Esra Yalazan, kahramanlarının kaderini yazan, ama kendi kaderini tayin edemeyen yazarların hikâyelerinde dolaşırken, bu serüvene sadece kendi sesini, hayallerini, hatıralarını mı ekliyor? Yoksa hükümranı olmadığı kaderinin kelimelerini bulduğu için mi, bir edebî metni ustalıkla söküp kendi hayat örgüsü üzerinden yeniden dikiyor? Peki edebiyatla zenginleşen hayatlar, anlatıcının kalemine kader biçerken biz okurlar nerede duruyoruz? Nasıl oluyor da seyircisi olduğumuz bir temsilin tam da ortasına düşüyoruz?
Birbirine dolanan bunca kader, hikâye mümkün mü sadeleşip derinleşsin? Ama nasıl öyle oluyor? Ve biz, Âdeme isimlerin öğretilmesinden beri kelimelerin kader olduğunu bilmeden mi biliyoruz? İlk yaratılışın anlamını? Ruhun ve kalbin irtifaını? Sahi biliyor muyuz? Woolf, Borges, Fowles, Joyce, Zweig, Hesse, Marquez, Buzatti, Sandor Marai, Gide, Pasternak, Tanpınar, A. Şinasi Hisar, Sabahattin Ali, Refik Halit Karay, Tezer Özlü ve diğerleri Esra Yalazanın, okura kendi aynasında seyrettirdiği, denemenin sınırlarını aşıp kimi zaman hikâyeye dönüşen yazıları, Kelimeler ve Kaderde buluştu.
Bir yazardan, bir hikâyeden, bazen bir andan yola çıkarak susmayı, anlatmayı, bakmayı, derinleşmeyi, vazgeçmeyi, açılmayı sonra yine kapanmayı isteyen yazılar, kaderlerine doğru savruluyorlar. Kâinatta kaybolan kelimeler, talihin rüzgârıyla yer değiştiren nesneler, zihinlerde henüz açığa çıkmamış düşünce kırıntıları, yazının yetersiz kaldığı yerde tek başına kıvranan tarifsiz acılar… Kendilerini dinleyecek birilerini arıyor sanki. Ve bazen böyle harabelerin üst üste yığılmasıyla yenilenen şehirler gibi, çok katmanlı hikâyelerden, cevabı müphem sorulardan, hakikatin ruhundan beslenen incelikli bir romanda buluşuyorlar.
***
İçindekiler
İki Duygu Arasındaki Boşluk……………………………………..9
Hayat Hikâyelerinin Merhametli Yazarı: S. Zweig……………………………………………………………………13
Buzda Bir Balık Gibi… Pavese ve T. Özlü……………………19
Dino Buzzati’nin Üç Tutkusu: Dağ, Resim ve Şiir……………………………………………………………23
Dünyanın Bütün Çocukları Pal Sokağı’nda……………….29
Tolstoy’un Tanrısal Işığı…………………………………………..35
Sümbül Kokan Çocuklar ve Refik Halid Karay………….41
Münzevi Bir Hayatın Edebî Çilekeşi: Herman Hesse………………………………………………………….45
Zamansız Sonbahar ve A. Şinasi Hisar……………………..51
Badem Çiçekleri, Matilde ve Neruda…………………………57
Hayalî Sevdaların Cazibesi ve Sabahattin Âli……………63
Acının Birleştirdiği Şairler, Bachmann ve Celan……….69
Rilke: Hayat Basit Olduğu için Zordur ……………………..75
Merhamet, Devrim ve Andrei Platonov…………………….81
Eksik Hayatların Filozofu: Pascal Mercier……………….87
Mr. Pickwick’in ‘Çocuk’ Yazan: C. Dickens………………..93
Borges’in Sadık Hizmetçisi Fanny ve Sadakat………….99
Yaşlılık ve Balthus………………………………………………….105
İhanet, Peçorin ve Lermontov………………………………..111
Roman Kâşiflerinin O Sihirli Ânı…………………………….117
Öfke, Taklitçiler ve Thomas Bernhard……………………123
Sevdiğini Öldürmek ve M. Yourcenar…………………….129
Duygunun Anatomisini Çıkaran Adam: Leonardo da Vinci……………………………………………………….135
Durrell Kardeşlere Ege’den Mektup Var…………………141
Nabakov’un Renkli İşitebilen Hafızası…………………….147
Ateşe ‘Aşkın’ Şiiriyle Dokunan BirYazar: Leylaİpekçi……………………………………………………………………..153
Kendi Istırabına Dönüşenlerin Anlatıcısı:
Javier Marias…………………………………………………………159
ZarifBir İhanet Hikâyesi; Dr. Jivago………………………165
Juan Rulfo’nun Meksikası……………………………………..171
En Mutlu Olduğun O An ve Karen Blixen………………..177
Yazarlardan Hayalî Aşk Mektupları……………………….183
Korkunç His Kayıplarının Yazarı: Sandor Marai…………………………………………………………189
Göçmenler, LeyleklerveW.G. Sebald………………………195
Antik Çağda Seyahat, Zaman ve Tanpınar………………201
Zihnin Şehvetli Yolculuğu ve Virginia Woolf…………..207
Abidin Dino, Fikret Mualla ve Dostluk……………………213
Cesaret, Lord Jim ve Joseph Conrad………………………219
Ötekiler ve B. Schlink…………………………………………….225
Bir Söz Büyücüsü: Marquez……………………………………231
J.R. Jimenez ile Düşsel Bir Seyahat………………………237
Bal, Merhamet ve Semih Kaplanoğlu……………………..243
Hayata ve Ölüme Mizahla Direnenler: K. Vonnegut…………………………………………………………..249
Mucizelerin Sırrını Keşfeden Bir Kadın: Mazzantini…………………………………………………………….255
Bölük Pörçük Yaşamların Şair Romancısı: A. Micheals…………………………………………………………….261
Ormanların Uğultusu ve Knut Hamsun………………….267
Hikâyelerin Sihri ve Jeanette Winterson……………….273
Hayatın Nöbetini Tutan Kadınlar ve JohnFowles…………………………………………………………..279
Yaz Yağmuru Mektubunun Kahramanları ve Sen……………………………………………………………………283
İki Duygu Arasıdaki Boşluk
Bazen berbat bir ‘sıkışmışlık’ duygusundan sıyrılabilmek için kendime hayali seyahatler icat ediyorum. Bu çabam daha ziyade tanıdığım dünyayla arama mesafe koyma arzusuyla ilgili. Geçenlerde dostlara anlatıyordum: “Bir gemi olsa, binip olmayan bir ülkeye doğru gitsek. Yanımıza geçmişe dair hiçbir şey almasak, kendimiz gibi olmanın ağırlığından kurtulsak” dedim. Ama sonra o çıplak yalnızlık hissi ürpertti beni. Aniden “Sevdiğimiz şiir kitaplarını, şarkı söyleyebilen güzel sesli kadınları, hatta mümkünse biraz da yeşil erik alalım” diye ekledim. İçlerinden biri, “Olabilir ama istersen kitap yerine direkt şairleri alalım, hem zaten sen bazılarını da tanıyorsun” diyerek takıldı bana. Hemen itiraz ettim tabii. “Yok istemem, ben aralarında bir süre gönüllü bulundum, hâlâ ara sıra ziyaretlerine gider, onlara hayatın sıkıcı gerçeklerinden bahsederim. İyi çocuklardır ama mümkünse biz sadece yanımıza onların ‘sonsuz’ mısralarını alalım” dedim.
Hakikaten bir süre zamanın ve hayatın tutsaklığından kurtulup ufuk çizgisine bakarak sadece sevdiğim şiirleri okumak isterdim. Şair Ahmet Güntan’ın söylediği gibi “Edebiyat dünyayı araya sokar, şiir dünyayı aradan çıkarır” çünkü. O, saf şiir için edebiyatın unutulması gerektiğine inanıyor. “Şair olunmaz, doğulur” diyor. “Ya öylesinizdir ya da değilsinizdir” demek istiyor açıkça. Fevkalade haklı. Onları tanırım, dedim ya aralarında biraz bulundum. Edebiyatçılara karşı da biraz mesafeli ve ‘acımasız’. Şiir üzerine yazdığı makaleleri okurken gülümsedim. “Edebiyatçı doğulmaz, olunur” diyerek son noktayı koyuyor.
Şairsiz şiirin korunabileceğine pek inanmıyor sanırım. Burada yollarımız biraz ayrılıyor. Ben şiirin şairden çok daha güçlü olduğuna inanırım. Bu düşüncem, yazının yazarından daha önemli olduğu inancından biraz farklı. Şiir, kâinatın var oluşundan bu yana sebebini insanın içine sır olanda bulduğu, kelamın hayata en ‘saf’ haliyle dokunabildiği o sihirli ânın tezahürüdür. Şiir sevmeyebilirsiniz, onu, hakikatine vakıf olamayanlar gibi küçümseyebilirsiniz ama has şiirin gücünü reddedemezsiniz, onu bozamazsınız, yok edemezsiniz. Yeryüzünün kabuğundan söküp atamazsınız. Toprağın altında çürütemezsiniz.
Şairin bakışı, varlık sebebi şiiri kadar saf ve bozulmamış olabilir mi, çok emin değilim doğrusu. Ama şairlerin yaşayan hiçbir canlı türüne benzemedikleri kesin. İçinde bulundukları ânın rengini, kokusunu, tadını, ruhunu kendilerinin bile sezemedikleri telaşsız bir iyimserlikle ‘sonsuzlaştırabilen’ hayaletlerdir onlar. Dünyayı tedirgin ve dalgın bakışlarıyla süzmeye başladıklarında, gelecekte bizi benliklerimizden büsbütün uzaklaştıracak mısraları doğurmaya hazırladıklarını anlarsınız. Onlara göre hayat iyilikleri, kötülükleri, sürprizleri ve bilinmeyenleriyle tam da olduğu gibidir. Doğaldır. Sadece sıralamasında genellikle bir yanlışlık vardır. Zamanı hep ileriye doğru akan bir nehir gibi algılamazlar çünkü. Belki de insanın anlık hallerini, telaşlı yaşamını ciddiye almadıkları için zaman onların istediği biçimde akar. Usulca, kendiliğinden, çoğunlukla tersine… Sesleri, resimleri size hayatta bütün bildiklerinizi unutturan büyülü mısralarla taşıdıklarında, binlerce yıldır yeryüzüne kazınan işaretleri ahenkle birleştirip yepyeni bir dua edercesine mırıldandıklarında artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına inanırsınız nedense. Şiir biraz da o masalı kadim uygarlıklardan süzülmüş bir zarafetle anlatabilme sanatıdır.
Herhalde şiiri tanımlamak için binlerce cümle yazılmıştır. Ben son okuduklarımdan Ahmet Güntan’ınkini çok sevdim: “Şiir iki duygu arasındaki boşluktur. Duygu değildir” demiş. Biraz iddialı ama bence şiirin ne olduğunu hatta ne olmadığını çok net bir biçimde has bir şairin ironik cümleleriyle anlatıyor. Üstelik de uzağında durmayı seçtiği, biraz küçümsediği düz yazıyla.
Yolculuk listesi
İşte ben iki boşluk arasında durabilen, o siyah boşluktaki geniş âlemde duyguları hırpalamadan onlara belli belirsiz dokunabi-len şairlerin, hiç büyümek istemeyen, hayata aldırış etmeyen, dalgın, vahşi tabiatlı, hırçın, çocuksu hallerini de seviyorum. Gücenmesinler bana, bildiğim dünyayı geride bırakmaya hazırlanırken muhtemelen o ‘huysuzları’ yanıma almak istemezdim ama o gemiye binmeden evvel her birinden tılsımlı mısralar alıp ruhumun tenha bir köşesinde itinayla saklamak isterdim. Bütün dünya bizi terk ettikten sonra bile hayatın neden ve nasıl kutsal olabildiğini gizlice kulağıma fısıldasınlar diye.
O bilinmeyene yolculuk için mesela Levent Yılmaz’ın “Afrika’sını alsam. Gözlerimi kapatıp benzersiz mısralarına gelişi güzel dokunsam: Sana erguvan yetiştirmek istedim bugün/Bir taşın üzerinde çalıştım gün boyu/ Kömürle karıştırdım kiremit tozlarını./ Zeytin ezdim, biber kattım içine./ Eski zaman kimyagerleri gibiydim, görsen,/ ağzım çürüksulularyalısı,/sana verebileceklerimin en iyisini vermeyi diledim./Beceremedim deyip uzaklaşırken/Arkamdan bağırış çağırış geldi çocuklar/ avuçlarında çiçekler.Birhan Keskin’in zihnimi kamaştıran şiirlerinden birisini de cebime atsam: Çiçeklerin eksilen suyuna su/yazın yanına hatırayı ekledik,/ çekirge sesleri ve/ öğle güneşinin altında narın/ olgunlaşmasını bekledik./ Bekledik, başka başka odalarda/ çektiğimiz ağrı dinsin,/ bir çocukluk düşü gibi/ ince bir sızıya dönsün diye/ yaza sedeften bir anlam yükledik.Şiiri vaktiyle ‘içerden’ sevdiren usta bir şairin, Hilmi Yavuz’un ezilmiş erguvanlarını boğazın kıyısında yalnız bırakmak istemem doğrusu: Ezilmiş erguvanlar! Hâlâ uçuk bahçeler görüyorum/ ve o bahçelerde kadınlar hâlâ kuytu!/ ve hâlâ yabanıl sonyazlar üreten dilleriyle tek ve tenha görünüyorlar!…/ bu nasıl olur? Bunca talandan sonra…demek hâlâ…sevdaları içerden yazan biri var, ne tuhaf/siz bunu hiç bilmiş miydiniz?/ ezilmiş erguvanlar… Ve tabii ki bütün zamanların şairi Attila İlhan çıkmaz sokaklarda ezberlediklerimi soğuk bir rüzgâr gibi yüzüme vursun isterim: sen benim hiçbir şeyimsin /yazdıklarımdan çok daha az / hiç kimse misin bilmem ki nesin/ lüzumundan fazla beyaz/ sen benim hiçbir şeyimsin…
Sonsuzluğa açılan mısralardan öyle çok var ki nereye gittiğini bilmeden yalpalayan o titrek gemi seçtiğim şiirlerin ağırlığına dayanır mı bilmiyorum. Geçen gün not defterimde buldum. Nerede okumuşum hatırlayamıyorum: “Gövdenin gündüzü, ruhun gecesidir. Gövdelerin işi bitince insanda ruhların işi başlar” demiş bir ozan. Hakiki şiir, tam da her şey bitti zannederken ruhun ayaklandığı o ışıltılı başlangıç değil midir zaten?
Ne demişti Tanpınar: “Büyük şairler zamanın ötesine büyük mısralarla geçer.” Ötesini bizden sonrakiler görecek. Benimki sadece bir his!
Hayat Hikayelerinin Merhametli Yazarı: S. Zweig
Hayatı kusurlarıyla yansıtan sırlı bir aynanın önünde durup içimize bakarken bizi en çok ne korkutur? Gördüklerimizi dillendirecek cesarete sahip olmadığımız gerçeği mi? İnsanın kendi derin uçurumundan aşağıya sarkıp bazen isteyerek unuttuğu puslu geçmişiyle, ruhundaki kırılma anlarıyla, zehirli hatalarıyla yüzleşmesi fevkalade sancılıdır elbette ama en az o sıkıntılı karşılaşma kadar ürkütücü bir hakikat daha vardır: Kendini olduğu gibi anlatarak iz bırakma arzusuna karşın bunu yapamayacak olma endişesi.
Bu içgüdüsel hezeyanın sadece sanatçılara, yazarlara ait olduğunu düşünmüyorum. Kendini ‘sonsuzlaştırma’ tutkusu insanın en hakiki zaaflarından biri sanırım. Bunu gerçekleştirmenin farklı yöntemleri var. Sanatçı bunu yapabildiği ölçüde Tanrıya biraz yaklaşabildiğini hissediyor belki ama yine de kendisini olduğu gibi anlatabilmekle ilgili ‘yetersizlik’ duygusunu yenemiyor. Gerçek hayat hikâyeleri bu yüzden hep biraz eksik kalıyor, sadece sezgileri çok güçlü başka ‘Tanrı yazarlar’ o eksikliği tamamlayarak onları sonsuz kılıyor. Onlardan da fazla yok maalesef.
Geçtiğimiz yüzyılın biyografi yazarlarının en iyisi bana göre hiç tartışmasız Stefan Zweig’dır. Onun unutulmaz hikâyelerini, denemelerini edebiyatla ilgilenen hemen herkes bilir ama ben onun mükemmel biyografilerine burada haksızlık edildiğini düşünüyorum, yayıncıların ihmalkârlığı yüzünden yeterince bilinmiyor çünkü.
Tuhaf bir inat, ısrar, fedakârlık ve şefkat duygusuyla hayatının önemli bir kısmını onlarca yazarın, tarihî kişiliğin hayatını anlatmaya adamış bir edebiyatçıyı neden sevdiğimi açıklayabilmek pek kolay değil, zira o yazmaktan fazlasını yapıyor. Onlarla birlikte anlaşılması güç hayatların karanlık dehlizlerinde sakince dolaşıyor. Yavaş yavaş, ne yaptığını bilerek, temkinli, telaşsız ama kalp çarpıntısını unutmadan. Bazen çok iyi tanıdığı yazar huzursuzluğunun sebeplerini anlamaya çalışıyor, bazen de onların insanî kusurlarını, edebî zaaflarını ve korkunç özelliklerini hiç tereddüt etmeden gösteriveriyor. Ve siz sevdiğiniz yazarları acımasızca hırpaladığı için ona kızamıyorsunuz. Onları yaratıcılığın kutsallığına yaraşır zarif bir üslup ve içtenlikle mesafesini hiç kaybetmeden anlatabildiği için daha ziyade minnet duyuyorsunuz.
Başkalarının acısını anlamak…
Arkadaşımın, hayat hikâyesi yazanlarla ilgili kinayeli bir cümlesi var. “Afedersiniz, siz orada mıydınız?” diye sorar en küstah tonuyla. Zweig gerçekten orada, tam da hayat hikâyelerinin orta yerinde durur. O, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Balzac’ı, Stendhal’i, Dickens’ı, Nietzsche’yi, Freud’u, Marie Antoinette’i, Macellan’ı ve diğerlerini anlatırken kim olduğunu unutup yazdığı kişinin kaderi oluyor. Onun biyografilerini eşsiz kılan özelliklerden biri de bu galiba. Yazarların kahramanlarını yaratma sürecinde sahip oldukları empati yeteneğine ve güçlü bir sezgiye sahip olması pek şaşırtıcı değil elbette. O iyi bir yazar ama başkalarının acılarını, çaresizliklerini böylesine içerden hissedebilmesini sağlayan, bencil yazarların pek aşina olmadığı sağlam bir özelliğe sahipti bence; kibirden arınmış çok geniş bir merhamet duygusu.
İşte o duyguyla, sizi önce bir ressam titizliğiyle çizdiği portrenin gerçek olduğuna inandırıyor, sonra o renkli hayatın içinde usulca dolaşmaya devam ediyor. Tolstoy’un bildiğimiz dünyanın ötesinde başka dünyalar yaratmadığı tespitinden sonra onu bir roman kahramanı gibi tasvir ediyor: “O ilkçağ ozanlarının, mezmur şairlerinin ve tarihçilerinin efsanelerini anlattığı gibi anlatır, insanlar arasında henüz sabırsızlığın kol gezmediği, doğanın varlıklarından henüz ayrılmadığı, insanların icat ettiği bir sınıf düzeninin kibirle insanı hayvandan, bitkiyi henüz taştan ayırmadığı ve şairin en küçükten en güçlü şeye kadar aynı saygıyı ve yüceliği gösterdiği dönemlerde olduğu gibi anlatır.”
Balzac’ın aristokrasi saplantısı…
Ne zaman onun biyografilerini hatırlamak için kitaplarını karıştırsam birden işi, gücü, hayatı, derdi, sevmeyi, nefes almayı, mutluluğu, zamanı, kendimi, bildiğim her şeyi unutup onun ‘gerçek kahramanlarıyla’ baş başa kalmak istiyorum. Sonra da hemen ilk bulduğum boş sayfaya önlenemez bir anlatma ve anlama dürtüsüyle yazmak. Böyle hissetmemde onun zengin dilinin de etkisi vardır kuşkusuz ama sebep tam o değil. Eğer ‘yazı sanatının’ insan hayatındaki karşılığından bahsedeceksek bunu yaşadığımız çağda hâlâ Zweig’dan daha yoğun, şiirsel ve gerçekçi tarif edebilecek çok az yazar vardır herhalde.
Türkiye’de vaktiyle ‘Dünya Fikir Mimarları’ başlığıyla yayımlanan üç ciltlik biyografilerinin dışında, yoğun bir emek harcayarak yazdığı Balzac’ın hayat hikâyesini okuyunca onun bu konudaki ustalığını bilmeme rağmen şaşırmıştım. Okuduklarım bana Balzac’ın romanlarından daha cazip gelmişti doğrusu. Başımı döndüren, sadece bir edebiyatçının başka bir yazarı yüzlerce sayfada heyecanla anlatacak kadar mütevazı olması değildi, onu muhtemelen yazarın kendisinden daha iyi tanıması beni ür-pertmişti. Zweig’ı hakkında kitap yazdığı kişilerin yaşadığı çağı, toplumu, kültürel ve tarihsel gerçekleri çok iyi araştırmasından ziyade, psikolojik tahlillerinin derinliği ve dürüstlüğü yüzünden sevdim ben. Bu özel kitabın bir yerinde ondan şöyle bahsediyor: “Ne kadar çocukça ve gülünç olduğunun bilincinde de olsa, Balzac en kötü eğilimini, züppeliğini bastırmayı hiçbir zaman becerememiştir. Kendi yüzyılının en büyük eserini yaratmış ve Beethoven’ınki gibi bir özgürlükle prenslerin ve kralların bile yanından geçip gidebilecek olan bu adam, grotesk bir aristokrasi saplantısından mustariptir. Düşeslerin herhangi birinden gelebilecek olan bir mektup, onun için Goethe’nin övgüsünden daha önemlidir. Hizmetkârları, arabaları ve başyapıtlarla dolu bir resim galerisinde olan şatolarda yaşamak, onun için belki kendi ölümsüzlüğüne bile yeğdir.”
İçinde biraz küçümseme de barındıran bu cümleleri okuyunca haliyle biraz hayal kırıklığı yaşayan okuru birkaç sayfa sonra adaletin ve vicdanın bilincine davet ediyor Zweig. Onun yazdığı hayat hikâyelerine bu sebeple hayranım: “Çağdaşlarının deli gözüyle baktığı bu insan, gerçekte döneminin en disiplinli sanat dehasıydı; ölçüsüz savurgan olarak alay edilen bu adam, bir çilekeşin dayanıklılığına sahip bir münzevi, modern edebiyatın en muhteşem işçisidir… Gerçek hayat hikâyesini çağdaşlarından hiçbiri yazamamış, onun yerine bunu eserleri yapmıştır.”
Kimse Zweig’ı onun gibi yazamayacak!
Meselenin trajik yanı şu ki, kimse Zweig’ın biyografisini onun başkalarını yazdığı gibi böylesine aşkla yazmayacak. Halbuki kendi hayat hikâyesi de bir başka yazar tarafından edebî bir bakışla ve incelikle anlatılmayı fazlasıyla hak ediyor.
Resmî tarihe göre o Hitler’in dünyayı tehdit eden baskısı yüzünden umutsuzluğa yenik düşüp karısı Charlotte’la birlikte 61 yaşında intihar etmişti. Hayat hikâyelerini, yaşadıklarını sonsuz bir hevesle anlatan kırılgan bir yazarın karamsarlığa kapılması doğal ama nedense ben de Kleist için yazdıklarının onun sonu için de geçerli olduğunu düşünmeye yatkınım: “Goethe gibi güçlü ve hayatın efendisi olan kişilerin yanında bazen ölmeyi beceren ve ölümden, zamanı aşan bir şiir yaratan biri de bulunmalıdır.”
Benimki basit bir soru, yanılıyor olabilirim ama eğer başka yazarların gerçek hayat hikâyeleri yerine kendi hayallerini yazsaydı erkenden kaçmaktan vazgeçer miydi acaba? Ama o zaman da ‘kaderine yenik düşen ustalar’ hakkında yazdığı ölümsüz biyografileri okuyamayacaktık. Cevabı olmayan zor bir soruyla bırakıp gitti bizi. Şimdi hakkı yenmiş Macellan’ı anlattığı kitaba bakıyorum, onun için şöyle demiş: “İnsanlığın büyük kahramanlıklarında hep inanılmaz bir şeyler vardır, çünkü ortalama dünyevî ölçülerin çok üzerindedirler; ama insanlık kendine olan inancını onların inanılmaz başarıları sayesinde geri kazanır.”
Ben onun gibi mesafeli olmayı beceremiyorum. Son sayfayı kapatırken gözlerim yanıyor. Bu ânı ağaçlara, taşlara, yeryüzüne onun için de bir çentik atmak için kaydedersem belki bizi duyar diye olduğu gibi yazıveriyorum işte…