Kayıp Kardeş
Kayıp Kız’ın yaşadıklarının üzerinden iki yıl geçmiştir.
Sınav stresi ve bir de bu yetmezmiş gibi ortaya çıkan yeni aile trajedisiyle uğraşmak zorunda olan on altı yaşındaki Lauren için hayat kolay değildir..
Öz annesi tatilde birlikte zaman geçirmenin onlara iyi geleceğini düşünerek Lauren ile iki kız kardeşini yanına alır.
Ancak çok geçmeden kardeşlerden biri ortadan kaybolur, tıpkı yıllar önce Lauren’in kaçırıldığı yerde olduğu gibi.
Lauren kardeşini kurtarıp aynı kâbusun bir kez daha yaşanmasına engel olabilecek midir?
***
Yakın dostum Philly’ye…
KIZ KARDEŞ
Yazlık evin penceresinden süzülen güneş ışığına uyandım. Hava bugün de sıcaktı. Esnedim ve Madison’ı rahatsız etmemeye özen göstererek yatakta doğruldum. Uzun, siyah saçları yastığın üzerine serpilmişti. Saçlarını usulca geriye çektiğimde bir kalbi andıran tatlı yüzü ortaya çıktı.
Hareket ettiğimde Madison uykusunda inledi. Pürüzsüz yüzünde kirpikleri uzun ve simsiyahtı ama gözlerinde biriken yaşları görebiliyordum. Geçen hafta yazlık eve geldiğimiz günden bu yana her gece böyleydi. Bir kâbus onu uyandırıyor ve odama getiriyordu, onu tekrar uyutmak için saçlarını okşamak zorunda kalıyordum. Gözlerimi açtığımda uykusunda ağladığını görüyordum… yüreğimi parçalayan hafif inlemeler.
Eğildim, onu alnından öptüm ve yorganı dikkatle çıplak omzuna örttüm. Nefesi düzensizleşene ve gözleri yavaşça açılana kadar bir süre onu izledim.
“Lauren,” diye mırıldandı. “Rüyamda yine babamı gördüm.”
“Biliyorum, tatlım,” diye fısıldadım. “Artık geçti.”
Babamız, Sam, dokuz ay önce ansızın ölmüştü. Onunla birlikte büyümediğim halde onu kaybetmek içimde büyük ve acı bir boşluk bıraktı. O benim öz babamdı ama küçücükken kaçırılmış ve evlat edinilmiştim, o yüzden iki sene öncesine kadar onu tanımıyordum.
Sam çok özel bir insandı ve onu her gün özlüyordum ama öz annem Annie’ye ya da kız kardeşlerime – Shelby ve Madison – baktığımda Sam’in aniden ölmesinin onlar için çok daha zor olduğunu görebiliyordum… kalpleri paramparça olmuştu. Özellikle de Madison. Yalnızca sekiz yaşındaydı. Neler hissettiğini düşündüğümde midem sıkışıyordu.
Ve şimdi, Madison yanıma sokuldu. Saçlarını okşadım, esnedi ve sırtını kollarını başının üzerinde uzatarak bir kedi gibi gerindi. Bir süre sonra yataktan kalktı ve pencereye koştu. Büyük kahverengi gözleriyle bana baktı.
“Bugün sahile gidebilir miyiz?”
Ona bakıp gülümsedim. “Elbette – kahvaltını eder etmez.”
“Yaşasın!” Madison odanın çevresinde koşturmaya başladı, kâbuslarını unutmuştu. Mavi çizgili pijamasının üzerine pembe bir balerin eteği geçirdi. Çevresinde dönerken saçları uçuştu.
Birdenbire ‘taptaze bir soluk’ deyimini daha önce hiç anlamadığımı fark ettim. O Madison’dı – sıkıcı ve düz bir dünyada taze bir soluk: Annie’nin yüzünü güldürebilen ve bana kendimi iyi hissettirebilen tek insan.
Madison çevresinde dönerken durdu ve bana baktı. “Ama Shelby olmaz,” dedi. “Söz ver, Lauren. Shelby bizimle gelmesin.”
Gülümsedim. Madison ile beni birbirimize kenetleyen birçok şeyden biri ortanca kardeşimize duyduğumuz hoşnutsuzluktu. Shelby her zaman kaba ve saldırgandı. Daha dün, alaycı bir tavırla Madison’ın oyuncak bebeklerle oynamak için çok büyük olduğunu söyleyerek onu ağlatmıştı.
“Elbette,” dedim. “Eğer çabucak giyinirsen Shelby uyanmadan evden çıkmış oluruz.”
Madison kocaman gözleriyle onaylayarak hızla odadan çıktı. Aceleyle üzerime kıyafetlerimi geçirdim, sonra aynada kendime baktım – kot şort, üzerime oturan tişört ve sandaletler iyi görünüyordu. Dolaptan hasır bir çanta, banyodan iki tane havlu ve güneş kremi aldım. Nisan ayı olmasına rağmen, hava son günlerde inanılmaz derecede sıcaktı ve bugün de durum pek farklı olmayacak gibi görünüyordu.
Yüzüme düşen saçlarımı topladım, biraz far ve ruj sürdüm. Ruju cep telefonumla birlikte çantama koydum. Bacaklarımı bronzlaştırırken Madison bunlarla oynayabilirdi. Tişörtümün içine bikini üstümü çoktan giymiştim. Güneş gözlüklerimi alarak odadan çıktım.
Madison aşağı katta bir kâse mısır gevreğini aç bir kurt gibi yiyordu.
“Peki tamam, birbirinizden ayrılmadığınız sürece gidebilirsiniz.” dedi Annie, ellerini endişeyle ovuştururken. Üzerinde sabahlığı ve yüzünde dünden kalma makyajı vardı.
“İyi olacağız,” dedim, düz bir ifadeyle. “Mo’ya göz kulak olacağım ve—”
“Peki sana kim göz kulak olacak?” diye araya girdi Annie. Eline kahve fincanını aldı ve telaşlı bir şekilde kahvesinden bir yudum aldı.
Tanrı aşkına. Masanın kenarlarını sıkıca kavradım. Anlayışlı olmak istiyordum. Sam’i kaybetmenin onun için ne kadar zor olduğunu biliyordum. Bu hepimiz için zordu. Ama evden iki adım uzaklaştığım her seferde neden tekrar kaçırılacakmışım gibi davranmak zorundaydı? On altı yaşındaydım ve birkaç ay içinde Genel Orta Öğretim Sertifikası almış olacaktım.
Öfkemi bastırarak suratıma zoraki bir gülümseme yerleştirdim. “İyi olacağız,” diye tekrarladım.
“Shelby’nin uyanmasını beklemek istemiyor musunuz?” diye sordu Annie.
“Hayır, anne,” dedi Madison, kesin bir şekilde. “Hemen gitmek istiyoruz.” Masadan kalktı ve küçük mavi çantasını omzuna astı. Göz göze geldik, çantanın içinde ne olduğunu biliyordum.
“Tamam, ama… ama arabayla dolaşıp piknik yapmak istemediğinize emin misiniz?” diye sordu Annie.
Madison ile panik halinde birbirimize baktık. Annie’nin piknik anlayışı dar yol şeritleri hakkında hiç durmadan şikâyet ettiği ve arabayı ters yönden sürdüğü kısa bir yolculuğun ardından buzdolabında bulduğu yemeklerden hazırladığı sıradan bir öğünden ibaretti. Son günlerde birçok kez sahile gitmiş, Annie’nin etrafta çokça olduğunu söylediği mağaraları bulmaya çalışmış – ve başarısız olmuş – ve birbirinden tuhaf yiyecekler yemiştik. Haşlanmış yumurta, kuru kayısı salatası… ve, bir keresinde, sonradan kuş yemi olduğunu anladığımız bir paket çekirdek.
“Şey… hayır teşekkürler,” dedim.
“Tamam, o zaman bunu al.” Annie elime iki adet yirmi sterlin banknot sıkıştırdı. “Öğlene kadar döneceğinize söz ver, tamam mı?”
Gözlerimi devirdim. “Tamam.”
Madison odanın diğer ucuna hızla koştu ve kâsesini lavabonun içine bıraktı. Üzerinde kot şort ve rengi benimkine benzeyen mavi bir tişört vardı.
İkimizin de uzun kahverengi saçları ve buğday rengi teni olduğu için gözlerimiz, (benimki mavi, Mo’nunki koyu kahverengi) aramızdaki tek gerçek renk farkını açığa çıkarıyordu.
“Hey, ikiz gibiyiz, Mo,” dedim.
“Biliyorum.” Madison’ın gözleri ışıldadı. “Hazırım.”
“Yanınıza ceket alın,” dedi Annie, telaşlı bir şekilde koridordaki portmantoya doğru yürürken.
“Gerek yok, dışarısı şimdiden kaynıyor.” Elimi uzattım ve Madison’ın sıcak, küçük parmaklarının parmaklarıma dolandığını hissettim. “Güle güle, Annie.”
“Güle güle anne,” diye seslendi Madison. Kıkırdayarak onu mutfak kapısından evin dışına kadar sürüklememe izin verdi.
Madison elimi tutarak kaldırıma doğru ileri atılırken, arkamızda Annie’nin ağlamaklı sesini duyabiliyordum. “Dikkatli olun…” Öfke bir yılan gibi etrafımı sarmıştı.
Yürümeye başladık. Güneş yüzüme vuruyor ve bütün vücudumu ısıtıyordu. Sahile yaklaştıkça kendimi çok daha mutlu hissettim. Annie’yi arkamızda bırakır bırakmaz endişelerinin utanç verici ağırlığı üzerimden kalkmaya başladı.
Annie’nin endişelenmekte haklı olabileceğini bir saniye bile aklıma getirmedim… ya da ortada endişelenecek bir şey olduğunu.
Ancak iki saat sonra bütün dünyam tepe taklak olacaktı. Ve o an bunu bilmememe rağmen, hepsi benim hatam olacaktı.
2
KAYIP
Saat onda sahil güneşlenmeye can atan insanlarla dolup taşmaya başlamıştı. Paskalya bayramı başlamıştı ve alışılmışın dışındaki sıcak hava insanları dışarı çıkarıyordu ama dürüst olmak gerekirse, geçen hafta, havanın kapalı ve deniz kenarının tenha olması daha çok hoşuma gitmişti.
Madison aldırış etmiyor gibiydi. Yürüyüş yolunda ‘Ali Baba’nın Çiftliği’ şarkısının yükseldiği atlıkarıncayı izlemek için durduk, sonra kumların üzerinde boş bir alan bulduk ve havlularımızı buraya serdik.
Birbirimizin saçlarını ördük – ince örgüler – ve Madison küçük mavi çantasını kenarından kavrayarak havlusunun üzerine kıvrıldı. Başını kaldırıp bana baktı; çikolatayı andıran büyük gözleri sabırsızlığını ve utancını ele veriyordu.
“Haydi,” dedim gülümseyerek. “Üzerindekileri çıkar.”
Madison sırıtarak karşılık verdi ve çantasında sakladığını bildiğim üç küçük oyuncak bebeği usulca dışarı çıkardı. O oyuncaklarıyla hayali bir oyun oynamaya başlayıp sessizce fısıldarken, ben de uzandım ve gözlerimi kapadım.
Sam ölmeden önce Madison oyuncak bebeklerine karşı ilgisini neredeyse yitirmişti ama sonrasında onlarla her gün oynamaya tekrar başladı. Başlarda Annie, Mo’nun ‘bastırılmış üzüntü davranışları’ ya da anlamak için bir psikoloji diplomasına ihtiyaç duyduğunuz bir başka havalı şey sergilediğinden endişelenerek kuruntuya kapıldı. Bir süre sonra, eğer sorun etmezse Mo’nun eninde sonunda oyuncak bebekleriyle oynamayı bırakacağını umarak sakinleşti. Öte yandan Shelby, ilk günden itibaren hırçın ve saldırgandı. Ne zaman gözüne bir oyuncak bebek ilişse, Madison’ın bir bebek olduğunu söyleyerek ona sataşıyordu.
Hiçbiri anlamıyordu. Madison’ın yalnızca kendisini sevecek birilerine ihtiyacı vardı – ölmeyecek birilerine.
Her neyse, Sam’in ölümünün üzerinden dokuz ay geçmişti ve Madison hâlâ oyuncak bebekleriyle oynuyordu – ama sadece yalnızken, ya da benimleyken.
“Tilda bugün nasıl?” diye sordum, güzelliğiyle dikkat çeken kırmızı saçlı ve çilli bir oyuncak bebeği işaret ederek.
“Tammy’ye kızdı,” dedi Madison, üzüntüyle başını sallarken. “Tilda ona kötü davrandı.” İki bebek arasındaki hayali tartışmanın ayrıntılarını açıklamaya devam etti.
Birkaç dakika sonra onun anlattıklarını artık takip edemez hale gelmiştim ama yine de başımla onaylaydım ve gülümsedim. Madison’ın açıklamaları bittikten sonra çıplak bacaklarında yeterli miktarda güneş kremi olup olmadığını kontrol ettim, sonra cep telefonumu elime aldım ve Facebook hesabıma girdim. Saat hâlâ erkendi ama arkadaşlarımın çoğu – ve erkek arkadaşım Jam – Paskalya bayramı için Londra’dalardı ve birçoğunun dün gece buluştuğunu biliyordum.
Bu yazlık evi kiralamamış olsaydık ben de onlarla birlikte dışarı çıkabilirdim. Ama Sam teşhisi konulamayan bir kalp rahatsızlığı yüzünden öldüğünden beri, Annie İngiltere’ye sadece iki kere gelmişti ve iki seferde de Londra’daki dairelerine ayak basmayı reddetmişti. O yüzden bu Paskalya bayramında buraya, İngiltere’nin güney kıyısındaki Norbourne’a gelmiştik.
Arkadaşlarımdan iki hafta boyunca uzak kalmaya karşı çıkmayı düşünmüştüm ama ne zaman Londra hakkında konuşmaya başlasam Annie gözyaşlarına boğuluyor, annem ve babam ise iki haftalığına Londra’nın dikkat dağıtıcı unsurlarından uzak durmamın harika bir fikir olduğunu düşündüğünü söylüyorlardı.
Tam da onu düşünürken annem bana mesaj attı. Mesajı açıp açmama konusunda bir an tereddüt ettim. O zamanlar annemle aram iyi değildi. Annie biyolojik annem olmasına rağmen, beni büyütenler annem ve babamdı. Okul dönemi boyunca onlarla birlikte yaşıyor, tatillerde ise Amerikalı ailemi ziyaret ediyordum. Geçen hafta annem, babam ve küçük erkek kardeşim Rory iki haftalığına Disney Dünyası’na gittikleri sırada, Annie ve kız kardeşlerim tatili benimle geçirmek için Amerika’dan gelmişlerdi.
İç geçirerek annemin mesajını açtım.
Dersler nasıl gidiyor? Unutma, her gün üç saat. Sonrasında bütün gün senin! Sevgiler Annen
Öfkeyle homurdandım ve yanıt vermeden mesajı kapadım.
Bu şekilde olmaması gerekiyordu, öyle değil mi? Bana değer veren iki annem olduğu için her zaman minnettar olmaya çalışmıştım ama artık kendimi iki tane gardiyanım varmış gibi hissediyordum. Bir yandan beni korumak bütün dünyadan uzaklaştırmak isteyen endişeli ve ilgiye muhtaç Annie, diğer yandan ise bir başöğretmen gibi sürekli tepemde olan annem.
“Hey Lauren, Tammy’ye bak,” dedi Madison.
Başımı kaldırıp baktım. Tammy, Madison’ın en sevdiği oyuncak bebekti – tombul ve yuvarlak suratıyla Madison’ın küçük bir kopyası gibiydi, siyah uzun saçları ve uzun, gür kirpiklerle çevçevelenmiş büyük kahverengi gözleri vardı.
“Onun saçlarını da örüyorum,” dedi Madison.
“Harika.” Havlusundaki iplikleri kullanarak özenle bağladığı iki muazzam örgüyü inceledim. “Aferin.”
Madison’ın gözleri ışıldadı ve tekrar oyuncak bebeğinin üzerine eğildi.
Tekrar telefonuma döndüm ve kimlerin çevrim içi olduğuna baktım. Birkaç arkadaşım sohbet ediyordu ama aralarında Jam yoktu. Belki de bu iyi bir şeydi. Son zamanlarda birbirimizden biraz uzaklaşmıştık. Jam, Sam’in ölümünden sonra bana biraz nefes alma alanı tanımaya çalıştığını söylemişti ve ikimiz de Genel Orta Öğretim Sertifikası sınavlarına hazırlanıyorduk ama onun bana karşı ilgisini kaybedip kaybetmediğini düşünmeden edemiyordum. Ona açıkça sorabileceğimi biliyordum ama hassas biri gibiymiş gibi izlenim yaratmak istemiyordum. Bu yüzden ben de kendimi geri çekmiştim, onun ne yapacağını görmeyi bekliyordum… nasıl davrandığını.
Sahilin karşısında bir grup genç Boondog Shack Kafe’nin dışında toplanmışlardı. Henüz oraya gitmemiştim ama eğlenceli görünüyordu, Jam ve benim gidebileceğimiz türden bir yerdi. Parmaklarım Jam’in iki sene önce hediye ettiği ahşap oval kolyeye doğru kaydı. Kolyeyi hâlâ boynumda taşıyordum. Jam’in bunu fark ettiğinden bile emin değildim.
Madison doğruldu. “Dondurma alabilir miyim?”
“Elbette.” Annie’nin verdiği parayı almak için elimi şortumun cebine soktum. “Hemen şurada bir büfe var. Havluları burada bırakabiliriz.”
Madison büfeye doğrulttuğum parmağıma bakarak kaşlarını çattı. “Tek başıma gidebilir miyim, lütfen?” dedi. “Hemen şurası.”
Tereddüt ettim. Dürüst olmam gerekirse, bir parçam Madison için en az Annie kadar endişe ediyordu. İki kaçırılma ve bir cinayet girişimini dünyanın ne kadar çirkin olabileceğinin bilincine varmadan atlatmak mümkün değil.
“Lütfen.” Madison ısrar etti. “Annem hiçbir şey yapmama izin vermiyor ve neredeyse dokuz yaşındayım.”
“Kasım’a kadar dokuz yaşında değilsin,” dedim.
Ama onun gitmesine izin vereceğimi biliyordum. Ne de olsa, Annie saçma bir şekilde aşırı korumacıydı ve bu Madison için iyi bir şey değildi. Ve dondurma büfesini sahildeki yerimizden görebiliyordum. Başına hiçbir şey gelemezdi. Hiçbir şey gelmeyecekti. Güneşli bir sabahtı ve etraftaki insanların çoğu kahkaha atan, birbirlerine su sıçratan ya da kumdan kaleler yapan küçük çocuklar ve onların ailelerinden oluşuyordu. Ayrıca, Mo’nun çantasının dibinde bir cep telefonu vardı.
“Al.” Annie’nin yirmi sterlin banknotlarından birini ona uzattım. “Kendine ne alıyorsan aynısından bana da al ve paranın üstünün tam olduğundan emin ol, tamam mı?”
“Elbette. Twister alacağım.” Madison ışıldayan gözlerle bana baktı. Oyuncak bebeği Tammy’yi cebine yerleştirdi ve kumların üzerinden hızla yürüdü. Ayağa kalktım ve Madison’ın yürüyüş yoluna varmasını, oradan da karşıya geçerek büfeye doğru ilerlemesini izledim. Büfenin arkasındaki adamın öne doğru eğildiğini, Madison’ın siparişini duymaya çalıştığını ve Madison’ın elleri kalçalarında sabırsızca başını salladığını görebiliyordum.
Onları izlerken, adam Madison’a çubuk dondurmaları verdi ve Madison parayı uzattı.
“Selam.” Yanımdan gelen bir erkek sesi yerimde sıçramama neden oldu. “Cassie’yi gördün mü?”
Etrafıma baktım. On sekiz on dokuz yaşlarında, uzun bir şort ve üzerinde Boondog Shack yazan rengi solmuş bir tişört giyen bir çocuk yanımda duruyordu. Tamamen göz kamaştırıcıydı: bronz cildi, sarı saçları ve kare biçiminde çenesiyle bir mankene benziyordu, kısa bir an için, görünüşünden ve çok yakınımda durmasından o kadar şaşkına döndüm ki ağzım bir karış açıldı. Bir adım geri gittim, neredeyse kum dolu yere kapaklanacaktım. Çocuk kolumdan yakaladı ve beni doğrulturken gülümsedi.
“Cassie’yi gördün mü?” diye tekrarladı.
“Cassie diye birini tanımıyorum,” dedim.
“Ah, peki.” Gülümsedi. “Rahatsız ettiğim için özür dilerim.” Ağır ağır yürüyerek uzaklaştı.
Gözlerimi kırpıştırdım, sonra Madison’ı hatırladım ve dondurma büfesine doğru döndüm. Şimdiye kadar sahile geri dönmüş olması gerekirdi. Belki de kafası karışmıştı ve yanlış yöne gitmişti. Gözlerimle ufku taradım. Sahil oldukça kalabalıktı ama kumların üzerine kümelenmiş insanların arasında yeterince boşluk vardı ve her iki yönden de en az yüz seksen metre ötesini rahatlıkla görebiliyordum.
“Mo!” diye seslendim.
Yakınımdaki birkaç aile etrafa baktı. Onları görmezden gelerek tekrar haykırdım. “MO!”
Neredeydi? Başı boş dolaşmak ona göre bir davranış değildi.
Haykırışım sessizliğin içinde uzaktan yankılandı. Bağırsaklarım düğüm düğüm olmuş gibiydi. Panik yapma, dedim kendime. Sadece birkaç saniye geçti. Buralarda bir yerlerde olmalı.
Sahili gözlerimle tarayarak telefonumu elime aldım ve Madison’ın numarasını çevirdim. Ama cep telefonu kapalıydı. Gürültüyle inledim. Yanımdan uzaklaşırken neden cep telefonunun açık olup olmadığını kontrol etmemiştim ki? Hasır çantamı aldım ve büfeye doğru ilerledim. Omzumun üzerinden arkama bakıp duruyordum ama arkamda kumların üzerindeki havlularımızdan başka hiçbir şey yoktu. Madison geri gelecek olursa havlularımızı görecek ve beni bekleyecekti. Kumları ve yürüyüş yolunu boydan boya inceledim, onun kestane renkli saç örgülerini ararken gördüğüm her figürü gözlerimle tarıyordum. Ortadan kaybolmuş olamazdı.
Dondurma büfesine ulaştım. Satıcı dondurma makinesinin altına bir külah tutarken iki yaşlı bayanla konuşuyordu.
“Affedersiniz,” diye araya girdim. “Biraz önce dondurma sattığınız küçük kızın nereye gittiğini gördünüz mü?”
Adam kaşlarını çattı. Yaşlı kadınların bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum.
“Küçük kız mı?” dedi adam yavaşça.
“Evet,” dedim. “Sekiz buçuk yaşında. Kahverengi gözleri ve örgülü uzun kahverengi saçları var. O… o yaklaşık iki dakika önce iki tane Twister sipariş etti ve size yirmi sterlin verdi.”
Adam onaylarak başını salladı. “Hatırlıyorum.”
Tekrar etrafıma baktım. Sahilde hafif bir meltem esiyordu. Gökyüzü masmaviydi. Havada çocukların kahkahaları yükseliyordu. Madison buralarda olmalıydı, belki de hemen köşedeydi.
“Peki nereye gittiğini gördünüz mü?” Tekrar adama döndüm.
Adam omuz silkti.
Yaşlı kadınlardan bir tanesi boğazını temizledi. “Belki de kadınlar tuvaletindedir,” dedi, büfenin yanını göstererek.
Başımla onaylayarak telaşla yanlarından geçerek ilerledim. Kadınlar tuvaletinin levhası yürüyüş yolunun duvarına asılmıştı. Hızla içeri girdim ama bütün kabinler boştu ve kapıları ardına kadar açıktı. Bir kadın ayna karşısında ruj sürüyordu.
“Buraya biraz önce küçük bir kız girdi mi?” diye sordum.
Kadın başını iki yana salladı. Dışarı fırladım ve tekrar sahile baktım. Havlularımız hâlâ bıraktığımız yerde duruyordu. Madison’dan iz yoktu.
İçimde şiddetle artan korkuya direnerek durdum ve derin bir nefes aldım. Düşün. Nereye gitmiş olabilir? Etrafımda dönüyor, her yöne bakıyor ve küçük kız kardeşime benzeyen tanıdık bir yüz görmeye çalışıyordum. Ama ondan hiçbir iz yoktu.
Kalbim deli gibi çarparken yanımdan geçmekte olan bir annenin kolunu kavradım. Kadın bebeğini bir askıyla önünde taşıyordu.
“Kız kardeşim kayıp,” dedim. “Henüz sekiz buçuk yaşında.”
Kadının gözleri kocaman açıldı. Korumacı bir şekilde elini bebeğinin başına koydu, sanki onu bu kötü haberden korumak istiyordu. “Ben… şey… bu korkunç. Ne oldu?”
“Dondurma almaya gitmişti ama geri gelmedi.” Konuşurken gözlerim tekrar sahili taradı, umutsuzca Madison’ın kot şortunu ve mavi tişörtünü görmeye çalışıyordum.
“Ne zaman?” diye sordu kadın.
“Çok olmadı. Birkaç dakika önce.” dedim.
Kadının yüz hatları rahatladı. “Muhtemelen yanlış yöne sapmıştır. Nerede olduğuna dikkat etmediği için kaybolmuştur—”
“Hayır.” diye başımı iki yana salladım. “Madison öyle bir şey yapmaz.”
Kadın bir adım geri gitti. Yüzünde anlayışlı ama mesafeli bir ifade vardı. Böyle bir olaya bulaşmak istemediği her halinden belli oluyordu. “Eminim kardeşin ortaya çıkacaktır,” dedi. “Kadınlar tuvaletine baktın mı?”
“Evet,” diye istemsizce kadını tersledim. Tekrar sahile bakarak hızla etrafımda dönmeye başladım. “Burada bir cankurtaran olup olmadığını biliyor musunuz?”
Kadın başını iki yana salladı. “Bildiğim kadarıyla yok,