Feodal yapıların içinde bireyselleşmiş günümüz insanlarının kimlik arayışına farklı bir bakış getiriliyor. Kimlik’te bireysellikle birlikte oluşan yabancılaşma karşısında genç kadın, köklerinin peşinden giderek, Kapadokya’nın sır dolu kapısını aralıyor. Burada genç kadının karşısına Karamanlı Hıristiyanlar ile Müslümanların kayıplar üzerine kurulu trajik hayatları çıkıyor.
ANADOLU’NUN GİZLİ AĞITI: “KİMLİK”
İşte bir kitabın esiniyle, çağrışan düşünceler. Adı; Kimlik. Yazarı; Nurten Ertul. Gözlük Yayınları’nca basılmış. 1850’li yıllardan başlayarak, Anadolu’da ki ulusal ve dinsel mozayik içeren yapının, sorunlar başlayınca nasıl bir trajediye dönüştüğünü anlatan, bugünün çağdaş yaşamıyla, geçmişteki bu trajediyi içiçe kurgulayarak yansıtan dokunaklı bir yapıt.
Anadolu’da Karamanoğlu diye bilinen bir kesimin, savaş sonrası Yunanistan’a göçmek zorunda kalınca, ne zorluklarla karşılaştığını, ustalıkla dile getiren iç yakıcı bir roman. Karamanoğullarının 1923’lü yıllar sonrasına dek süren dramı ve mübadele yıllarını anlatan; gerçeklerin, yazarın düşgücüyle harmanlandığı bir kurgu metin. Romanı okuyunca anlıyorsunuz ki bilinmeyen ne dramlar, ne adsız kahramanlar, ne kadınlar, ne acılar, bilinen / bilinmeyen ne cennetler, ne cehennemler var şu dünyada…
ARKA PLANDA Kİ ACILAR
Yaşam bir madalyon, iyimser olabiliriz ama madalyonun tersi o kadar büyük barbarlıklar ve nereden estiği belli olmayan, o kadar gaddar rüzgarlarla dolu ki… Savrulan hayatlar, hiçlenen yaşamlar, ölmeden ölen (öldürülen) insanlar… Ve ne gariptir ki insanoğlu, diğer canlılar gibi, bazen olan biteni uzaktan izlemekle yetinebiliyor… (Ama, Tanrı’nın Oğlu’nun bile çarmıha gerildiği yeryüzünde kardeşlerimiz, eşitliği nasıl arayacak, adaleti kime soracak.) İşte bu kitap; yazık ki yerinden yurdundan olan, Faulkner gibi ‘Yatağımda Ölürken’ diyemeyen insanların acılı romansı… Her ne kadar günümüz dünyasıyla iç içe olsada; asıl arka plan bu acıların nedenini serimleyen ve bir daha yaşanmaması dileğiyle haykırılmış, gizil bir ağıt.
‘Oysa ben bugüne değin hayatımı Büyükannem’in Hıristiyanlığın ilk dönemlerindeki çilecilerinden, Yunus Emre’lere ve Mevlana Celaleddin Rumi’lere değin uzanarak oluşturduğu bir olgunluk felsefesine gore yaşamıştım. Bu felsefeyi Büyükannem bana şöyle özetlemişti: ‘Hiç bir şey talep etmeyeceksin. Yalnızca gündelik ekmeğimizi veren Tanrı’ya şükredeceksin. Bize karşı suç işleyenlerin suçunu bağışlayacaksın. Kin tutmayacaksın. Yaşadığın ülkenin toprağına ve ekmek paranı kazandığın işine hile karıştırmayacaksın. Çünkü hepimiz topraktan geldik toprağa gideceğiz.’
‘Karamanlıca nedir? Karamanlılar da kim?.. Büyükannem derin bir nefes aldıktan sonra
anlatmaya başladı: Karamanlılar Osmanlı İmparatorluğu döneminde Karaman eyaleti sınırları
içinde yaşayan ve Türkçe konuşan Hıristiyan Ortodoks topluluktur. Karamanlılar, Rum alfabesini
kullanarak Türkçe yazarlardı… Yavaşça eğildim, saçlarını öpüp, kokladım. Kulağına eğilerek
duyacağı şekilde şunları söyledim: Kimliğimize ve tarihimize ihanet etmeyeceğim. Senden
aldığım gibi bende kendi neslime, onu temiz bir şekilde teslim edeceğim. Ardından bağlı yaşadığı
makineler sustu. Kollarımda son nefesini verdi. Elvan Karaman, yüzünde tatlı bir tebessümle
gözlerini hayata yummuştu.’
‘Anastasya’nın “uygun zamanı bekle” demesine anlam veremiyordu. Fakat dönüşümün aynı
zamanda değişimi de getireceğini biliyordu. Kararını uygulamak için Yordan sabırsızlanıyor;
bir türlü uygun vakit oluşmuyordu. Şimdi de hiç kimseyi yine mutlu etmeyen Islahat Fermanı
başına bela olmuştu. Artık gün içinde, gerek müslüman gerekse hıristiyanlarla keyif aldıkları
eğlenceli sohbetleri yapmıyor, hemen her gün, Gölcükbaşı’nda günah taşına el sürmeye
gidiyordu. Ardından Aya Kiryaki’ye geçiyor, Kespi, Dapır, Han Deresi ve Banay Tepesi’nde
saatlerce ibadet ediyordu. Genellikle İspir Ağa’yla şarap içmek için gittikleri Gölcükbaşı’nda
yalnız vakit geçiriyordu.’
Burada değişim dönüşüm size bir şeyler anımsatabilir, bugünkü durum Islahat Fermanı’yla
başlamış, ama Osmanlı’nın çöküşü bu süreci durdurmuş ve yeni durum yeni cepheleşme yaratmış
doğal olarak, şimdi yine benzer şeyler hedefleniyor, sorun bunların gerçekleşmesinde değil
kanımca, gerçekleşebilmesi sağlanırken yeni engel ve sorunların çıkmaması ya da
yaratılmamasında…
‘Kapadokya’nın kendi halinde yaşayan köylerinin ve halklarının kaderini belirleyecek olan
gelişmeler, ardı arkası kesilmeden devam ediyordu. 1853 yılına gelindiğinde Kırım Savaşı patlak
verdi. Savaşa Limna’dan da, Floyta’dan da gençler katıldı. Ruslar’la yapılan bu savaşta,
Osmanlı ağır bir yenilgiye uğradı. Tarihteki ilk dış borcunu da Osmanlı, işte bu dönemde
İngiltere’den aldı. Avrupalıları mutlu etmek için azınlıklara Islahat Fermanı ile daha geniş
haklar tanındı. Ancak Osmanlı-Rus savaşının ardından Kapadokya’nın iç ksımları kitleler
halinde Kafkaslardan gelen Çerkez, Abhazya ve Gürcü göçleriyle sarsıldı. İçler acısı bir halde
Rusya’dan kaçan Kafkas halklarına, Osmanlı topraklarını açtı. İş, aş ve başlarını sokacak ev
bulmak zorundaydı bu insanlara…’
‘İslamiyet’te hiçbir Müslüman, eski dininden dönenleri sorgulayamaz, eleştiremez ve geçmişte
kalan hayatları hakkında konuşamaz. Ancak Allah’ın emir ve yasaklarını diliyle inkar edenler,
kafir kabul edilirler. Örneğin namazınızı kılacaksınız, orucunuzu tutacaksınız. Sen zenginsin
Ağa, Anastasya Bacıyı’da alıp hacca neyim gideceksin. Zekat vereceksin. Meleklere, peygambere,
ahrete inanacaksın. Bunların olmadığını, yalan olduğunu konuşmaya başladığında artık
Müslüman değilsindir. Senin bunlara kalben inanıp inanmadığınla İslam dini ilgilenmez. Kalbini
bilemeyiz. Ama düşüncelerini sesli ifade etmeyeceksin.’
‘Osmanlı İmparatorluğu artık ‘hasta adam’ olarak tanımlanıyordu. Ülke batılıların
yönetimindeydi. Azınlıkların lehine çıkan pek çok yasa, imparatorlukta yaşayan gayrimüslimleri
bile mutlu edememişti. Herşey karmakarışıktı, durum daha da kötüye gidiyordu… Halifenin
ordusunun Viyana kapılarına dayandığı günler artık geride kalmıştı. Osmanoğlu’nun parlak ve
güçlü günlerinde yüzü daima batıya dönüktü… Osmanlı, Karaman Eyaleti’ni savaşacak asker ile
sarayda çalıştıracağı yetenekli çocukları devşirmek için hatırlamaya devam etti. Kapadokya
şehirlerinde bile Osmanlı döneminde yapılan doğru dürüst bir eser görmek mümkün değildi…
‘Adırmusun köyünden Hıristiyanların yaşadığı Dilmusun köyüne, oğlunun sevdiği Hıristiyan
kızın ailesini araştırmamız için yardım istedi. Bu sebeple bizim şaraphaneleri çalıştıran
Dilmusunlu Topal Hadrian’ın babasının evine vardık. Bir süre sonra İlason Köyü’nde yaşayan
Vatanseviciler’in akrabaları Stefan’da aramıza katıldı. .. İşimiz bitti tam köyden ayrılacaktık ki,
Hadrian’ın küçük oğlu Mihail, meydanda taşlı-sopalı büyük bir kavga çıktığını haber Verdi,
bunun üzerine Ağa, Topal Hadrian, Vatanseviciler’in İlasonlu akrabası Stefan, benimle birlikte birkaç adam daha hep birlikte meydana koşuk.O dönemde bağımsızlığını yeni kazanan Yunanistan’a toplanan yardım nedeniyle kavga çıkmıştı.’
BUGÜNLE GEÇMİŞİ AYNI ANDA YAŞATIYOR
Romanın bugünü ilgilendiren sayfalarından bir pasaj;
Haluk’u İstanbul’da yakalamışım. Ona biraz masraf yaptırmadan Rusya’ya gönderir miyim.
Dışarıda bir yerlere gidelim. Hafta başı, İstanbul geceleri de sakin olur. Biz bize eğleniriz.
Nereye gideceğimizi planlamaya başladık; Bar deme bana, yaptırdıkları estetik ameliyatlar ile
birbirlerine ikiz kardeşler kadar çok benzeyen İstanbul sosyetesi ile mankenleri gece boyunca
seyretmek istemiyorum. Onların o doğallıktan uzak, yarı çıplak vücutlarını görmek… Unutma ki yarıdan çoğunun fotoğrafını çektim. Onun için vücutlarında ve yüzlerinde bulunan estetik
ameliyatları en ince ayrıntısına kadar biliyorum.
Buda başka bir yaşam biçiminin küçük bir panaroması
‘Sevr’i kabul etmeyen halk dört koldan mücadeleye girişti. Milli mücadelenin başarıyla
sonuçlanması üzerine Sevr Anlaşması hiç bir zaman yürürlüğe konmadı… Ortodoksların
kentlerin kraliçesi olarak gördükleri Konstantinoplleri 1204 Nisanı’nda 4. Haçlı
seferinde ağır bir saldırıya uğradı. Fransız, İtalyan ve Almanlar’dan oluşan bir ordu tarafından
şehir günlerce yağmalandı. İstanbul dışında Haçlı seferlerine katılan şövalyeler Anadolu’yuda
aralarında paylaşmanın planlarını yapıyorlardı. Ancak şehir 1261 yılında Nikaia (İznik)
Bizanslıları tarafından geri alındı… Bizans’ın son imparatoru Lucas Notaras, ‘Bizans’ta Latin
külahını görmektense, Osmanlının sarığını görmeyi tercih ederim’ demiştir.
Türk ordusunun İzmir’e girmesinden sonra şehrin bazı yerlerinde yangın çıktı, yangını
çıkartanlaraİngiliz Konsolosluğu görevlilerinin yardım ettiği söylentisi yayıldı. Evleri yanan
Avrupalı tüccarlar yangını Ermenilerin başlattığını ileri sürüyorlardı. Bazı konsolosluklar Yunan Harbiye bakanından İzmir’in yakılmaması için garanti istemişlerse de bu garanti verilmemişti. Hıristiyan ahalide İzmir’i Türklerin yaktığını söylüyordu. Türk yöneticiler ‘kurtardığımız bir şehri neden yakalım’ diyordu.’
Savaşı kazanmıştık, ama Kapadokya’nın savaşının asıl bundan sonra başlayacağı söyleniyordu, 1 Kasım 1922’de meclis Osmanlı Hanedanı’nın ülkeyi terk etmesini istedi, saltanata son verildi.
Dağı taşı inleten, adını duyan kundaktaki çocuğun bile ağlamayı kestiği padişahın sarayı
boşaltması ve ülkeyi terk etmesi isteniyordu. Aynı akıbetin Kapadokya köylerinde yaşayan
Karamanlı ortodoksların da başına geleceği söyleniyordu. 1923 yılında imzalanan Lozan
anlaşması Ortodoks Karamanlıların ocağına ateş düşürdü ve padişah Vahdettin ile kaderleri aynı oldu…
“Bugün yarın topraklarımızı terk etmemizi söylemeye gelirler. Bir bilinmeyene doğru gidiyoruz.
Yaşadığımız acılar umarım yeni yerde son bulur. Kapadokya! Acılı vatan, içimi yaktın, canımı acıttın, etlerimi lime lime kestin. Şimdi de kanayan yarama tuz basıyorsun. Benim de canımı al kurtulayım. Bu yaşta anne baba, evlat, eş ve kardeşlerimin acılarını peşpeşe yaşattın. Şimdi de bana sürgüne gönderilmenin utancını yaşatıyorsun.”
…
Defterde yazılanları okumaya ara verdim. Bu sırada yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu İlk defa vatan, ülke, toprak, kutsaliyet, din, millet, cemaat, cemiyet gibi kavramlar ve bunların gerekli olup olmadıkları konusunda uzun uzun düşünüyordum. Oysa sandıktan çıkan bilgiler sağlıklı bir fikir oluşturmamı önleyecek kadar beni sarsmıştı. Zaman ve mekan kavramını karıştırmaya başlamıştım. Çalışma odasından, nefes almak için alt katta bulunan salona geçtim. Hava kararmak üzereydi. Bir süre perdeleri her zaman açık olan salonun büyük camından, İstanbul Boğazı’nı seyrettim.’
Savaşın açtığı yaralar ya da sosyal dönüşümler ardarda sorunlara yol açıyor, insanlık bu sorunlarla başedecek bir sistem oluşturamıyor ne yazık ki… Ülkesini savunanların suçlandığı bir mantalite elbette yanlış, ama dönüşüm uğruna kavram kargaşası yaşanıyor ve oluşan boşluklardan sızan yeni kavram ve oluşumlar serbestlikle öncekinin yerini alabiliyor, o zaman geriye şu kalıyor, tarih hangi cepheden bakarsan oradan gördüğün bir manzara…
‘Hıristiyanlığın gelişimindeki bu başlangıç evresinin çoğulcu niteliği, mümin gruplarının farklı kökenlerini yansıtmaktadır. Yahudilikle bağlarını güçlü biçimde sürdüren sünnetli hıristiyanlar, din değiştirdikleri için Filistin’de eziyet gören gruplardan gelme kişiler, tapınak düşmanı Helenler, Vaftizci Yahya’nın öldürülmesinden sonra başka yerlere göç eden izleyicileri ve Yahudilik konağından geçmeksizin yeni dini benimseyen paganlar. Çeşitli eğilimlerin karşı karşıya gelme olasılığını hesaba katma gereğini duyan Paulus, Hıristiyanlar arasında görüş ayrılıklarını doğal sayma ve hatta Heretiklerin varlığını uygun görme yoluna gitti.
Dahası dünyanın sonunun yakın olduğu inancını paylaşan gruplar için öğretiye dayalı görüş
ayrılıklarının önem taşımaması anlaşılır bir şeydir. Örneğin, kıyametin bir yıl içinde kopacağına inanan Pontus bölgesi Hıristiyanları tarlalarını bırakıp çalışmaktan vazgeçmiş ve ellerindeki bütün malları satmışlardı.’
Bu bölümü alıntılamanın nedeni dinin ve inancın göreceli bir şey olduğunu anlamamız içindir,
çünkü günümüzde de kıyamet kopacağı düşüncesiyle malını mülkünü bağışlayan gruplar oluyor, onların şunu bilmesi gerek, kıyamet gerçekten kopacak olsaydı sizin malınız mülkünüz alınır mıydı? Diyelim onlar bilmiyor, o zamanda bu durum neyin nesi, bir kandırmaca, sen biliyorsun ve kıyamet mülkün olmuş, oysa hani hepimiz içindi!.. Ne varki kıyameti bekleyenler, inançlarının kurbanı oldular.
ANADOLU’DA YEDİNİN KERAMETİ
Kimlik’te ilginç bilitler şu şekilde sürüyor…
‘Haftayedi gündür, yedi yörünge vardır, arş yedi katlıdır. İslam terbiyesinde yedi mertebe vardır. En yükseği Kutb’dur. Kehf suresinde yedi uyurlar anlatılır. Fatiha yedi ayettir, Gılgamış yedi gün yedi gece der, Mevlevilik’de yedi selam vardır, Çanakkale’yi yedi tepede yatan şehitlerin desteğiyle kazandık, Kapadokya köylerini Yedi Uyur korudu.’
Kitabın en can alıcı bölümüde bu…
‘Tren yolculuğumuz sırasında zorunlu göçe ilk kurbanımızı verdik. Floyta’dan beri bizimle
birlikte yolculuk yapan genç bir kadın vardı: Sümela Çavuşoğlu… Kocasını savaşta kaybetmişti.
Henüz dokuz yaşındaki kızı Elena ile birlikte yolculuk yapıyordu. Çok zayıf ve çelimsiz bir kız çocuğu olan Elena sürekli öksürüyor, iştahı olmadığı içinde hiç bir şey yemiyordu. Cemaate, özellikle çocuklarını Elena’nın yanına yaklaştırmamalarını tembihlemiştim. Hastalık bulaşıcı olabilirdi. Kçük kız çocuğunun, iç organlarını parçalarcasına öksürmesi ve kan kusması dayanılır gibi değildi. Yanımızda ne doktor ne de ilaç vardı. Zavallı Sümela, kat kat yün battaniyelere sarmasına karşın çocuk üşümeye devam ediyordu. Pozantı’yı biraz geçmiştik. Tren durdu.
Elena’yı temiz havaya çıkartmak isteyen Sümela, trenin durmasına çok sevindi. Kucağında yatan kızını uyandırmak istedi. Ancak çocuk artık nefes almıyordu… Kadıncağızın çığlıkları hiç bir işe yaramadı, zorunlu olarak komşusu Maria ile trenden indiler. Çalıların arasında elleriyle bir mezar kazdılar. Küçük kızın hastalıktan iyice küçülmüş cansız bedenini taşıyarak vagondan dışarıya çıkardılar. Minik bedeni, kazdıkları küçük çukura bırakıp, üzerini tekrar elleriyle attıkları toprakla zar zor kapatabildiler. Sümela çocuğunu, sonsuza kadar bıraktığı çukurun toprağından bir avuç alırken, gözyaşları dinmek bilmiyordu. Tren hareket ettiğinde kendini yerden yere atıyor, avucundaki toprağı öpüyor, yüzüne sürüyor, kokluyordu. Sümela’yı en çok yaralayan kızının mezarını birdaha asla bulamayacak olmasıydı. Kızından geriye bir bez parçasının içine koyduğu bir avuç toprak kalmıştı. Hayattayken karnını doyuracak ekmek bulamadım, öldüğünde üzerini örtecek toprak bulamadım diye hıçkırıyordu.’
Mersin’de Salonika adlı gemiye bindiğimizde, tren yolculuğunda yavrusunu kurban veren
Sümela Çavuşoğlu’nun durumu hiç iyi değildi. Sadece su ve kuru ekmek yiyebiliyordu. Ateşler içinde kıvranıyor, kızı Elena’yı sayıklıyordu. Ancak gemide de bulaşıcı hastalık kol geziyordu.
İyice zayıflayan Sümela’yı bir sabah yattığı köşede ölü bulduk. Kaptan mürettebata, ayağına
ağır bir cisim bağlayın ve denize atın dedi. Yapabilecek hiçbir şeyimiz yoktu. Zavallı Sümela’nın mezarı uçsuz bucaksız Akdeniz oldu.’
…
‘Sevgili Baravun, Marika’nın sonu, Anadolu’nun asırlık çınarlarının çok derinlerdeki köklerinin sökülüp atılırken yaşattığı acıyı, bizlere yeniden hatırlattı. Genç kızın, feci ölümü kısa sürede bütün cemaate yayıldı. Göçmenlik pisikolojisininde etkisiyle kabuğumuza çekildik; Kapadokya’yı ve geçmişi özlemle anmaya başladık. ‘Bir yıldızın yükselişi’ ‘Güneşin doğuşu’ gibi anlamı olan Ana-tello ismini Bizans İmparatoru Porfirogenetos’dan aldı. Ancak kaderimiz asla bir yıldız gibi parlak ve ışıltılı olmadı.’
Barok bir dilin egemen olduğu kitap deyim yerindeyse, kalbimi zorladı, durduğum yerler oldu. Bir dostluktan geriye, bir anı kalır. Bir şiirden, bir dize. Bir aşktan, gülümseme. Bir kitaptan…
Belki bir tümce. Bir özümseyiş ya da bir dünya?.. Ene ene, ente ente, kimbilir, harflerinin yargıcı okura göre değişir.
Edebiyat Eleştirmeni:Ulus FATİH
…