıyor. Paketi alıp ona uzatıyorum.
“Yaksana…”
Titreyen elleriyle bir sigara çekip kurumuş dudaklarının kenarına yerleştiriyor. Uzanıp yakıyorum, O sigarasından derin bir nefes çekerken, “Kimse senin yaptığına inanmıyor,” diyorum. “Nasıl oldu bu iş?”
Feri kaçmış ela gözleri boş boş dolanıyor yüzümde. Sanki çare olurmuş gibi yeniden derin derin çekiyor sigaranın dumanını ciğerlerine.
“Bilmiyorum Başkomiserim…” diyor sonunda. “Bilmiyorum,” diye tekrarlarken, ciğerlerinde unuttuğu dumanlar kendiliğinden süzülüyor dışarıya. “Oldu işte…”
“Yani sen yaptın?”
Buruk, pişmanlık yüklü bir sesle yanıtlıyor:
“Ben yaptım…”
Neden onu sorguluyorum; gerçek gün gibi ortada. Adam da inkâr etmiyor zaten. Niye ona daha fazla acı çektirelim? Ama Cengiz Müdürümüzün uyarısı var. Son günlerde polisler hakkında basında çıkan olumsuz yazılar, kılı kırk yarmamıza yol açıyor. Ali de Cengiz Müdürümüz gibi düşünüyor olacak ki sorguya yeniden başlıyor:
“Neden yaptın?”
Nazmi yanı! vermek yerine sigaraya sığınıyor. Ama Ali onu rahat bırakmıyor:
“Cinayet gecesi karınla tartıştınız mı?”
Ali’nin yüzüne bakmadan yanıtlıyor Nazmi:
“Tartıştık…”
“Konu neydi?”
“Hatırlamıyorum… Son günlerde hep tartışıyorduk…”
Ali, avını kıstırmanın yollarım arayan bir avcı gibi Nazmi’nin tepesinde durmuş, bir açık yakalamaya çalışıyor.
“Kıskanıyor muydun karını?”
Ali’nin sorusunu ben bile yadırgıyorum, Nazmi isyan edecek diye düşünüyorum, yapmıyor.
“Kıskanırdım…” diyor. Sesi yorgun, çaresiz, tükenmiş bir adamın ruh halini yansıtıyor. “Hoşuna giderdi onu kıskanmam.
Kederle gülümsüyor, içten içe öldürdüğü karısıyla konuşur gibi… Çok sürmüyor bu.
“Yanlış iz üzerindesin Komiserim,” diyor. Başını kaldırmış, Ali’ye bakıyor. Ne söylediğini bilen bir adamın kararlılığı var yüzünde. “Karımı kıskandığım için öldürmedim. Sandığın gibi değil…”
“Peki ne o zaman?”
“Oldu işte,” diyor Nazmi… “Kader…”
Yeniden sigarasından derin bir nefes çekiyor.
“Nasıl kader?” diyor Ali.
“Nasıl olacak, bildiğin kader…” Artık boş vermiş bir adamın özgüveni var sesinde. Bana dönüyor. “Başkomiserim, siz daha iyi bilirsiniz, bizim meslek zordur.”
Sessiz kalarak onaylıyorum onu. Ali bana hiç katılmıyor.
“Polislik zor,” diye gürlüyor, ama çekip karımızı, kızımızı öldürmüyoruz, diyecek oluyor, söyleyemiyor. Bakışlarını Nazmi’den kaçırarak. “… ama her kafamız bozulduğunda silahımızı çekip yakınlarımızı vurmuyoruz,” diye tamamlıyor.
Nazmi’nin güveni anında kayboluyor, başını öne eğerek gözlerini saklamayı seçiyor. Ali’nin ona fırsat vermeye hiç niyeti yok.
“Onları niye vurdun?” diye acımasızca yapıştırıyor soruyu.
Nazmi ölü gibi; ne kıpırdıyor, ne de soruyu yanıtlıyor. Ali adamı fena örseleyecek, izin vermemek için ben giriyorum
“Bak Nazmi. sorguyu tamamlamak zorundayız… Bize olanları anlatsan iyi olur.
Yeniden başını kaldırıyor, hareketleri öyle yavaş ki kıpırdadığında sanki canı yanıyor.
“Zaten anlattım Başkomiserim. Ama mademki istiyorsunuz, tekrar anlatayım; O gece eve geldim… Yemek hâlâ hazır değildi. Aynur yandaki komşunun bulaşık makinesi aldığını, bizim ne zaman alacağımızı soruyordu. Yirmi dört saattir görev yapmıştım. Kapkaççılar bir diplomatın karısının çantasını kapmışlar. Tarlabaşı’nda bütün gün kapkaççı kovaladık. Üzerimize ateş açtılar. Bir arkadaşım yaralandı, zamanında eğilmesem ben de vurulacaktım. Neyse, sokağı olduğu gibi kuşattık. Kimi gördüysek toparladık ama kadının çantasını bulamadık. Akşamüzeri emniyete döndüğümüzde müdürden de sağlam bir fırça yedik; ne beceriksizliğimiz kaldı, ne…