Kaybettiklerimizi bir gün kazanacağız diye umutla bekleriz.
Ya da kaybettiklerimizi hiç kaybetmemişçesine yeniden inşa ederiz.Emek ile sabır ile. Geriye dönüp bakmadan yola çıkarız.
Yolda olmaktan mutlu; menzile varmaktan korka korka yol alırız.
Muamma ve Üstü Kalsın İhanetimin romanları ile edebiyat ekonomi ilişkisini özgün bir dil üzerinden inşa eden Sema Karabıyık; son romanı Kayıp Umutlar Merkezi’nde başarıya hüküm giymiş, kariyer hırsıyla dolu modern kadının ‘yol halini’ anlatıyor.
Kendisini, ailesinin geçmişine şifa diye armağan eden kadınların hikayesini.
***
Bir denge unsuru olarak gelmiştim dünyaya. İkiye bir erkekler lehine olan durumu eşitlemek üzere. Kalabalık bir aile hayalindeki babamın çocuk sayısını çiftlemek, eşitliği sağlama isteğinin ürünü olarak. Hedefine ulaştı babam kısa süreliğine de olsa. Yarım kalan hayallerin sebebi kabul edilmeyen dualar derdi babam. Kabul edilmeyen her dua nihayetlenmeyen bir hayal demek.
Babamın en büyük hayali hukuk fakültesini bitirip hakim olmakmış. Dedemin rahatsızlığı, doktor doktor şifa arama derken; üçüncü sınıfta veda etmek zorunda kalmış hayallerine. Ertesi yıl, bir defaya mahsus tanınan bir hakla kendini polis olarak bulmuş altı aylık bir eğitimin ardından. Adaleti sağlamaktan asayişi sağlamaya gönülsüz ama zorunlu bir geçiş.
Baba, yarım kalan hayalini oğlunun sırtına yüklermiş, yere düşmesin, heba olmasın, can bulsun diye. Anne ise yarım kalan hayaline sırtını döner toprağa gömermiş. İstermiş ki anne, kızının
taze hayali olsun peşinden sonuna kadar gidebileceği. Bu sebeptendir ki soy babadan oğula geçer anneler aracıdır sadece.
Hayalim yarım kaldı belki ama yere düşmedi derdi babam. Havadayken yakaladım, orada muhafaza ediyorum. Çocuklarımdan biri emaneti benden devralsın, yarım kalan hayalime hayat versin diye devam ederdi, dördümüzü de etrafına toplayıp masal tadında geleceğimizi kurgularken. Çok küçük olmama rağmen söylediklerini bu kadar net hatırlamama şaşırıyorum. Belki defalarca aynı şeyleri aynı kelimelerle söylediği için. Hukuk okuyacaktı oğullarından hayaline sahip çıkanı ve hakim olacaktı. Gayriihtiyari mi çıkardı ağzından oğlum sözü bilinçli mi bilemezdim. Diğer oğlu ve biz iki kız, kaşığımıza çıkanla idare edecektik. Önemli olan babamın hayalinin yarım kalmaması idi, bizlerin nasıl bir hayat yaşacağı değil. Biriniz doktor olun derdi bazen, tek tek gözlerimizin içine bakıp; sanki orada kimin doktor olabileceği yazıyormuş gibi. Yaş aldıkça arıza yapmaya başlar beden, biriniz ilgilensin doktor olsun da derdi. Doktor olma isteğini hiçbirimiz yerine getiremedik. Sınav sistemiyle ilgili değil, istemedik doktor olmayı. Süha’nın hakim olma hayallerine veda ettiği yaz, tıbbın çaresizliğini gördüğümüz ve tıbba olan inancımızı yitirdiğimiz için. En azından benim açımdan öyle.
Düz duvara tırmanmakta oldukça mahir Süha için, büyük adam olacak bu çocuk sözlerinin birbirini kovaladığı yazdı. Bırakın büyük adam olmayı adam bile olamadı Süha. Daha yükseğe
tezahüratlarının yapıldığı akşamlardan birinde, bahçedeki ağaçların en yükseğinin en tepesine çıkmış tekrar inerken… Bu çocuk harika sesleri sokakta yankılanırken… Ağacın gövdesinden
sadece yere atlaması kalmışken… Dengesini kaybetti ve kafa üstü çakıldı Süha. Mecazi anlamda değil gerçekten kafa üstü çakıldı. Ayakları çıktığı ağacın çatal yerine denk geliyordu. En yüksekten değil en alçaktan düştü. Hani derler ya bazen yükseklik değil eylemin kendisi önemlidir diye. Düşmeye mağlup oldu. Yükseklerde gezen, bu hareketlilikle acaba ne olur bu çocuk diye gören herkesi böbürlendiren Süha. O hareketli çocuğun sonunun nasıl olacağını beklememize gerek kalmamıştı.
Hayatımız kökünden değişti o günden sonra. Eşitlik bozuldu. Süha sürekli yatay pozisyonda, bakıma muhtaç büyüdüğü için annemin tüm hayatını işgal etti. Reha abim hayalleri devam ettirecek tek oğul olarak evin her tarafını kapladı. Bütün ilgi ikisinin üzerindeydi. Seda, söke söke hakkını alanlardan olduğu için gözyaşı silahını zaman geçtikçe daha iyi kullanmayı öğrendi.
Annemin yardım isteklerini geri çevirirken geçerli sebepler öne sürmeyi. Sürekli ders çalışması gerektiğini söyleyen, büyük bir aşkla ödev yapan Seda’yı karne günlerinde sorgulayan çıkmadı.
O kadar çalışma nereye gitti diye!
Bana gelince aile içi dengeyi sağlayan ben, Süha’nın yatağa bağımlı hale gelmesinden sonra dengesizlik unsuru olarak kalakaldım ortada. Üç yaşında olan ben, anne şefkatine muhtaç olan
ben, fazlalık gibi hissetmeye başladım kendimi. Süha’nın büyüyemediğinin göstergesi idim. Büyüdükçe, attığım her adım, İlkokula başlamam, okuma yazma öğrenmem, mezun olmam; Süham yapamadı sözüyle karşılık buldu. Yaptığım her şey anne babama Süha’nın yapamadıklarını hatırlattığından tam bir ızdıraba dönüştü.
Şefkat gösterilerinden, öpme merasimlerinden uzun zaman önce feragat etmiştim. Feragat?
Zorunlu veda demek daha doğru belki.
Erken büyüdüm. Reha ve Seda kendi hayatlarına doğru kanatlanıp uçarken, her gün söz verdim kendime. Hayatı annem, babam ve Süha için kolaylaştıracağım diye.
Son sınavıma girip mezun olmayı garantilediğim gün, “Yuvadan uçan kuşlardan olmayacağım” dedim anneme boynuna sıkıca sarılıp. Gözyaşları dinsin, artık ağlamasın istiyordum. Yanında
olduğumu hissetsin, onu hiç terk etmeyeceğimden emin olsun.
“Zamanı gelince sen de uçacaksın” diye cevap verdi annem, sesinin en metalik tonuyla. “Her sağlıklı kuş yuvadan uçar, anne kuşun en mutlu olduğu andır o an. Kanatları olmayan bir kuşum var benim, çok küçükken uçma yeteneği elinden alınan. İkinize birden kanat olmaya ne gücüm yeter ne ömrüm. Senden tek istediğim ben öldükten sonra kardeşine sahip çık. Senden başka emanet edebileceğim kimse yok. Koru, kolla, sev onu, şefkatinden mahrum etme.”
Vasiyetini sürekli seslendirdiğine göre şüphesi vardı annemin bana karşı. “Ben sizi hiç bırakmayacağım için dönmem de gerekmeyecek” dedim. Annemin şüphelerinden sonra iyice içime kaçan, inandırıcılığını bana karşı bile kaybeden iç sesimle.
Bakışlarından zaman zaman ne konuştuğumuzu anladığı düşüncesine kapıldığım, yıllardır hayatına bebek gibi devam eden Süha’yı yattığı yerden kucağıma alarak annemin yanına döndüm. Nasıl sarılacağımı, nasıl şefkat göstereceğimi görsün, aklında soru işareti kalmasın istiyordum.
“Para biriktirip tekerlekli sandalye aldığımızda taşımak, dışarı çıkarmak daha kolay olacak anne.”
“Okul bitirme sınavları için dua isterken abin de aynı şeyi söylüyordu.”
“Onlarla mukayese edilmekten, onların yaptıkları hataların bedelini ödemekten hiç kurtulamayacağım değil mi anne? Ağzımdan çıkan her kelime ama ablan ama abin diyerek boğazıma dizilecek! Onların yaptıklarının ceremesini çekeceğim, sırf aynı şeyleri yapma potansiyelini içimde taşıyorum diye. Yakın zamanda istediğim gibi bir iş bulacağım. Elimiz bollaşacak, o zaman göreceksin anne onlar gibi olmadığımı.”
“Aman” dedi annem, akşam yemeğini hazırlamak için mutfağa giderken. “Başımıza ne geldiyse para yüzünden geldi, olmaz olsun!”
Hatayı yapanın para değil insanlar olduğunu anlatamıyorum anneme. Suçladığın çocuklarının bu hale gelmesinde ne kadar etken olduğunun farkında mısın diye sormak istiyorum, ama üzülür diye vazgeçiyorum. Annem babam üzülmesin diye görmezden geldiklerim, yuttuğum kelimeler omuzlarımın üzerindeki yükü ağırlaştırdıkça ağırlaştırıyor.
Evlatları tarafından peş peşe hayal kırıklığına uğratılan anne babamı teselli etmekle görevliyim. Yaralarını sarmak, kırıklarını tamir etmek. Bunu yaparken de sürekli yaralanmak, kırılmak.