Keloğlan’ın Sazı Masalının devamı..
Keloğlan’ın Sazı Masalı 2
Tam Küpçü Ali’nin evinin önünden geçerken, bir türkü tutturmuş:
İyi dinle Küpçü Ali
Bugün günlerden salı
Hor gördün beni ve anamı
Anlayacaksın biraz bekle zamanı
Fakir deyip kızını vermedin
Güya kendince kibirlendin
Küçük gördün beni ve anamı
Anlayacaksın biraz bekle zamanı
Küpçü Ali, peşi sıra bakınıp homurdanırken, kızı, bostandan kederli kederli seyretmiş Keloğlan’ı. Bakakalmış öylece…
Köyünden çıkan Keloğlan, gitmiş gitmiş, eşeği yorulunca inmiş, yularından tutmuş, yolu çok uzakmış. Kimsenin bilemeyeceği kadar çok bir zaman yol almış. Yollarda görenler, “bir garip oğlan, kim bilir hali ne yaman, elinde var bir sazı, yüzünde görünüyor bir sızı derlermiş. Haftalar mı desem, aylar mı, belki de yıllar mı; vara vara kocaman bir şehre ulaşmış Keloğlan.
Şehir mehir dememiş, zaten bağrı hasretten yanarmış, almış sazı eline, vurmuş garip garip teline, asılmış en güzel türküsüne. Bir sarayın önünden geçermiş ama, nereden geçtiğini bile bilmezmiş. Giderek sesi açılmış ve herkesi meraklandırmış. Padişahın kızı, pencereye yanaşıp sesli sesli türkü söyleyen yabancıya dikkatle bakmış.
Şöyle bir türkü söylermiş o anda Keloğlan:
Kocakarı bir anam var,
Birkaç tavuk bir de inek,
Her gün konar kel kafama,
Evsiz kalmış birkaç sinek.
Keloğlanım budur özüm,
Haram malda yoktur gözüm,
Garip hakkı yiyenlere,
Elbet vardır birkaç sözüm.
İnce gönüllü, dünyalar güzeli prenses bayılmış, sanki kendinden geçmiş…
Hem de güneşin vurup ayna gibi parlattığı kel kafası, öyle hoşuna gitmiş ki, sorulmasın. Bir demet kırmızı gül atmış, o da Keloğlan’ın kel kafasına düşmüş. Keloğlan, yukarı kaldırıp başını, bir de ne görsün? Periler kadar güzel bir kız kendisine bakmıyor mu?
Üstelik, bir de el sallarmış. Utana sıkıla karşılık vermiş Keloğlan. Prenses, pencereden çekilmiş.
– Galiba gündüz düşü gördüm, diye diye yürümüş de gitmiş Keloğlan. Bir zaman sokak aralarında dolaşmış, olmuş akşam. Nerede kalsın Keloğlan. Bulmuş bir han. Üç beş kuruşu varmış. Çorba içmiş, kendine gelmiş. Hep aklında prenses varmış, inadına çıkmazmış. “Ham hayal benimkisi”, diyerek, almış sazını eline, vurmuş garip garip teline.
Hancı çıkagelmiş:
– Ey yabancı oğlan, eli sazlı, gönlü yanık oğlan!..
Nedir bunca yolu tepmenin sebebi?
Aşık mısın? Kaçak mısın? Gezgin misin? Nesin? Diye sormuş.
Memnun olmuş bizimki:
– Sağolasın Hancı baba, ne sen sor, ne de ben söyleyeyim. Derdim çoktur, hangisini anlatayım? Gelir gelmez bir kor düştü içime, bir dert daha yüklendi garip gönlüme…”
Hancı bu çocuğu çok sevmiş, üstelik nedense acımış da. İyice deşmek istemiş derdini.
– Bir kıza mı aşık oldun ay Keloğlan? Halin pek yaman!
– He ya, Hancı baba, diye içlenmiş, fakat, boşuna bir aşk benimkisi.
Nedenini sormuş Hancı:
– Niye bu kadar ümitsizsin a be Keloğlan? Ümit olmadan yaşanmaz bilmez misin bunu?
Ne varsa aklında dökmüş ortaya Keloğlan:
– Saray penceresinden bana bakan kim olabilir Hancı baba? Olsa olsa bir prenses olur değil mi ya? Gül attı, düştü kel kafama, sandım ki bir peri kızı girdi rüyama…
Hancı hayretlere düşmüş:
– Vay be, olacak iş mi be yahu? Keloğlan, amma da şanslıymışsın ha, desene ki, prenses sana aşık oldu. Yoksa, o kimseye gül atmaz, ben çok iyi bilirim.
Yine ümitsiz konuşmuş Keloğlan:
– Kel kafam tuhafına gitmiştir be Hancı baba, ne aşık olması. Hem de bilemeden düşürmüştür gülü…
Hancı, merhametli biriymiş, şöyle demiş:
– Bu handa istediğin kadar kalabilirsin Keloğlan. Yemek de yiyebilirsin, yatabilirsin de. Bunları dert edinme, yüzü pak, gönlü ak oğlan…
Böyle birkaç zaman geçmiş.
Sarayın etrafında dönermiş Keloğlan, hemen her gün.
Prenses de, her keresinde onu izlermiş, pencere arkalarından, tabii ki kimselere sezdirmeden. Her izleyişinde biraz daha yanar kavrulurmuş. Fakat, tabii, koskoca bir padişah olan babası, şu yabancı, şu kel kafalı oğlana kız mı verirmiş? 0 yüzden prenses, pek umutsuzmuş… Bir Allah’ın kuluna hiçbir şey dememiş.
Bir keresinde Keloğlanla göz göze gelmiş. Sanki birbirlerine “seviyoruz”, demişler ikisi de. Geceleri uyuyamıyormuş artık prenses. Keloğlan, arada bir sazı alıp, hanın penceresini açar, prensese türküler yakarmış. Sabahlara kadar, pencerelerde kalan Padişah kızı, neredeyse verem olacakmış. Hâlâ hiç kimseye bir şey diyememiş prenses.
Şu dünyada ne olmadık işler olur, ne beklenmedik olaylar gelişir… Sapasağlam padişah, bir gün aniden ölüp gitmiş. Prenses hem üzülmüş, hem sevinmiş. Sarayda ve şehirde tam kırk gün yas tutulmuş.
Keloğlan artık iyiden iyiye ümitlenmeye başlamış, kızın gözlerinden de bunu anlamış. Eşeğinin sırtına binip, sazını eline almış, sarayı dört tarafından dolaşmış. Türküleri ile prensesi yine dertlendirmiş. Ama, saray görevlileri, Keloğlan’ı yaka paça tutup getirmişler saraya. Fakat yeni padişah henüz gelmemiş. Çünkü, şehzade, uzak bir seferdeymiş. Bu yüzden, mecburen Vezir’in huzuruna çıkarmışlar.
Vezir pek merhametli bir adammış.
– Nerelisin Keloğlan? Ne gezinip durursun sarayın çevresinde? Deli misin? Divane misin? Yoksa, bir bilinmez casus musun, diye sormuş.
Kel başını bir kaşımış, iki kaşımış, ağzını burnunu eğip bükmüş, nihayet cesarete gelmiş ve şöyle konuşmuş.
-İşte gördüğün gibiyim Vezir hazretleri. Uzaklardan, çok uzaklardan gelmiş bir garibim. Gördüğünüz gibi bir eşeğim, bir de sazımlayım. İş arıyorum, ne ki akla karayı seçtim, ama hala bulamıyorum.
Vezir
– Sen hangi işten anlarsın be çocuk?
Keloğlan:
– Çok güzel saz çalarım, çok güzel de türkü söylerim. Yetmez mi?
Vezir memnun olmuş:
– Öyleyse sana güzel bir iş çıktı Keloğlan.
Sultan Hanım, Padişah Efendimiz öleli beri ne gülüyor, ne konuşuyor. Seni, O’nu neşelendirmek için görevlendiriyorum. Becerirsen, çok büyük ödül alacaksın. Beceremezsen Cehennem Vadisi’ne atılırsın.
Keloğlan, hemen bir türkü söylemiş, Sultan Hanım’ı bir güzel neşelendirmiş. Bütün bu konuşmaları ve türküyü dinleyen Prenses, sevinçten uçmuş. “Kısmet ayağıma geldi” demiş. Bir akşam üstü, saray bahçesinde gezinen Prensesi gören Keloğlan, omzunda tuttuğu sazını almış eline, oturmuş bir ağacın dibine, bir türkü dillendirmiş;
Bir eşeğim var, bir de sazım
Kendimden başkasına geçmez nazım
Çoktan beri açlıktan kokar ağzım
Bana bir saray kızı lazım.
Keloğlan’ın kendisine naz yaptığını anlayan Prenses, beklemiş ki yanına gelsin, aşkını söylesin, evlenme teklif etsin. Nerede? Çünkü bizim garip oğlan, çok utangaçmış. Yanına bile yaklaşamamış. Hizmetçi kızlardan birini el işaretiyle yanına çağıran Prenses:
– Git, şu Keloğlan’ı tut kolundan, al getir bana. diye emir vermiş.
Keloğlan, utana sıkıla gelmiş:
– Buyursunlar Prensesim beni emretmişsiniz. İşte geldim. Hizmetçi kıza git işareti yapmış Prenses, Keloğlanla biraz konuşmuş. Sonra esas istemini söylemiş. Düşündüm taşındım seninle evlenmeye karar verdim. Kel kafan öyle güzel parlıyor ki. İçim açılıyor seyrettikçe. “Vezir, sana ne istediğini soracak. Prensesi istiyorum de…
Rüyalarda olduğunu sanmış Keloğlan. Bir ara şüphelenmiş kafasını bir ağaca vurmuş, rüyada olmadığını anlamış. Koşa koşa yürümüş, sarayın bir kapısından girip kaybolmuş.
Veziri çağırmış huzuruna:
– Söyle bakalım muradını Keloğlan, demiş, Sultan Hanım, artık iyi oldu. Bundan sonra sarayda kalmana gerek yok.
Dobra dobra mırıldanmış Keloğlan:
– Prensesle evlenmek istiyorum… Sultan Hanım hiç itiraz etmemiş. Hemen düğün hazırlıklarına başlanmış.
Keloğlan, prensesi tek başına bir kenara çekmiş ve diyeceğini demiş.
– Ben seni köyüme götürürüm. işte, bunu kabullenmemiş prenses. Hemen ret cevabı vermemiş, verememiş açıkçası:
– Güneş doğarken kararımı sana söylerim, demiş. Sabaha kadar, ne cevap vereceğini düşünen prenses, inmiş havuz başına gün doğarken, kuşların sesine bayılmış, saçlarını da suya bakarak bir güzel taramış. Bu arada, Keloğlan, karşısına çıkmış. Kel kafası sabah güneşiyle ayna gibi parlarmış.
– De bana, demiş dobra dobra, benimle köyüme gelecek misin, gelmeyecek misin?”
– Ne manasız bir teklifin var senin Keloğlan, diye çıkışmış prenses. Hiç akıl yokmuş sende. Şu görkemli saray hayatı bırakılır da köye gidilir mi? El alem türkü yakar bana. Hem Sultan anam izin de vermez. Boynunu büküp inlemiş Keloğlan:
– Bir garip anacığım var. Aklım hep O’ndadır. Ne yer, ne içer kaç senelerdir. Belki de ölmüştür.
Prenses, bu sözlerden sonra sarsılmış, bir acayip olmuş. Çoktan vazgeçecekmiş ama, Kel kafasının ışıltısını nasıl unuturmuş?. Hele o güzel türkülerini…
Yine kararsız kalmış prenses. Yarın sabah gün doğarken yine aynı yerde son kararını söyleyeceğini bildirip bir gölge gibi sessizce süzülüp gitmiş. Keloğlan iki arada bir derede kalmış. Kafası atmış, o gece gizlice saraydan kaçacakmış. Fakat tam o esnada, bir ihtiyar belirmiş birden bire karşısında. Şöyle demiş:
– Hata yapma Keloğlan, sağdır anan acele etme, prensesin, bekle kararını. Hayırlı ise olsun değilse bitsin, de…
Gece yarılarına kadar uyuyamayan prenses, vazgeçmemiş Keloğlan’dan. Gizlice kaçarsa, şehzade ağabeysinin peşinden geleceğinden korkmuş. Varıp Sultan annesini uyandırmış:
– Keloğlan, pek yaman, Sultan anne. Bir köye gidelim lafı tutturmuş, akşam sabah karga gibi ötüp duruyor. Ne ettim, ne dedimse de, burada kalmaya razı edemedim. Gönlüm gitmek ister, izin ver bana. Gün olur dönerim saraya…
Anası öyle ağlamış ki, gözyaşları sel olmuş:
– Sana mutluluklar dilerim sevgili kızım. Yeter ki sen saadetli bir ömür sür. Çok sıkılırsan, bırakır gelirsin, demiş. Çok neşeli, çalgılı sazlı, bir düğün yapılmış, en çok sazı çalan, en güzel türküleri söyleyen de Keloğlan olmuş. Almış prensesi yanına, düşmüş köyünün yollarına. Eşeği ikisini birden götüremediği için yaya yürümüş. Keloğlan.
Yolda Prensesi görenler:
– Dünyanın sonu geldi galiba, hiç böylesini de görmemiştik, derlermiş. Nice dağları, sayısız köyleri, birçok kasabaları ine çıka geçip köye gelmişler. Keloğlan’ı bir prensesle birlikte karşılayan anası, o kadar sevinmiş ki, ne yapacağını şaşırmış. Bir zaman sonra anası ölmüş Keloğlan’ın. Dünya bu. Neyin ne olacağı belli mi olur? Dönmüşler tekrar saraya… Darısı, muratsızların başına…
(En Güzel Keloğlan Masalları, Emel İpek, Papatya Yayınları)