Osmanlı topraklarında üstünlük, etki ve çıkar sağlamak için yarışan ve çatışan yayılmacı devletler, Büyük Savaş’tan yenik çıkan İstanbul Hükümeti’ne Mondros Bırakışması’nı dayatmışlardı. Amaç Anadolu’nun işgali ve Türklerin geldikleri bölgeye, Orta Asya’ya sürülmesiydi. Sevr Antlaşması’yla ise can çekişen Osmanlı Devleti’ne son darbenin vurulması planlanmıştı. Ancak Türk ulusal güçleri, korkunç bir tehdit oluşturan bu oldubittiye karşı halkı coşturarak direnişi başlatacaktı. Anadolu’da yaşanan bu kaygılı yılları, gizli İngiliz belgelerine dayanarak ele alan Salâhi Sonyel’in yeni araştırması, yakın tarihimize ışık tutuyor.
Önsöz
Günümüzde Amerika, Asya ve Avrupa’daki kimi devletlerin arşivlerinde araştırmacılara açılmış olan “gizli” belgelerin de kanıtladığı gibi, I. Dünya Savaşı başlamadan çok önce Almanya, ABD, Avusturya/Macaristan, İngiltere (Britanya), Fransa, İtalya ve Yunanistan gibi kimi arsız ve yayılıma devletler, Yakın ve Ortadoğu’da, özellikle Osmanlı devleti topraklarında üstünlük, etki ve çıkar sağlamak için birbirleriyle yarışıyor ve çatışıyorlardı.
Bu devletlerin tutkuları, Osmanlı devletinin henüz geliştirilmemiş olan geniş kapsamlı kaynaklarını sömürmeye; bu devleti kendi ekonomik ve politik etkileri altına almaya veya ilk fırsatta onu kendi aralarında bölüşerek yok etmeye yönelikti. Onların bu bencil ve tehlikeli davranışlarını çekici yapan, Osmanlı devletinin İslam’ın halifelik makamını koruması, stratejik konumu ve başta petrol olmak üzere, çeşitli doğal kaynakları idi. Bu devletler, Osmanlı devletinin çeşitli kaynaklarını ele geçirmede o denli bir tutkuya kapılmışlardı ki, birbirleriyle yarışa girişmiş; savaşı bile göze almışlardı.
Bu konuyla ilgili olarak şu ilginç olay kaydedilebilir: 1918 yılı Ağustos ayında İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, İngiliz İmparatorluğu’nun Savaş Kabinesi’nin dikkatini, “Irak’taki (Mezopotamya) petrol kaynaklarını ele geçirerek geliştirme olanaklarına” çekmiş; bunun üzerine, Ingiltere’de Liberal Parti’nin de başkanı olan, Yunan hayranı ve Türk düşmanı Başbakan David Lloyd George şu yorumu yapmıştı: “Savaş sona ermeden önce Musul’a gitmeyi (onu ele geçirmeyi) desteklerim.”
Dünyanın en zengin petrol kaynaklarından birinin bulunduğu Musul ve bölgesi, Osmanlı devletinin hudutları içinde idi ve bu devletin itilaf Devletlerine karşıt olarak girişmiş olduğu savaşa son vermek için 30 Ekim 1918’de Mondros Bırakışması(3) imzalanınca, General Ali Ihsan’ın (Sabis) komutası altındaki VI. Osmanlı ordusu tarafından savunuluyordu. Bu orduya karşı seferber edilmiş olan Ingiliz generali Sir William Marshall’in komutası altındaki Ingiliz ordusu, Musul’u, bırakışmanın imzalanmış olduğu tarihten üç gün sonra işgal etmişti.
Ingiliz yazarlarından William Stivers’e göre, “böylece, bu işgal, Ingiltere’nin Ortadoğu’yu egemenliği altına alması çabalarının son aşamasını oluşturmuştu.”(4) Gerçi, I. Dünya Savaşı’ndan çok önce, 19. yüzyılda ve hatta daha önceleri, yayılımcı ve istismarcı başlıca Hıristiyan devletler, kendi politik, ekonomik ve stratejik çıkarlarını sağlamak için Osmanlı topraklarına gezgin, misyoner ve diplomat kılığında ajanlar göndermeye başlamış; çok geçmeden Rum, Ermeni, Süryani, Yahudi, Kürt ve hatta kimi Türk toplumlarının çıkar düşkünü önderlerini çelerek kendi amaçları için kullanabileceklerini saptamış; bu toplumları etkilemek için, onlar arasındaki din düşmanlığı ve kıskançlıktan yararlanarak, onları, ekonomik yararlar, koruma, insan haklan ve sonuçta özerklik ve hatta bağımsızlık sözleriyle aldatmışlardı.
Bu yayılgan devletlerin Osmanlı azınlıklarının kimi önderlerini aldatmak amacıyla onlara vermiş oldukları sözlerin çoğu sahteydi, çünkü bu devletler, Osmanlı devletindeki azınlıklarla değil, onların üzerinde yasadıkları topraklarla, bölgeler ve doğal kaynaklarla ilgileniyorlardı. Buna karşın, bu azınlıkların kimi dar görüşlü, bencil ve çıkar düşkünü önderleri, özellikle Ermeni, Rum, Süryani ve Kürt aşırılar ve aktivistleri, güçlü devletlerin sözlerine kanmış ve kasten veya bilgisizce davranarak, bu devletlerin Osmanlı devletini bölme davranışlarında onlara alet olmuş; bunun sonucu olarak Osmanlı devleti ve özellikle Anadolu halkları büyük bir felakete uğramıştı.
Milyonlarca masum insanın hayatına mal olan bu kanlı dünya savaşı sonunda ittifak (Merkez) devletleri, itilaf (Bağlaşık) devletleri tarafından yenilgiye uğratılmış ve Osmanlı devleti, feci Mondros Bırakışması’nı imzalamak zorunda kalmıştı. Galip güçler, bırakışmanın kimi çapraşık maddelerinden yararlanarak veya bırakışmayı kendi çıkarları açısından yorumlayarak, Osmanlı devletindeki kilit noktalan işgal etmeye başlamışlardı; oysa bu bölgelerde yaşayan halkın üstün çoğunluğu Türk ve öteki Müslümanlardan oluşuyordu. Böylece, Boğazlar İstanbul, İngiliz ve Fransız askerleri tarafından işgal edilmiş; Italyan askeri güçleri Antalya’ya çıkarma yapmış; Fransız askerleri Kilikya’yı (Çukurova) ele geçirmiş; bir süre sonra da Yunan askerleri Aydın (İzmir) ilini istila etmiş; Batı Trakya Yunanistan’ın denetimi altına girmiş; Fransız askerleri Doğu Trakya’yı, İngiliz askerleri Musul’u işgal etmişlerdi. Bu işgaller, Anadolu’nun kalbini oluşturan bölgelere de yavaşça yayılmaya başlamıştı. Görünüşte, Müttefik devletler, yıllarca süregelmiş olan ve yine kendilerinin yaratmış oldukları “Doğu Sorunu”nu kökten çözümlemeyi ve Türkleri kendi ülkelerinden kopararak, geldiklerini iddia ettikleri Orta Asya’ya sürmeyi amaçlamışlardı.
Dünya savaşı sonlarında Osmanlı devleti ölüm yatağında can çekişiyordu. Bu devlet, Avrupa’daki bölgelerine ek olarak Arabistan, Filistin ve Suriye gibi ülkeleri yitirmekle kalmamış; Müttefiklerin, Türklüğü imha edici son darbesini beklemeye zorlanmıştı. Bu darbe, 10 Ağustos 1920’de Türklere zorla kabul ettirilecek olan ve Türk yurdunu arsız devletler arasında bölen Sevr Antlaşması’yla gerçekleşecektir. Ancak Türk ulusal akımının, Türkiye’nin ve Türklüğün varlığına korkunç bir tehdit oluşturan bu tehlikeye karşı Türk ulusunu nasıl coşturarak harekete geçirdiğini kanıtlayan çeşitli Türk ve yabancı belgeleri aşağıdaki sayfalarda izleyeceğiz.
Osmanlı Devletinin Parçalanışı
Dünya Savaşı ve Gizli Antlaşmalar
ittifak Devletlerinin müttefiği olarak 1. Dünya Savaşı’na girmek zorunda kalmış olan Osmanlı devleti, İtilaf Devletleri (Müttefikler), özellikle İngiltere tarafından yenilgiye uğratılmış, 30 Ekim 1918’de Mondros Bırakışmasını imzalamak zorunda kalmıştı. Balkan savaşları sırasında yıpranmış olan Osmanlı devleti, dünya savaşından bitkin bir halde çıkmış; başkaları için savaşmaktan usanmış olan Anadolu Türk’ü, anlamını yitirmiş olan çürük bir imparatorluğa bağlanıp kalmanın boşuna olduğu acı gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştı. Osmanlı devleti ve Arap illeri arasında son bağı oluşturan din bile birleştirici gücünü yitirmişti. Son Osmanlı Sultan Halifesi VI. Mehmed Vahideddin cihat ilan etmiş olduğu halde, Müslüman Araplar, padişaha karşı ayaklanarak Hıristiyan İtilaf Devletleriyle birleşmişlerdi. Bu devletler, Osmanlı devletine karşı girişmiş oldukları savaşta Hintli Müslümanları kullanmaktan geri kalmamışlardı.
“Galip devletler arasında emperyalist yayılma tutkusunu dizginsiz bırakmış olan” bu dünya savaşı ve sonucunda, Anadolu Türkleri, şu gerçek ve feci durumla karşılaşmışlardı: Anadolu, değeri biçilmez bir hâzineydi. Bu nedenle, Atina, Berlin, Londra, Paris, Petrograd, Roma ve Viyana’daki emperyalistler bu hâzineye göz dikmiş; itilaf Devletleri, 1919 yılında, “savaş günlerinde imzalamış oldukları gizli antlaşmalara ve istila hakkına” dayanarak bu ganimetleri ele geçirmek için harekete geçmişlerdi. Türk düşmanı İngiliz yetkililerinden Harold Nicolson, savaştan sonra yayımlanmış olan yapıtında şu yorumu yapmıştı: “Parçalanmış olan Osmanlı İmparatorluğu, güçsüz olarak ayaklarımızın altında yatıyordu. Onun payitahtı ve halifesi, toplarımızın insafında idi.”
Dünya savaşı günlerinde Müttefiklerce imzalanmış ve bazıları Bolşevikler tarafından açıklanmış olan gizli antlaşmalar, Osmanlı devletini ortadan kaldırmak gayesini güdüyordu. 1915 yılı Mart/ Nisan aylarında İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya’sı arasında Londra’da imzalanmış olan İstanbul Antlaşması’yla itilaf Devletleri, savaşta muzaffer olurlarsa, İstanbul’la Boğazların Rusya’ya verilmesini kabullenmiş; 26 Nisan 1915’te İtilaf Devletleriyle İtalya arasında imzalanmış olan Londra Antlaşması’yla, “Türkiye’nin Asya’daki topraklarının kısmen veya tüm olarak bölünmesi durumunda… Antalya iline bitişik Akdeniz bölgesinde İtalya’ya bir pay verilmesini” kabul etmiş; 16 Mayıs 1916’da imzalanmış olan Sykes-Picot Sözleşmesi, Osmanlı devletinin Ingiltere, Fransa ve Çarlık Rusya’sı arasında bölünmesini olanaklı kılmış; 17 Nisan 1917 tarihli “Saint Jean de Maurienne” uzlaşmasıyla İtalya’nın Anadolu’daki hak iddiaları belirlenmiş; Aydın ve İzmir’in İtalya’ya verilmesi kabul edilmişti.
Gerçekte bu gizli antlaşmalar, İtilaf Devletlerinin savaş amaçlarını sağlamalarına engeldi. İngiltere Başbakanı David Lloyd George,
Ocak İ918’de verdiği söylevde şunları belirtmişti: “… Türkiye’yi başkentinden ve nüfusunun çoğunluğu soy açısından Türk olan Anadolu ve Trakya’daki zengin ve şanlı ülkelerinden yoksun bırakmak için savaşmıyoruz… Türk soyunun yaşamakta olduğu ülkede, Türk Imparatorluğu’nun başkenti İstanbul olmak üzere devamına engel olacak değiliz…” ABD Başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918’de ABD Kongresinin karma oturumunda yaptığı konuşmada, kendi devletinin savaş amaçlarını şöyle açıklamıştı: “Şimdiki Osmanlı İmparatorluğunun Türk ülkelerinin egemenliği güvenlik içinde sağlanmalı, ama hâlâ Türk yönetimi altında olan öteki unsurların yaşamı kesinlikle özerklik yönünde her türlü engelden arındırılmalı ve onların gelişmelerinin sağlanması güvence altına alınmalıdır.. .” Öte yandan Fransızlar da, 6 Eylül 1917’de Fransa Başbakanı ve 27 Aralık 1917’de Dışişleri Bakanı vasıtasıyla savaş amaçlarını açıklamış; Fransa’nın istila amacı gütmediğini; “köle yaşamı süren Doğu halklarına, kendi kaderlerini kararlaştırmak hakkını verecek uluslar ilkesi için savaştıklarını” belirtmişti.
Bu gizli antlaşmalar, Müttefikler arasında ayrılıklar yaratmıştı. ABD’nin devlet adamlarından Albay House, 28 Nisan 1917’de Ingiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’la görüşürken, Osmanlı devletinin bölünmesinin “büsbütün kötü” bir davranış olacağını ve “gelecekte yeni bir savaşa yol açacağım” söylemiş; ancak Balfour’un kulakları bu uyarıya kapalı kalmıştı. Güney Afrika’nın Başbakanı General Jan Smuts da, Ingiltere kralı ve Savaş Kabinesinin dikkatine sunulmak üzere hazırlamış olduğu 3 Aralık 1918 tarihli memorandum’da (muhtıra) şöyle diyordu: “…Yıkıcı Sykes-Picot Anlaşmasında onu (Fransa’yı) Türk emlakinin başlıca varisi yapmış bulunuyoruz. Bu anlaşmada ve onun doğal bir bölümü olan gülünç Italyan dileklerinde, ben, Avrupa’nın gelecekte karşılaşacağı güçlüklerin nüvesini görüyorum. Bizi bu ümitsiz ve hatalı politikadan kurtaracak her türlü önlemin denenmesi gerektiği görüşündeyim… Sykes-Picot Anlaşması, açıkça beyan etmiş olduğumuz tüm ideal savaş amaçlarımıza skandal oluşturacak kadar karşıttır ve (ABD) Başkanı (Woodrow) Wilson’un desteklediği politikayı doğrudan doğruya yadsımaktadır… Bu ganimet (Osmanlı devleti) konusunda galipler arasında bir kapışma olursa, dünyanın geleceğine ümitle bakılamaz.”
Bu sıralarda bazı Türklerin görüşünce, yıkılmak üzere olan bir imparatorluğa takılıp kalmak ve kimi devletlerin savı için savaşmak yararsızdı. Osmanlı devletinin Müslüman illeriyle kendi arasındaki en son bağlantı bile kopmuştu; çünkü Sultan-Halife’nin cihat çağrısına karşın, imparatorluğun yaklaşık olarak tüm gayrimüslim illeri padişaha karşı isyan ederek Hıristiyan itilaf Devletleriyle suç ortaklığı (işbirliği) yapmışlardı. Gerçekte, Osmanlı devleti, Ingiltere’nin hizmetinde olan Hindistanlı Müslüman askerler tarafından yenilgiye uğratılarak işgal edilmişti. Sonuçta Türk, uykudan uyanarak şu gerçeği anlamaya başlamıştı: Kendi ulusal yurdunun hudutlarını korumak yerine, yurdundan uzakta olan Yemen veya Arabistan’daki kutsal yerler için savaşmak boşuna idi, çünkü, İngiliz yazarlarından Arnold Toynbee’nin de belirtmiş olduğu gibi, “Osmanlı’nın Türk olmayan yabancı illeri Türkiye’nin boğazında bir ilmik olmuştu.”
Savaş boyunca korkunç yoksulluk içinde yurtları için canlarını feda eden Türk erleri, bu duruma dayanamayarak geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Bu nedenle, o sırada yönetimde bulunan ittihat ve Terakki Partisi, bir bırakışma sağlamak amacıyla Müttefiklere başvurmak zorunda kalmıştı. Daha önce de Sadrazam Mehmet Talât Paşa, Müttefik devletlerin barış koşullarını öğrenmek amacıyla Avrupa’ya ajanlar göndermişti. Osmanlı yetkilileri, Müttefikler erken barış yapılmasını kabullenirse, onlara, barış koşullarının sadece savaşı durdurmak konusunu kapsayacağına ve Osmanlı yönetimiyle ordusunun olduğu gibi kalacağına inanıyorlardı. Ancak İngiltere ile Fransa onların bu koşullarını kabullenmeyince; ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 14 ilkesine dayanarak selfdeterminasyon (kendi yazgısını saptama) hakkı sağlayabilir ümidiyle Wilson’un arabuluculuğuna başvurmayı düşünmüşlerdi, çünkü onun, Müttefiklerinden daha az arsız ve daha onurlu olacağını sanmışlardı; ama hata etmişlerdi.
Padişah Vahideddin de, 4 Ekim 1918’de, kendi ajanı olan Rüştü Bey’i, İsviçre’nin başkenti Bern’de bulunan ve daha sonra Ingiliz yüksek komiseri olarak İstanbul’a atanacak olan Sir Horace Rumbold’la görüşmeye göndermiş; şu barış koşullarını gizlice öne sürmüştü: “Osmanlı devletiyle ayrı barış yapılırsa; Almanya’ya karşı Ingiltere ile ittifak kurulursa; Hicaz, Filistin ve Mezopotamya’da (Irak), padişahın egemenliği altında, Ingiltere’nin 1882’den beri uygulamakta olduğu sistem gibi yönetim gerçekleşirse; Ingiltere, Mahmut Muhtar’ın önderliği altında, çoğu Osmanlı ordusundan kaçak olanlarla yeni bir ordunun kurulmasına yardımcı olacak; bu ordu, Ingiliz askeri güçleriyle birlikte İstanbul’a yürüyerek ittihat ve Terakki Partisi’ni yönetimden düşürecektir. Ondan sonra, Osmanlı illerinde Ingiliz denetimi altında anayasa devrimi yapılacaktır… Ayrıca, Osmanlı devletine karşı Arapları isyana sevk etmiş olan Haşimilere karşı tüm Arabistan’ı yönetimi altına almada Abdülaziz lbni Suud’la işbirliği yapılacak; Türk-Bulgar hududu, 1912’de olduğu gibi Osmanlılar lehinde düzeltilecek; Türkler, Anadolu sahillerine yakın Ege Adalarina yeniden sahip olacaklardır.” Ancak Vahideddin’in bu hayali gerçekleşmemişti.
Bu sırada, dünya savaşı ve sonrası, “yenenler” (muzafferler) arasında emperyalizm çılgınlığını dizginsiz bırakmıştı. Anadolu zengin kaynaklara sahip bir ganimetti. Bu nedenle Berlin, Paris, Petrograd, Roma, Atina ve Viyana’daki emperyalistler bu ganimete göz dikmişlerdi. Dolayısıyla, itilaf Devletlerinin, “gizli antlaşmalara ve istila hakkına” dayanarak 1919 yılında bu ganimeti ele geçirmek için davranışa geçmiş olmalarına şaşmamak gerekir. Ingiliz yazarlarından Toynbee ve Kirkwood’un da kaydetmiş oldukları gibi, “güçlü devletler, Türkiye’nin eşiğinde sinsice dolaşıyorlardı, çünkü Türkiye doğal olarak zengin bir ülkeydi; emperyalizm ise aç gözlüydü.”
Müttefik Devletlerin Amaçları
İtilaf Devletlerinin sözde savaş amaçlarına yalnız Türkler değil; Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve Araplar da inanmışlardı. Bu amaçlar, yenilgiye uğratılmış olanlar arasında sahte bir izlenim yaratmıştı. Türkler, İtilaf Devletlerinin merhametle davranacaklarına inanmış; Başkan Wilson’un demeçlerini verilen bir söz olarak saymış; 30 Ekim’de Mondros Bırakışmasını imzalamışlardı; oysa savaşı sürdürebilecek güçleri vardı. Sadrazam Ahmet izzet (Furgaç) Paşa da Osmanlı Mebusan Meclisi’nde yaptığı konuşmada şunu belirtmişti: “Amerika devlet başkanı tarafından açıklanmış olan, hak ve adalet esaslarına dayalı bir barışı içtenlikle kabul edeceğiz.” Halide Edip’e (Adıvar) göre, “Türkiye’de Müttefiklerin manevi üstünlüğüne inananlar, adalet, halkların hakları vb. gibi görkemli sözlerin bu ülkeye (Türkiye’ye) uygulanmayacağını göremeyecek kadar kör değillerdi. Buna karşın, Başkan Wilson’un gösterişli bir şekilde açıklanmış olan 14 Prensibi ve galipler de dahil, tüm halkların savaş yorgunluğu, Türklerin kesinlikle çoğunlukta oldukları bölgelerde rahat bırakılmalarını gerektiriyordu. ”
Mustafa Kemal (Atatürk) de, Ankara’ya varışının ertesi günü (28 Aralık 1919) kendisini ziyaret eden Ankara’nın ileri gelenlerine, Başkan Wilson’un, Türkiye’nin yaşam ve yazgısını güvence altına alan 12. prensibini İtilaf Devletlerinin uygulamaktan kaçındıklarını söylemişti. İngiliz yetkililerinden Harold Nicolson’un deyimiyle, Müttefiklerin önderleri, “… düşmanlarımız üzerinde azami baskı kullanmak; ancak dostlarımıza sınırsız selfdeterminasyon (kendi yazgısını saptama) isteğinde bulunmak hakkını vermek suretiyle iki formülü (yetki ve rıza formüllerini) birleştirmeye çalışmışlardı. ”
Buna karşın, başta Halide Edip ve gazeteci Ahmet Emin (Yalman) olmak üzere, İstanbul’daki tanınmış Türk aydınlar, yazar, öğretmen ve hukukçular, 1918 yılı Aralık ayında aWilson Prensipleri Cemiyeti”ni kurarak, Başkan Wilson’un 12. prensibini ve özellikle selfdeterminasyon ilkesinin uygulanmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Türk basını da, Wilson’un 12. prensibini her gün ön sayfalarında yayımlayarak Amerikalılara, vermiş oldukları sözü hatırlatmayı ihmal etmemişti.
Ancak, Yunan tarihçilerden Spiros V. Markezinis’e göre, ABD’nin dünya savaşına girdiği tarihe kadar bu savaş “emperyalist amaçlara” dayanıyordu. Onun görüşünce, Başkan Wilson’un prensipleri içtenlik ve iyi niyetle öne sürülmüş olmakla birlikte gerçekten çok uzaktı. Müttefiklerin savaş amaçları yalnız Türkler tarafından değil, Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Süryaniler ve Araplarca da ciddiye alınmıştı.
Türkler, İtilaf Devletlerinin kendilerine yumuşakça davranacaklarına inanmış; Başkan Wilson’un demecini ümit verici söz olarak algılamış; 30 Ekim 1918’de Mondros Bırakışması’nı imzalamak zorunda kalmışlardık.
Bu gelişmeler yer alırken, 13 Ekim 1918’de, Mehmet Talât Paşa’nın sadrazamlığı altındaki İttihat ve Terakki Kabinesi yönetimden çekilmiş; bir gün sonra Mareşal Ahmet İzzet Paşa başkanlığında yeni ama geçici bir kabine kurulmuş; bu kabineye, Wilson prensipleri doğrultusunda barış görüşmeleri yapma yetkisi verilmişti. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti mebusları Osmanlı Mebusan Meclisi’nde çoğunluğu oluşturmayı sürdürmüşlerdi. İttihatçı yönetimin ortadan kalkmış olması, İttihatçı korkusunun hafiflemesine neden olmuş; bırakışmanın imzalanması üzerine, İstanbul’da dernek ve parti kurma faaliyetleri yoğunlaşmıştı, öte yandan azınlıkların taşkınlıkları başlamış; İstanbul ve İzmir’de kimi binalara Müttefik devletlerin bayrakları asılmıştı. 1 Kasım’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin son kongresi İstanbul’da oturumlarına başlamış; İttihatçılar, kongrenin son oturumunun yapıldığı 5 Kasım’da partiyi feshetmek ve “Teceddüt Partisi” adı altında yeni bir örgüt kurma kararını oybirliğiyle almışlardı. Kimi kaynaklara göre iki gün önce (2/3 Kasım Cumartesi/Pazar akşamı) ; kimi kaynaklara göre de üç gün sonra (8 Kasım akşamı); Türkiye’yi dünya savaşına sürüklemekle suçlanan ittihat ve Terakki Cemiyeti’nin 3 önderi Talât, Cemal ve Enver paşalarla en yakın işbirlikçileri, “U67” sayılı Alman denizaltısıyla, büyük gizlilik içinde İstanbul’dan kaçmışlardı.
Kasım’da İngilizlerle Fransızlar Çanakkale Boğazı’nı işgal etmeye başlamış; 7 Kasım’da işgal ordularının öncüleri İstanbul’a girmişlerdi. Ertesi gün, Ingilizlerin taleplerini yerine getirmeyen Sadrazam Ahmet izzet Paşa, kabinesinde kimi İttihatçılara görev verdiği gerekçesiyle, padişahça görevinden çekilmeye zorlanmış; 11 Kasım’da Ahmet Tevfık (Okday) Paşa kabinesi yönetime geçmişti. iki gün sonra (13 Kasım’da) Ingiliz, Fransız, Italyan ve Yunan savaş gemilerinden oluşan 61 parçalık büyük filo İstanbul’a ulaşmış; Beyoğlu Hıristiyanlarının çılgınca gösterileriyle karşılanmıştı. 15 Kasım’da Müttefiklerin savaş gemilerinden karaya çıkan askerler, Türklerce boşaltılmış olan İstanbul Boğazı’nın iki yakasındaki istihkâmları işgal etmiş; 3.500 kişilik işgal gücü karaya çıkmıştı. Bu tarihten sonra Fransız, Italyan ve daha çok Ingiliz….