“Heyecan verici bir Myron Bolitar hikâyesi.”
-Borders
“Bolitar severler, hikâyenin her anında kahramanlarına hayran kalacaklar.”
-Publishers Weekly
“Harlan Coben, bağımlılık yapıcı gerilim romanlarını yazmakta çok usta bir kalem ve Kayıp’ta bunu kanıtlıyor.”
-Chicago Sun-Times
“Baş döndürücü bir kurgu ve canlı diyaloglar… Romanın bütün içeriği tam ağzımıza layık bir gerilim: cinayet, aksiyon ve kıvrak zekâ.”
—New York Daily News
Myron Bolitar, ihtiras dolu ilişkilerinin ardından Terese Collins’ten haber almayalı yaklaşık on yıl olmuştu ve Paris’ten gelen telefon, Myron’u tamamen savunmasız yakalamıştı. Terese, ortalardan kaybolmasının sebeplerini açık yüreklilikle kabul ediyordu: hamile kalmak ve hayatında yaşayabileceği en heyecanlı an olan çocuğunu ilk kucakladığı zamanı yaşamak istiyordu. Çocuğu doğduğunda başına gelecek o ölümcül kaza ise herşeyi elinden alıp götürecekti: evliliği, mutluluğu ve en önemlisi kızını.
Eski kocasını öldüren bir şüphelinin Paris’te olduğunu öğrendikten sonra, Terese’nin yapacağı tek bir şey kalmıştır. Myron bu çağrıya cevap verir. Fakat sonradan ortaya çıkan bir delil bütün hikâyeyi alt üst etmeye yetecektir. Terese’nin yıllardır gizlediği aile sırları ve kızının hâlâ hayatta olabilme ihtimali olduğu ortaya çıkacaktır.
Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı ve saldırganların kol gezdiği ülkede Myron ve Terese aynı zamanda yerel güvenlik güçlerinden, Interpol ve Mossad’dan kaçmak zorundadırlar. Çok seri hareket etmeleri gereken ikili, bir yandan Terese’nin uzun zamandır kayıp olan kızına ne olduğunu öğrenmeye çalışırken, bir yandan da gizli gizli hazırlanan global bir planın içinde kaybolup, çıkış yolu arayacaklardır.
BÖLÜM BİR
“Sırrını biliyor musun peki? ” diye sordu Win.
“Bilmeli miyim?”
Win omuzlarım silkti.
“O kadar kötü mü? ” diye sordum.
“Hem de çok, ” dedi Win.
“0 zaman demek ki öğrenmeyi istemeyeceğim bil sev. “
ikimizi birden kapkaranlık bir uçuruma sürüklemekle kalmayıp aynı zamanda bütün dünyayı etkileyecek, yaklaşık on yıldır sakladığı sırrını söylemesine iki gün kala, sabahın beşinde, erotik sayılabilecek bir rüyadan uyandırdı beni. Ne bir merhaba dedi ne de hatırımı sordu. Sadece “Paris’e gel,” demişti. O kadar.
Terese Collins’in sesini yaklaşık yedi yıldan beri ilk kez duyuyordum. Hatta cızırtı vardı. Heyecanlanmıştım, “Terese? Sen misin?” diyebildim sadece. “Neredesin?”
“Left Bank’ta küçük bir otelde kalıyorum. Buraya bayılacaksın. Akşam yedide kalkan Air France uçağına binip gelebilirsin.”
Yalağımda doğrulup oturdum. İkinci dereceden ağır suça teşvik eden bikinisiyle Terese Collins gözümün önünde canlanıverdi birden. O müstakil ada, pırıl pırıl kumsal, insanın içini eriten bakışları, ikinci dereceden ağır suça teşvik eden bikinisi.
Dikkat ederseniz bikiniyi iki kez vurguluyorum, çünkü buna değer.
“Gelemem,” dedim.
“Paris’ten bahsediyorum,” dedi.
“Biliyorum.”
Yaklaşık on sene kadar önce birlikte o adaya kaçmıştık. Yolunu kaybetmiş iki yabancı sayılırdık. Bir daha birbirimizi hiç göremeyeceğimizi sanıyordum ama yanılmıştım. Birkaç sene sonra oğlumun hayatını kurtarmamda yardımcı olmuştu bana. Ve sonra birden ardında hiç iz bırakmadan ortadan kayboldu. Şu telefonda konuştuğumuz ana kadar.
“Bence bir düşün,” diye devam etti. “Işık Şehri Paris. Her gece durmadan sevişiriz.”
Zorla yutkunabildim. “Evet tabii, peki gündüz ne yapacağız?”
“Eğer yanlış hatırlamıyorsam biraz dinlenmeye ihtiyaç duyarsın sen.”
“E vitaminlerimi de almam lazım yanıma o zaman,” dedim zoraki gülümseyerek. “Yapamam Terese. Hayatımda biri var…”
“On bir Eylül dullarından biri, değil mi?”
Bunu nereden öğrenmiş olabilirdi acaba? “Evet.”
“Tek sebep o olmamalı.”
“Üzgünüm ama ta kendisi.”
“Aşık mısın?” diye sordu.
“Evet desem senin için bir şey farkedecek mi?”
“Aslında hayır.”
Ahizeyi diğer elime aldım. “Ne oldu Terese’.’”
“Bir şey yok. Seninle şehvetli, aynı zamanda romantik bir hafta sonu geçirmek istedim o kadar.”
Bir kez daha yutkundum. “Herhalde senden haber almaya)] yedi sene filan olmuştur değil mi?”
“Neredeyse sekiz olacak.”
“Sem aradım,” dedim, “Hem de kaç defa.”
“Biliyorum.”
“Sürüyle mesaj bıraktım. Mektup yazdım. Seni bulabilmek için çok uğraştım.”
“Biliyorum,” dedi yeniden.
Sessizlik. Sessizlikten hoşlanmam.
“Terese? Orada mısın?”
“Bana ihtiyacın olduğunda,” dedi, “bana gerçekten ihtiyacın olduğunda hep yanında oldum öyle değil mi?”
“Evet.”
“O zaman Paris’e gel Myron.”
“Senin için söylemesi o kadar kolay yani.”
“Evet.”
“Bu kadar zamandır neredeydin?”
“Buraya geldiğinde her şeyi anlatacağım sana söz.”
“Gelemem. Biriyle beraberim.”
Yine o kahrolası sessizlik.
“Terese?”
“Tanıştığımız günü hatırlıyor musun?”
Hayatımda yaşadığım en büyük felaketin hemen sonrasında tanışmıştık. Sanırım o da kötü günler geçirmişti o aralar. İyiliksever arkadaşların düzenlediği bir yardım derneği toplantısında birbirimizi gördüğümüz anda ortak mutsuzluğumuz birbirimize çekmişti bizi. Gözlerin, ruhun aynası olduğuna inanmam. Bu tip bir sözdebilime inandırmaya çalışarak, insanları aptal yerine koyan çok psikolog bilirim. Ama Terese’in gözlerindeki hüzün o kadar belirgindi ki o hüzün tüm benliğinden dışarı fışkırıyordu sanki. Ve o gece bir harabeye dönmüş hayatımda, o benliğe müthiş bir açlık duymuştum.
Terese’in bir arkadaşının Karayipler’de Aruba’ya yakın küçük bir adası vardı. Hemen o gece birlikte oraya gittik. Kimseye haber vermeden. Kimseye nerede olacağımızı bildirmeden. Hemen hemen hiç konuşmadan, bolca sevişerek lam üç hafta geçirmiştik.
“Tabii ki hatırlıyorum,” dedim.
‘İkimiz de un ufak olmuştuk o aralar. Hiç birbirimize nedenini sormadık. Bununla ilgili tek kelime etmedik. Ama ikimiz de biliyorduk aslında.”
“Evet.”
“Seni perişan eden neyse,” dedi Terese, “başa çıkabildin. Çoğu insan gibi atlattın. Üzüntüler geçer gider. Zarar görürüz ama bir süre sonra toparlanırız.”
“Peki ya sen?”
“Ben toparlanmayı beceremedim. Toparlanabileceğim! de sanmıyorum. Paramparça oldum ama öyle kalmam benim için daha iyi oldu.”
“Seni takip edemiyorum.”
Sakin sakin konuşmaya başlamıştı şimdi.
“Eğer toparlanırsam hayatımın nasıl olacağını, neye benzeyeceğini hiç merak etmedim ve etmiyorum da. Sonuçtan memnun kalacağımdan şüpheliyim çünkü.”
“Terese””
Cevap vermedi.
“Yardım etmek isterim,” dedim.
“Bana yardım edemezsin,” dedi. “Etsen bile bu yardımının hiçbir anlamı olmaz.”
Yine sessizlik. Bu sefer ki daha uzun sürmüştü.
“Seni aramadım farzet Myron. Kendine iyi bak.” dedi ve telefonu kapattı.
BÖLÜM İKİ
“Ah,” dedi Win, “Şu hoş bayan Terese Collins. Dünya standartlarının üstünde birinci kalite popo.”
Kasselton Lisesi Spor Salonu’nun köhne sıralarından birine oturduk. Ter ve endüstriyel deterjanların karışımı olan o tanıdık kokuyu alabiliyordum. Etraftaki sesler bu geniş kıtanın dört bir yanına yayılmış benzer her spor salonunda olduğu gibi son derece bozuk çıkıyordu. Bir duş perdesinin hışırtısına benzer garip yankılar. Bu tip spor salonlarını severim. Bu salonlarda büyüdüm ben. Hayatımın en güzel anılarım elimde bir basket topuyla, buna benzer havasız kapalı mekânlarda bıraktım. Top sürerken çıkan sese bayılırım. Maç öncesi ısınma sırasında yüzden fışkırmaya başlayan terin parlak görüntüsüne bayılırım. Topun pürtüklü derisinin parmak uçlarımda yarattığı hisse bayılırım. Gözlerin huşu içinde öndeki çizgiye kilitlendiği, sonra topun yaylandın İdi ğı ve döndürüldüğü o ana bayılırım. Sanki o anda dünyada başka hiçbir şey yokmuş gibi hisseder insan.
“Onu hatırlamana sevindim,” dedim.
‘Dünya standartlarının üstünde, birinci kalite popo.”
“Evet, anladık. Az önce de söylemiştin aynı şeyi.”
Win, Duke Koleji’nde okurken oda arkadaşımdı ve şimdi en iyi arkadaşım Esperanza Diaz’la birlikte iş ortağım olmuştu… Esas adı Windsor Home Lockwood III di ve tam da adına yakışan asil bir tipi vardı. Antik Tanrı heykelleri gibi bukleli seyrek san saçlar, pembe yanaklar, yakışıklı, asil bir yüz, buz mavisi gözler. Golf oynadığı için sadece V yaka gömleğinden açıkta kalan kısım kızarmıştı güneşten. Oldukça pahalı marka kanvas bir pantalon, pembe yeşil çizgileri olan mavi bir Lilly Pulitzer ceket, bir palyaçonun cebinden fırlayan koca bir çiçeğe benzeyen, ceketin rengiyle uyumlu bir cep mendili.
Kısacası efemine bir giyim stili.
“Terese televizyona çıktığında,” dedi Win kibirli bir özel kolej öğrencisi edasıyla ve geç anlayan bir çocuğa önemli bir şeyi izah etmeye çalışıyormuş gibi. “Sunucu masasının arkasında oturduğu için vücudunun neye benzediğini göremiyorduk.”
“Evet.”
“Ama onu o bikinisiyle gördüğümde,”hatırlarsanız size bikinisinin ikinci dereceden ağır suça teşvik ettiğini az önce söylem i ştim”şey yani gerçekten müthiş bir kadındı. Spikerlik yaparak kendini harcadı. Çok yazık.”
“Hindenburg Zeplini gibi yani,” dedim.
“Çok komik bir örnek verdin,” dedi Win. “Cuk oturduğunu söyleyemeyeceğim.”
Win’in yüzünde sürekli kendini beğenmiş bir ifade vardı. Onu görenler seçkinci, züppe, baba parası yiyen biri ol…