– Doktor bey dayanamıyorum, bazen nefes alamayacak gibi oluyorum. Kalabalığın içinde insanlar üzerime üzerime geliyorlar sanki. Tüm bu kalabalığın içinde benim yerim neresi diye sorup duruyorum. Bazen öyle oluyor ki görünmez miyim acaba, kimse beni farkında değil mi diye düşünerek çıldıracak gibi oluyorum.
– Anlıyorum. Geçen hafta size yazdığım ilaçları düzenli olarak kullanmış olsaydınız şimdiye dek bu sıkıntılarınızı hafifletmiş olabilirdik. Size bir kez daha söylüyorum, bu ilaçları almanız şart.
– Beni uyuşturarak iyileştireceğinizi mi sanıyorsunuz?
– Uyuşturmak değil, sakinleştirmek diyelim isterseniz.
– Sakinleştirmekmiş… etkisizleştirmek, hissizleştirmek derim ben buna.
– Seans süremiz dolmak üzere. Size dört ilaç daha yazıyorum. Bunları hemen bugün alıyorsunuz ve akşam yemeğinizi yedikten sonra birer tane içmeye başlıyorsunuz. Sabahleyin ne kadar rahatlamış olduğunuzu görüp şaşıracaksınız. Gelecek ayın onuna randevu yazıyorum. Ödemeyi tahsilat bölümüne yapabilirsiniz.
– Tabi, tabi… İyi günler.
– İyi günler…
Olacak şey değil. Kimseye derdimi anlatamıyorum. Herkes anlar gibi yapıyor, kimsenin bir halt anladığı yok besbelli. Bende kabahat. Elin adamının karşısına oturmuşum sorunlarımdan bahsediyorum sanki anlayacakmış gibi. Karşımdaki de benim gibi bir insan ne de olsa. Bir fâninin derdine başka bir fâni nasıl çare bulacakmış, bendeki de akıl işte! Benden on kat daha fazla sorunludur kesin o herif. Bir yığın ilaç yazmanın çare olacağını sanıyorlar. Denemediğim bir bu kalmıştı, bu da çare olmadı.
Yıllardır aynı caddelerde, aynı sokaklarda yürür dururum. Çocukluğum şu soldaki sokaktan içeri girince hemen köşedeki ikinci evde geçti. Eskiden bahçe içinde müstakil bir evdi. Şimdi bakmayın on katlı, yirmişer daireden oluşan bir apartman olduğuna. Her şey değişiyor işte. Bu caddelerden geçerek okuluma giderdim. Sonra mezun olup işe girdiğimde yine hep bu yollardan geçerek işten eve, evden işe gidip durdum. Caddeler, sokaklar, kenarlardaki ağaçlar hepsi her günüme tanıklık ettiler. Kimi zaman sevinçli, hayat dolu, zıp zıp zıplayarak bu yollardan geçişimi bilirler, kimi zaman da darmadağın olmuş, hayattan bezmiş olarak… Son bir yıldır ise her zaman hayattan bezmiş, suratım allak bullak, gözlerimin altı çökük, omuzlarım düşük, başım öne eğik bu yollarda ne yöne gittiğimi bilmez halde dolanmalarıma tanık oluyorlar.
Bu “dayanamama” halim bir yıldır hızla artarak devam ediyor. Hayatımdaki her şey anlamsızlaştı. Tüm hayatım renksizleşti. Canım gezmek tozmak istemez oldu. Yemeklerden keyif almıyorum. Sadece karnım doysun diye lokmaları ardı ardına boğazıma dizmek benim için yemek yemek anlamına geliyor. İnsanlara tahammül edemiyorum. Az konuşur oldum. Gerekmedikçe ağzımı açıp, laf anlatmak zahmetine girmiyorum. Bol bol uyuyorum. Bazen akşam güneş batarken yatıp, ertesi gün öğlen saatlerine kadar aralıksız uyuyorum. Eskiden çalışma masamda hep bir takvim bulundururdum. Her günün sonunda takvimin o sayfasını yırtar, bir sonraki günün yeni bir gün, yeni bir başlangıç olacağını düşünerek kendimi avuturdum. Yıllar boyu kopardığım sayfalar beni yordu. Gelen yeni günlerin yeni başlangıçlar olduğu falan yokmuş. Artık masamda takvim falan da bulundurmuyorum. Benim için her gün aynı… Mevsimler geçiyormuş, yıllar geçiyormuş fark etmiyor. Yarınlardan bir ümidim, bir beklentim yok. Derdim insanlarla mı, yoksa sadece kendimle mi onu da bilmiyorum. İnsanlar bana bakınca ne görüyorlar acaba diye merak ediyorum bazen. Ailem için büyük bir hayal kırıklığı, ayrıldığım eşim için “işe yaramaz bir adam”, patronum için ilk fırsatta işten çıkartılacak bir fazlalık, köpeğim için katlanılması gereken bir sahip, komşularım için “kim dediniz, öyle biri mi oturuyor burada” diye soracakları bir soru işareti miyim acaba? Öyle bile olsa, benim için tüm bunların tersini düşünüyor olsaydılar bu benim sorunlarımı çözer miydi? Belki de tüm sorun benim kendim hakkımda ne düşünüyor olduğumdur. Ne düşünüyorum aynada kendime bakınca? Hayal kırıklığı… Hem de kocaman bir hayal kırıklığı…
Geçen hafta işten istifamı verdim. İstifa mektubumu öyle bir yazdım ki, neredeyse sayıp sövmediğim kimse kalmadı. Mektubu elime alıp, patronun kapısını çalana kadar o mektubu patronun suratına fırlatmaya kesin kararlıydım. Ne olduysa oldu, yapamadım. Sadece istifa etmek istediğimi ve gerekçelerimi saydım. Sanki bir an için olsun patronun “Katiyen olmaz, seni bırakmayız. Biz sensiz ne yaparız?” demesini umdum. Gülünç, değil mi? Donuk bir suratla beni dinledi, biraz daha evvel haber verseydim geçtiğimiz hafta insan kaynakları gazetesinde çıkan ilanlarına benim ayrılmak istediğim pozisyonu da ekleyebileceklerini söyleyerek hayıflandı kör olasıca. Hayırlısı olsun, yolun açık olsun gibi cümlelerle beni başından savuşturdu. İş arkadaşlarım arasından bana gitme ne olur diye yalvaran kimse de çıkmadı tabi doğal olarak. Sadece ceketimi aldım ve çıktım. Sanki kimsenin hafızasında benden bir anı kalmayacak, kimse beni hatırlamayacak, bilmeyecek, beni tanımış olduklarını bile unutacaklar gibi hissettim. Hayatları ben olmadan da devam edecekti. Belki de ben hayatlarında zaten hiç olmamıştım.
Varlığımla yokluğum bir ise, ruhumda ağır bir yük olan bu varlığa ne gerek var öyleyse? Kimse için bir şey ifade etmiyorum. Olsam da onlar için bir şey fark etmiyor, olmasam da. O zaman ne diye var olmaya devam ediyorum ki?
İşte bu düşünce bir süredir zihnimde iyiden iyiye yer etmeye başladı. Yok olmak düşüncesi! Varken yokmuşum gibi olduğuma göre belki yok olursam gerçekten var olabilirim diye düşünmeye başladım. Tabi ki bu düşüncemi doktorun karşısında dile getirmedim. Düşünsenize bunları duymak doktorum için ne dehşet verici olurdu. Herhalde o defa bana değil dört, tam on dört ilaç yazardı. Salak adam!
Nisan geldi. En sevdiğim mevsimdir bahar. Yani öyleydi eskiden. Yine sarı kelebekler etrafta uçuşmaya başlamışlar. Havada polenlerle birlikte sinek ve böcekler de cirit atıyor. Kuşlar pek bir neşeyle şakıyor. Ağaçlar kış boyunca kupkuru dala dönüşmüşlerken şimdi birden çiçeklenmeye, yeşillenmeye falan başladılar. Belediye de sözüm ona iyi çalışıyor. Renk renk laleler dikmişler adım başı. Şaşılacak şey, iyi bir şeyler de yapıyorlar demek ki bazen. Aşıklar konusuna ise hiç girmeyelim lütfen. Herkes koluna sevdiceğini takmış, salına salına geziyor. Bu sevgilileri nereden bulurlar, aşık olma yetisine doğuştan mı sahip oluyorlar yoksa bunu sonradan mı öğreniyorlar, hiç anlamam. Ama nereye baksam bir çift sevgili görmezsem baharın geldiğini anlamıyorum valla. Eskiden benim de içim bahar gelince bir hoş olurdu. Başım dönerdi, kavak yelleri eserdi başımın üzerinde. Artık bahar gelmiş neyime diyorum. Ha kuru kış, ha yeşil bahar! Benim için fark etmiyor. Tıpkı benim varlığımın da yokluğumun da mevsimler için fark etmeyişi gibi. İşte yine o düşünce beynimi kemiriyor. Yok olmak! Var olmamak… Bildiğim bu yaşamda yok olmak belki de bilmediğim yeni bir yaşamda “var” olmamı sağlar. Gerçekten bu düşünce beni rahatlatıyor. Belki de daha fazla “yaşamak” çilesini çekmemeliyim. Evet, evet, neden bu kadar zorluyorum ki kendimi? Doktorum bile söyledi. İlaçlarını içmezsen iyileşemezsin dedi. O ilaçları asla içmeyeceğime göre asla iyileşemeyeceğim. O zaman neden hasta olarak yaşama devam edeyim ki? Ölürüm daha iyi.
Doktordan çıkıp eve gelinceye kadar bu düşünceler zihnimi meşgul etti. Kapıyı açıp içeri girdim. Köpeğim Mahsun koşarak beni karşıladı. Hayır aslında beni karşılamak niyetinde değilsin, biliyorum. Tek istediğin bir kap yemek. Başkası verecek olsa onun ayağına koşardın. Tamam, tamam, bacaklarıma sürünüp durma. Şimdi bir kap yemeğini veririm, bir daha acıkıncaya kadar yüzüme bakmazsın artık. Nankör köpek!
Ölüm düşüncesi beni iyiden iyiye içine çekmeye başladı. Bir an için yarın burada olmayacağımı düşünmek beni olağanüstü rahatlatıyor. Yarın buralarda olmamak… Kirayı ödemekten kurtulmak, kredi kartı borcumu ödemem gerektiğini söylemek için arayan banka görevlisinin telefonuna cevap vermek zorunda kalmamak, boşandığım eşimin nafakasından kurtulmak, eşin dostun “işten neden ayrıldın, şimdi nasıl iş bulacaksın, ne yapacaksın, nasıl geçineceksin” sorularından kurtulacak olmak, dahası gerçekten de nasıl geçineceğim sorunundan kurtulmak… Sorunlar ben varken varlar, ben olmazsam sorun falan da kalmayacak. Dahası yarın diye bir şey olmayacak… Ohhhh, bunun düşüncesi bile beni rahatlatıyor. Aile büyüklerim ölümümü duyunca üzülecekler elbette, ama atlatırlar. Zaten ben üzüldüklerine şahit olmayacağım ki. Artık ben gidince kim ne çekerse çeker. Ben kurtulmuş olacağım. Bu sorunlar geride kalanların sorunu olacak, benim değil. Hayatımda bir defa olsun artık kendimi düşünüyorum. Ben kurtulayım da, geride kalanlar kendi başlarının çaresine baksınlar. Doktorun bulamadığı çareyi ben buldum işte. Çare bu kadar açık bir şekilde ortadayken nasıl oldu da göremedim. Ölüm, benim için tek çare. Zaten hiçbir şeyden keyif almıyorum ki, böyle bir yaşama yaşam denir mi? Ayrılmanın bana zor geleceği bir şey var mı, bir düşüneyim. Hmmm… Mahsun, seni özleyebilirim belki. Ama eminim benden sonra seni sahiplenecek olan kişi sana daha kaliteli mamalar alacaktır. İtiraf et, senin bana katlanmanın tek sebebi sana yiyecek ve barınak veriyor olmamdı. O zaman geriye ayrılmakta zorlanacağım kimse kalmıyor demek ki. Ailem için hep bir hayal kırıklığı yaratmıştım zaten. Onlara daha fazla acı vermemiş olurum böylelikle. Herhalde en fazla doktorum üzülecektir. Gelir kaynağında belirgin bir azalma yaşayacak zavallı beni kaybedince. Ev sahibim yeni bir kiracı arayacaktır. Evini bu defa dul birine değil de bir aileye kiraya verse bari. Ona arkadaşlık ederler. Benim gibi kapı duvar komşular olmazlar onlar. Geride miras bırakacak birikmiş param veya mal varlığım da olmadığına göre miras kavgalarına falan da sebebiyet vermemiş olacağım. Varlığım gibi yok oluşum da son derece sessiz olacak anlaşılan. Aman, bana ne! Geride kalanlara ne olacaksa olur. Ben kurtulacağım ya! İşte önemli olan tek şey bu.
Üzerinde çok fazla düşünmemeye kararlıyım. Detaylı bir plan olmayacak benimkisi. İyi bir yer biliyorum. Şehir dışında… Ana yoldan ayrılıp sapa yollardan birine giriyorsun ve çıkmaz yol seni bir uçurumun eşiğine götürüyor. Arabayı ana yolda dikkat çekmeyecek bir yere bırakır, uçurumun olduğu yere yürüyerek giderim. Böylesi daha iyi! Bir keresinde üniversite zamanlarımdayken yamaç paraşütü yapmıştım. Uçmanın ne derece keyifli olabileceğini hayal bile edemezdim. Bir felsefe hocam vardı. Sık sık uçakla seyahat ettiğinden dolayı yeni bir yaşam felsefesi geliştirdiğini, insan her şeye yukarıdan bakınca, büyük sandığı şeylerin aslında ne denli küçük olduklarını görüp şaşıracağını söylemişti. Hayatımızda baş edemeyeceğimizi düşündüğümüz şeyler olduğunda yapmamız gereken tek şey olaylara bakış açımızı değiştirip tekrar bakmakmış ve böylece onların aslında ne denli küçük ve önemsiz olduklarını görebilirmişiz. Ben de her şeye yeni bir bakış açısıyla bakabilmek için yamaç paraşütüne atlayıp uçmayı denemiştim. O zaman uçmaktan öyle keyif almıştım ki her sene mutlaka yamaç paraşütü yapacağım diye kendime söz vermiştim. Ne mümkün! İş hayatına girip o çarkın içine bir kere dahil olunca kendini kurtarmak mümkün olmuyor. Hayatta zevk aldığın şeyleri yapacak ya zamanın olmuyor, ya da paran. Paran olsa zamanın olmaz, zamanın olsa paran olmaz. Bu defa ne zamana ne de paraya ihtiyacım var. Kanatlara da ihtiyacım yok. Yalnızca kendimi boşluğa bırakıvereceğim, ve sonrası ebedi mutluluk!
Gün doğdu. Gece boyunca gözümü kırpmadım. Bugünün son günüm olacağını düşünmek garip bir his. Aslında mutlu olmalıyım. Bugün tüm sorunlarım tamamen çözülecek. Daha ne isterim? Yine de pek mutlu ve rahatlamış görünmüyorum. Yaşamak dert, ölmek dert yani. Neyse, güne her zamanki gibi başlayayım. Canım kahvaltı etmek istemiyor. Zaten yesem ne olur, yemesem ne olur. Artık aç ya da tok olmanın bir öneminin olmadığı bir noktadayım. Mahsun, gel oğlum. Sana bolca mama koyuyorum buraya. Kabındaki bitince buradaki mama torbasından alabilirsin. Onu da ortaya bırakıyorum. Umarım çok geç olmadan biri seni sahiplenir küçük dostum. Gel yanıma, sana son bir defa sarılayım şöyle. Tüylerini seveyim, ne kadar da yumuşaksın. Galiba seni özleyeceğim. Neyse daha fazla saçmalamaya başlamadan çıksam iyi olacak. Acaba üst komşum Bâki amcaya sana akşamleyin bakması için bir not yazıp posta kutusuna atsam mı? Ama daha önce böyle bir şey hiç yapmamıştım, çok dikkat çeker. Neyse, güya benden sonrasıyla ilgilenmeyecektim. Güle güle Mahsun! Güzel zamanlar geçirdik beraber. Hoppala, gözlerim doldu, pes artık. Ben çıkıyorum oğlum. Sana iyi bir hayat diliyorum.
Dışarı çıktım, dışarıda güzel bir hava var.
– Günaydın! Ne güzel bir gün değil mi? diye bana sesleniyor ihtiyar komşum.
– Evet efendim. Size de günaydın…
Bu da neyin nesi şimdi? Hiçbir gün beni fark etmemiş olan komşum bana hatırımı sordu. Bu ihtiyarların da altıncı hisleri pek gelişmiş oluyor mübarek. Güzel bir günmüş, tabi ya! Tam ölmelik bir gün.
Gökyüzü ne kadar da güzel bu sabah. Havada tam bir bahar kokusu var. Hangi çiçek böyle kokuyor olabilir ki, her yere mis gibi yayılmış kokusu. Bir daha bu kokuyu duyamayacak mıyım acaba? Başka bahar göremeyeceğim yani. Bu gerçekten görüp göreceğim son bahar olacak. Garip bir his! Tadını çıkarayım bari. Şuraya bakın, bir uğur böceği. Küçüklüğümden beri uğur böceği görmemiştim. Çıka çıka bu sabah mı karşıma çıktınız? Gerçekten uğurlu musun uğur böceği, yoksa sen uğursuz uğur böceği misin? Umarım ölümden sonra başlayacağım yaşamda bunlardan bol bol vardır. Sürekli baharın hüküm sürdüğü bir yerde olsun yeni yaşamım… Ya olmazsa?
– Bir tas yem almak ister misiniz? Güvercinlere yem atmak sevaptır. Vereyim mi?
– Ver bakalım. Nasılsa paranın bir önemi kalmadı benim için. Bir tas yem alayım, al şu bozuklukları. Ne yapmak lazım şimdi bu yemleri, nasıl atacağım?
– Şöyle fırlatın tası, yemler etrafa yayılsın ki çok güvercin yararlansın, hepsine ulaşsın.
– Şöyle mi? Aaaah, ne çok güvercin geldi. Çok güzel bir his, nasıl da yiyiyorlar şunlara bak.
– Allah razı olsun, sevap işlediniz açları doyurarak.
– Amin. “Allah razı olsun” mu? Acaba razı olur mu? Olması için bugün son şansım da. Haydi hayırlı işler sana, kazancın bol olsun.
Ne sabah ama! Önce komşuyla selamlaştım, şimdi güvercin besledim, arada uğursuzlarla oynadım. Her günden farklı bir sabah. Son günümün sabahı…
Arabaya bindim, haydi külüstür çalış bakalım, benimle son yolculuğuna çıkıyorsun. Yarım depo benzin var, benden sonra seni yolda bulacak olan kişi şanslıymış. Deposu dolu bir araba bırakıyorum onlara. Senin bu yılki bakımını da yaptıramadık ama kusura bakmazsın artık. Işıkları geçelim, sağdan yol ayrılıyor. Böylece şehirden de çıkmış olacağız. Kırmızı yandı duralım bakalım. Ne de olsa acelemiz yok, yetişecek bir yerimiz de yok.
Radyoda çalan şarkı dinlediğim son şarkı olacak. Ne kadar da dinlendirici bir şarkıymış. Söyleyenin sesi de yumuşacık. İlk defa mı duyuyorum bu şarkıyı? Bir aşk şarkısı bu. Hiç ısrar etmeyin, benden geçti artık. İçimde bir şeyleri yeniden kıpırdatamazsınız. Ben ölmeye gidiyorum, geride bıraktığım bir sevgilim de olmayacak. Ama şarkı güzelmiş. İnsan yeniden aşık olabilmeyi istiyor. Bugün ilk defa bir yere yetişmek acelesi içinde olmadan sakin sakin güne başladım. Baharı gördüm, insanları fark ettim, müziği duydum, havayı kokladım. Ama zamanlama kötü oldu işte. Karar verdim artık bir kere, ben bugün ölmeliyim.
Şurası uygun görünüyor arabayı bırakmak için. Ben de şu yoldan yavaş yavaş yürür, uçuruma çıkarım. Sana da elveda külüstür arabam. Beni hiç yolda bırakmadığın için sana teşekkür ederim.
Güneş gökyüzünde yükselmeye başladı. Bugün senin doğuşunu gördüm, yükseldiğini gördüm, ama korkarım ki batışını göremeyeceğim. Tenimi ne de güzel ısıtıyorsun, başka bir zaman olsa kendimi yeşil çimenlerin üzerine bırakır sıcaklığını tenimde doya doya hissetmek isterdim. Kusura bakma, bugün yapamam, ölmeye gidiyorum şimdi. Gideceğim yerde bir güneş olacak mı acaba? Güneşi hep sevmişimdir. Güneşli günler bana gençliğimin yaz aşklarını anımsatır. Sevgili güneş, seni de özleyeceğim açık. Keşke batışını da görebilseydim…
İşte burası… Benim için yeni bir başlangıcın olacağı nokta. Ve de bu yaşamımın bitiş noktası. Aşağıya hiç bakmasam daha iyi. Biraz heyecanlıyım aslında. Tıpkı seneler önce yamaç paraşütü yapacağım anda hissettiğime benzer hisler yaşıyorum. Tek farkı o zaman arkadaşlara rezil olma korkumun olmasıydı. Şimdiyse rezil olacağım kimse yok, ölmekten daha basit başka bir şey olmamalı. Bunu da başaramazsam yuh bana!
Rüzgardan saçlarım uçuşuyor. Romantik biri olsam sevgilinin saçlarımda dolaşan eli gibi cümleler kurup şiir bile yazabilirdim şimdi. Ellerim buz gibi oldu. Üşümekten değil, heyecandan, belki de korkudan. Bu rüzgarı tenimde son kez hissediyor olmam beni hüzünlendiriyor. Sanki tüm duyularımı ilk defa kullanıyor gibiyim. Bu ilk’in aynı zamanda son olması çok hazin. Kuşlar uçuyor ileride. Az sonra ben de onlar gibi havada süzülüyor olacağım. Aşağıya baksam mı acaba? Yere çarpana kadarki süreç çok hızlı mı olacak, yere düşünce acı hissedecek miyim? Hangi anda ölmüş olacağım? Ölünce öldüğümü anlayabilecek miyim? Sus, sus artık! Tüm bu detayları düşünmemeliyim. Dertlerden kurtulmak için ölümü seçiyorum ama ölümün kendisi bile dert oluyor. Düşünme artık. Tek bir adım atacağım, ve gerisi boşluk… Haydi, yapabilirsin, yapabilirim, yapmalıyım… Bir kez daha hayal kırıklığı yaratamam. Bir adım, biraz daha, birazcık daha… işte oluyor, oluyor, oool- du…
Düşüyorum, hızla… Belki de çok yavaşça… Bilemiyorum. Bedenimin gülle kadar ağırlaştığını hissediyorum. Bir yerlere tutunmak ister gibi çırpınıyorum. Ellerimi kollarımı çırpıyorum ama havada tutunamıyorum. Taklalar atıyorum. Keşke, keşke… keşke yapmasaydım. Ne olur bu gerçek olmasın! Bir saniye önceye çevirebilseydim zamanı, ve o adımı hiç atmasaydım. Ne olur, çok üzgünüm, çok pişmanım. Ben yaşamayı seviyordum. Ne olur ki varsın milyarlarca borcum olsun, bir yolu bulunur ödenirdi. Boşanmışım, ne olacak ki, dünya kadar kadın var, sevebileceğim birini bulabilirdim, işten ayrılmışım, bulurdum daha iyi şartlarda daha iyi bir iş. Hangi sorun bu yaşamdan vazgeçmek için yeterli bir sebep olabilirdi ki? Hayır, yapmamalıydım, hiç atlamamalıydım. Çok pişmanım, çok pişmanım. Midem bulanıyor, başım dönüyor, düşmeye devam ediyorum. Düşüyorum…Çok pişmanım, lütfen …lütfen… bir şans daha…lütfen…
Offff. Amma da sert çarptım yere. Neyse ki bir yerim acımadı. Bakalım yerden kalkabilecek miyim? Haydi bakalım… Kalktım, etrafa da bakın ne kadar sessiz! Ne kadar yükseklikten düştüm acaba? Yukarıya bakıyorum da çok ama çok yüksekmiş. Atladığım noktayı göremiyorum bile. O zaman nasıl oluyor da bir yerim acımadan kalkabiliyorum? Yoksa??? Yoksa ben??? Aman Allahım, o yerde yatan benim bedenimse şu anda ayakta duran kim? Görüyorum, orada yerde hareketsiz yatıyor bedenim, ama ben dışındayım, görüyorum, olanı biteni görebiliyorum. Ahhh çok acı çekiyorum. Çok derin bir pişmanlık hissediyorum. Ciğerim yanıyor. Hadi kalk bedenim, lütfen kalk. Ölmüş olamayız, yaşama geri dönmeliyiz. Ben eve gitmek istiyorum, Mahsun’la oynamak istiyorum, baharı yaşamak istiyorum. Ölüme ben karar vermemeliydim. Buna karar vermek bana düşmezdi. Lütfen, lütfen, geri döneyim… Gözlerimi sımsıkı yumuyorum. Ne olur açınca evimde olayım, ne olur bu bir rüya olsun! Ne olur, ne olur, ne olur…
****
“Neden yaptın bunu?”
Utanç içinde başımı önüme eğiyorum. Verecek mantıklı bir cevap arıyorum ama aklıma hiçbir şey gelmiyor.
“Oraya ait hissetmiyordum kendimi. Yaşamımın tüm anlamını yitirdiği bir noktadaydım. Bir anlam aradım ama ..bulamadım” diyorum.
“Yaşamın sırrı gözlerinin önünde duruyordu ama sen bir kör gibi davrandın ve görmemeyi seçtin.”
“Şimdi cehenneme mi gideceğim?” diye soruyorum.
“Hemen değil. Önce sana son bir şans verilecek. Bu şansı gereğince değerlendirebilirsen sonsuzluğun kapıları sana açılacak. Yok eğer yine değerlendiremezsen sanırım ateş biraz canını yakacak”
Başımı yerden kaldıramıyorum bile. Sürekli yutkunuyorum. Son bir şanstan bahsediliyor. Bu şansa gerçekten ihtiyacım var. Ateş fikri hiç hoşuma gitmiyor.
“Bu son şansı hak edecek ne yapmış olabilirim ki ben?” diye soruyorum.
“Köpeğin Mahsun’a dua et. Sana çok duacı olmuş. Onun sayesinde son bir şansın daha olacak.”
Mahsun mu? Ah Mahsun, seni ne kadar da küçümsemişim. Bir insanın duasıyla değil de köpeğimin duasıyla yaşama dönmek için ikinci bir şansa sahip olabileceğimi asla tahmin edemezdim. Teşekkürler oğlum, geri dönebilirsem sana olan borcumu ödeyeceğim, söz veriyorum.
“Peki şimdi tekrar hayata dönebilecek miyim? Yani hastanede falan mı uyanacağım yoksa uçurumdan atlamadan önceki bir zamana mı geri döneceğim? Her şey bir rüya falan olsa mesela, rüyadan uyansam olmaz mı?” diye soruyorum. Çok mu cüretkar davranıyorum acaba?
“Hayır, öyle olmayacak. Senin için başka bir planımız var. Önce zorlu bir yolculuğa çıkacaksın. Seni Kırklar Diyarı’na göndereceğim. Kırk’lar Diyarı kırk kapının ardında kırk öğüt ve kırk sırrın saklı olduğu bir diyardır. Bu sırların yarısı var oluşa ait, diğer yarısı ise var olana aittir. Bu kırk kapının kırkını da bulup bu kapılardan geçebilirsen ve kırkıncı kapıya vardığında geçtiğin kırk kapının kırk öğüdünü hala hatırlıyor olursan Kırklar Diyarı’ndan dışarı çıkabilirsin. Yok eğer hatırlayamazsan hatırlayana kadar bu diyarda dolaşır durursun. Bu görevi başarıyla geçtikten sonra tekrar huzurumuza geleceksin ve durumunu gözden geçireceğiz. Şimdi yanıma Simya’yı çağıracağım. Simya seni Kırklar Diyarı’nın girişine kadar götürecek”
Simya mı? Bu bir kadın ismi mi yoksa erkek ismi mi? Burada cinsiyet ayırımı var mı ki? Ya bu Kırklar Diyarı nasıl bir yer acaba? Ya oradan hiç çıkamazsam, ya yaşamayı başaramadığım gibi bu görevi de başaramazsam? Ama ateşten iyidir herhalde. Bu diyara gitmeliyim ve bu görevi başarmalıyım. Burası ölüler diyarıysa şayet bu işin hiç şakası yok demektir.
“Elimden tut, seni oraya götüreceğim”
Melek yüzlü küçük bir çocuk bana elini uzatıyor. Belki de melek yüzlü değil de bu çocuğun kendisi bir melektir bilemiyorum. Ama kesinlikle bu bir çocuk, bundan eminim. Bana uzattığı elini tutuyorum. Bir anda bir ışık tünelinin içine giriyoruz. Biz yürümüyoruz ama tünel sürekli olarak renk değiştiriyor. Çocukla hâlâ el eleyiz.
“Kendini oraya ait hissetmediğin anda uzaklara gitmeliydin” diyor.
“İyi de nereye gidebilirdim ki, dünyanın dışında başka bir gezegende yaşayabilme şansım yoktu ki.”
“Üstündeki yorgunluk ve yoksunluk duygusundan sıyrılmalı ve içinde hapsettiğin o küçük çocuğu özgür bırakabilmeliydin. Bunu yapabilseydin uzağa, en uzağa gidebilirdin”
“En uzağa demekle neyi kastediyorsun çocuk?”
“Benim adım Simya, bana ismimle hitap edebilirsin. En uzağa demekle içindeki Öz’ünü kastediyorum. Benim adım neden Simya biliyor musun?”
“Simyacı mısın?”
“Simyacı nedir bilir misin?”
“Olmayan bir şeyi oldurtan kişi mi?” diye bir tahminde bulunuyorum.
“Simyacı olmayan bir şeyi var etmez. Simyacının asıl işi var olanın Öz’ünü bulup ortaya çıkarmaktır. Nasıl ki demiri bakıra, bakırı kurşuna, kurşunu kalaya, kalayı cıvaya, cıvayı gümüşe ve nihayet gümüşü altına çeviriyorsa işte böyle maddeyi saflaştırdığı gibi içine dönerek kendini de saflaştırır yani içindeki Öz’e ulaşır. Simyacının asıl işi içindeki Felsefe Taşı’na ulaşmaktır.”
“Felsefe taşı mı? Hani dokunduğu her maddeyi altına çeviren ve ölümsüzlüğün sırrını taşıyan taştan mı bahsediyorsun?”
“İşte insanların en büyük yanılgısı bu! Felsefe taşının elle tutulur, gözle görülür sarı bir taş olduğunu sanıyorlar ve yüz yıllardır her yerde bu taşı arıyorlar. Oysa Felsefe Taşı her insanda vardır. Bizzat insanın içinde, yani gönlünde gizlidir. Felsefe Taşı arayışı insanın kendi benliği içinde yol alışı ve kendini tanımasıdır. Önce felsefe taşının üzerindeki pürüzler yontulmalıdır. Yani insan kendini sağlam bir bilinç ve karakter yapısı üzerine yeniden inşa etmelidir. Özündeki iyilikleri ortaya çıkarmalı, bencillikten uzaklaşmalıdır. Kendi kendini bilmeli, vicdanını yargılamalı, içindeki ejdere galip gelmelidir. İşte insan böylece sonsuzluğa sahip olabilir.”
“Demek metallerin altına dönüşmesi sadece bir sembolmüş öyle mi?” diye soruyorum.
“Altın ölümsüzlüktür. Metallerin en safı altındır. Tüm madenler er geç altına dönüşecektir. Ve evet, altın sadece bir sembol. Saflığın sembolü” diyor.
Konuşurken içinden geçtiğimiz ışık tünelinin sonuna geliyoruz ve önümüzde devasa bir kapı beliriveriyor. Yüksekliği ve genişliği yerden göğe kadar desem abartmış olmam sanırım. Simya:
“Üzgünüm” diyor. “Buradan sonrasını yalnız gitmek zorundasın. Bu diyar kırk kapının ardında kırk sırrı barındıran ve bir çocuğun kalbine sahip olmayan hiç kimsenin yolunu bulamayacağı bir yerdir. Düşüncelerinden önyargıları ve sınırları kaldırmayı başarabilirsen ve kalbini sevgiye açarsan kırkıncı kapıya kadar gidebilirsin.”
“Peki ama bari bana ne yapmam gerektiğini söyle” diyorum.
“Söylüyorum zaten. İşte sana kırk kapı, kırk öğüt. Kırk gün, kırk çeşmeden akan kırk damla su ile beslen. Kırk gün kırk gece yapılan düğünlerin ve kırkı çıkan bebeklerin bereketi ol, kırk yıllık dostluğun vefası ol, kırk küp kırkının da kulbu kırık küp deyip tamam ol, sonsuzluğa uzan. Yirmi sekiz ay konağı ve on iki Zodyak işaretini topla, kocaman bir kırk ol. Kırk gün süren Nuh tufanı gibi bu diyarda es ve coş. Musa’nın Tur dağında kırk gün kalması gibi kal bu diyarda. Şeytanın Isa’yı saptırmak için kırk gün uğraşması gibi kırk sırrı öğrenmek için uğraş. Israiloğulları’nın çölde kırk yıl dolaşması gibi dolaş. Kırklar meclisinde oturup kırklar makamının kırklar şerbetinden iç. Kırk odalı saraylarda otur, kılı kırk yarıp geç. Ve sonra gökten kayboluşunun ardından kırk gün sonra yeniden ortaya çıkan Ülker yıldızı gibi dön geldiğin yere. Ve kırklar diyarındaki kırk günlük gezinin kırk yıl hatırı kalsın üzerinde. Şimdi nefesini tut, sakın bırakma! Ve gözlerini aç, sakın kırpma! Kırk günde kırk kapı açılsın, kırk sır ortaya saçılsın!”
Simya’nın bu sözleriyle birlikte yerle gök arasındaki devasa kapı açılıyor ve kendimi dümdüz bir vadinin ortasında yapayalnız buluveriyorum. Artık yanımda Simya yok, devasa kapı da yok. Bu görevden kaçmam imkansız. Zaten kaçabileceğim bir yer de yok. En büyük hatayı yaşamaktan kaçarak yaptım. Ah benim akılsız başım. Yine de şanslıyım ki sadık köpeğim Mahsun’un duasıyla aşağılarda bir yerde kızılca alevlerin arasında yanmaktan kurtuldum ve ikinci bir şans ile bu diyara gönderildim. Ne yapmam gerekiyorsa yapacağım ve kırkıncı kapıya kadar ulaşacağım. Önümde dümdüz bir yol uzanıyor. Acaba ne tarafa doğru gitmeliyim? Neyse nasılsa yol beni gitmem gereken yere götürecektir. Kırk kapının ardındaki kırk sır, beni bekleyin, sizi bulmaya geliyorum!