Yeni yılda “sen”in sizi bir Kırmızı Kazak’la mutlu etmesini diliyor…
“Hangi dilde olursa olsun en baskın kelime ‘ben’dir.
Bu kelime kendi içinde tüm yaratıcı gücü barındırır.…Zamanının çoğunu olmadığın biri haline gelmek için harcadın. Kimse seni bu hale getiremez; bunu sadece sen yapabilirsin; yaptın da. Fakat başka bir seçim şansın daha var kurtulabilirsin.”
Böyle Bitti…
Annemin bana armağan ettiği kırmızı kazak yıllarca dolabımın en üst çekmecesinde durdu.
Kazak üzerime zaten olmuyordu ve son yıllar içinde çok fazla taşınmamış olsaydım hiç dokunulmamış olacaktı. Ne de olsa onu elimden çıkarmayı hiç düşünmedim. Evimi her taşıyışımda onu özenle katlayıp bavuluma yerleştirdim ve yeni evime beraberimde götürdüm. Sonra da hiç giyilmemek üzere dikkatlice başka bir çekmeceye yerleştirdim.
Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin kazağın o saf görüntüsü beni her zaman etkiledi. Her bir ilmeği çocukluğumun masumiyetini en büyük pişmanlıklarımı, korkularımı, umutlarımı, hayal kırıklıklarımı ve yaşam sevincimi bana anımsattı.
Bu hikâyeyi sadece ailemle paylaşmak niyetiyle yazmaya başladım. Fakat bu süreç içerisinde bir şeyler oldu: Hikâye bu görevi benden devraldı ve kendi kendini yazdı. Benliğimden silmek istediğim, hiçbir zaman hiç kimselere anlatmaya niyetlenmediğim, unutmak için senelerimi verdiğim ve sonunda başarılı olduğum bazı olaylar var. Kazağım sanki kendi hikâyesini anlatmak istedi. Belki de çekmecesinde yelerince uzun zamandır sessizliğini koruyordu.
Kendimi bu hikâyeyi paylaşacak kadar rahat hissetmem otuz yıldan fazla zamanımı aldı. Ardındaki gücü ve ne ifade ettiğini tam olarak anlamak ise bir ömür boyu sürecek sanıyorum. İsimlerden bazıları ve olaylar değiştirilirken, tüm bunların çekirdeğini hayatımın en önemli Noel hikâyesi oluşturuyor.
Şimdi bu hikâyeyi sizinle paylaşmak, size armağan etmek istiyorum. Umarım bana verdiği sevinci size ve sevdiklerinize de verir.
Glenn
Eddie’nin Duası
Tanrım, seninle en son konuşmamın üzerinden bir hayli zaman geçmiş olduğunu biliyorum ve çok üzgünüm.
Tüm bu olanlara karşın ne diyeceğimi bilemiyorum.
Annem sürekli olarak bizi oradan izlediğini söylüyor, kötü zamanlarda bile. Sanırım ona inanıyorum, ancak bazen bunların başımıza gelmesine neden izin veriyorsun, anlayamıyorum.
Annemin çok çalıştığını ve paranın kolay kazanamadığını biliyorum, fakat lütfen, Tanrım, Noel’de bana sadece bir bisiklet armağan edilmesini istiyorum, sonra her şey çok daha güzel olacak. Buna layık olduğumu ispatlamak için ne istersen yapacağım. Kiliseye gideceğim. Ders çalışacağım. Anneme iyi bir evlat olacağım. Bunu hak edeceğim, söz veriyorum.
Bir
Silecekler arabanın ön camındaki kar üzerinde yarı daireler çiziyordu. Biraz kayıp çenemi ön koltuğun plastik yüzüne yasladığımda, epey kar yağmış olduğunu düşündüm.
Annem Mary, “Arkana yaslan, tatlım,” dedi kibarca. Otuz dokuz yaşındaydı, ama yorgun bakışları ve kömür siyahı saçları arasından kendini belli eden gri teller onun daha yaşlı olduğunu düşündürüyordu insanlara. Yaşınız, hayatınız boyunca başınıza gelenlerin bir toplamı olsaydı, insanlar bu düşüncelerinde haklı olurlardı.
“Ama anne, arkama yaslandığımda karı izleyemiyorum.”
“Peki. Ama sadece benzin alana kadar.”
Oldukça eski, steyşın bagajlı Pinto’muzda öne doğru eğildim ve yıpranmış botlarımın üzerinde durmaya çalıştım. Yaşıma göre çok sıska ve uzundum. Bu sayede dizlerimi göğsüme çekebiliyordum. Annem arka koltukta daha güvenli olduğumu söyledi. Ancak çok geçmeden bunu güvenlik kaygısıyla değil, radyoda sürekli sıkıcı Perry Como şarkıları çalan istasyonu değiştirip doğru dürüst bir müzik istasyonu bulmaya çalıştığım için söylediğini anladım.
Benzinciye girerken, Mount Vernon Meydanı’nın karla kaplı olduğunu görebiliyordum. Binlerce yeşil ve kırmızı Noel lambası anacaddenin iki yanını süslüyordu. Washington’da sıcak yaz günleri çok nadir yaşanırdı, ama o nadir günlerde bile sokak lambalarını Noel ışıkları kaplardı.
Bir işçi fişleri takıp çalışmayan ampulleri değiştirene kadar kış uykusuna yatmış gibi orada öylece asılı dururlardı. Ama şu an, Arahk’ta ışıklar, biz çocukların içini heyecanla kaplayarak büyülü bir şekilde ışıldıyordu.
O sene heyecanlı değil, aksine endişeliydim. Noel’in eskisi gibi bir yıl getirmesini dilemiştim. Yıllarca evimiz Noel sabahlarında hediyeler, kahkahalar ve gülen yüzlerle dolu olmuştu. Fakat babamı üç yıl önce kaybetmiştik Noel’lerim onunla birlikte ölmüş gibi geliyordu.
Babamın ölümünden önce maddi durumumuzu çok fazla düşünmezdim. Varlıklı değildik ama yoksul da sayılmazdık. İdare ediyorduk. İyi bir muhitte güzel bir evimiz, her akşam sıcak yemeğimiz vardı. Hatta bir keresinde yazın ben daha beş yaşındayken Disneyland’e bile gitmiştik. Uçak yolculuğuna nasıl hazırlandığımı bile anımsıyorum. Hatırladığım diğer yolculuk ise birkaç yıl sonra babamın bizi Birch Koyu’na götürmesi… Kulağa egzotik geliyor olabilir ama evimize sadece bir saat uzaklıkta, kayalık bir plajdı.
Eve dönerken birlikte daha fazla vakit geçirmek dışında hiçbir şey istememiştik.
Babam ben küçükken 1800’lerden beri kasabada olan fırını satın almıştı. İşte uzun saatler geçirir, gün doğumuna yakın eve dönerdi. Annem beni okuldan alır, bana biraz ev temizliği yaptırır, biraz çamaşır yıkatır ve benden günün geri kalanında babama fırında yardım etmemi isterdi.
Okuldan sonra aileme yardım etmek için fırına yürürdüm. En azından haftanın birkaç günü otoyolun üzerindeki köprünün ortasında durur, vızır vızır geçen arabaları ve kamyonları izlerdim. Pek çok çocuk orada durup bir arabaya isabet eder umuduyla aşağı tükürürdü. Ama ben böyle bir çocuk değildim, sadece tükürdüğümü hayal ederdim.
Fırında haddinden fazla vakit geçirmek zorunda kalmaktan çok yakınırdım, özellikle babam tencere ve tavaları bana yıkattığında; ama içten içe onu çalışırken izlemek hoşuma giderdi. Başkaları ona fırıncı diyebilirlerdi, fakat ben babamı usta veya heykeltıraş olarak düşünürdüm. Keski yerine hamur, kil yerine kek karışımını kullanırdı ancak sonuç her zaman bir sanat eseri olurdu.
Babam ve amcam Bob, benim yaşlarımdayken babalarının fırınında çıraklık yapmışlar. Önlük takıp hiç bitmeyecekmiş gibi görünen tencere tavaları yıkamışlar, okuldan sonra yeni tarifler öğrenmişler. Babamın çıraklıktan ustalığa geçişi çok da uzun sürmemiş.
Fırıncılıkta ustaydı. Ailede tariflerini hayata geçirebilen tek kişiydi. Dükkânın, kasabada bilinen en iyi ekmek ve tatlıları yapan fırın haline gelmesi de uzun sürmedi. Babam eserlerine de ailesine olduğu kadar âşıktı. Şekerleme ve kek yapımı için zamanının çoğunu ayırdığı cumartesi günleri ise özeldi. Onunla cumartesileri çalışmaktan hoşlanmam tesadüf değildi. Tek başıma tarifleri uygulayamadığımdan iş biraz abartıya kaçabilirdi. Babam hamur kabarıp taştığında beni mutfaktan çıkarırdı yine de onu mümkün olduğunca yakından izleyerek “tat uzmanı” olma avantajını yakaladım.
Babam sürekli bana tariflerini öğretmeye çalışsa da işi hiçbir zaman tam anlamıyla kavrayamadım. Annem sineğin uçuşuyla bile dağılan dikkatimden yakınırdı ama asıl sebebin pişirmektense yemek yemeği daha çok sevmemden kaynaklandığını biliyordum. Ben hiçbir zaman fırıncı olmaya ilgi duymadım; çok fazla çalışmak gerekiyordu ve çok erken kalkmak zorundaydınız. Fakat babam bir gün fikrimi değiştiririm diye umutlanmaktan hiç vazgeçmedi.
ilk olarak bana nasıl kurabiye yapılacağını öğretmeyi görev edindi. Ama beni kurabiye hamuru hazırlama ve karıştırıcı görevine koyduktan sonra hata yaptığını anlaması fazla uzun sürmedi. Büyük bir hata! Hamurla beni tek başıma birkaç dakika daha bırakmış olsaydı geriye pişirecek bir şey kalmayacaktı. Babam çok geçmeden taktiğini ustalık derslerinden ara sınavlara çevirdi. Bana bir fırın dolusu çikolatalı Alman pastasının yapılışım gösterdi, sonra da tarifi anlatmamı isteyerek beni sınadı; et gibi kek yapımıyla ilgisi olmayan malzemelerden bahsettiğimde ise yüzüme un serpti.
Bir gün, elmalı tart sınavının lam ortasındayken babamın kasiyeri (annem) arkaya doğru gelerek bir müşteriye yardım edip edemeyeceğimizi sordu. Bu alışılmadık bir şey değildi Babam öğleden sonra fırınlar soğurken ve annem günlük banka ziyaretini yapmaya çıktığında ön tarafa geçerdi. Bence bu babamın aslında gün içinde en sevdiği anlardan biriydi; kendisi gerçek bir insan sarrafıydı, en son eserini deneyen müşterilerin yüzlerine bakmaktan hoşlanırdı.
O gün babamı, bana göre kasabanın en yaşlısı olan Bayan Olsen’i selamlarken gördüm. Bayan Olsen daimi müşterimizdendi. Annemin servis yaparken, hikâyelerini dinlemek için Bayan Olsen’e fazladan zaman ayırdığını fark ederdim. Sanırım annem onun yalnız biri olduğunu düşünüyordu. Babam da ona aynı şekilde saygı gösterirdi. Babamın onunla konuşurken hafifçe gülümsediğini ve Bayan Olsen’in de yüzünde ufak bir tebessümün belirdiğini fark ettim. Babam bu etkiyi pek çok insanda bırakırdı.
Bayan Olsen sadece bir somon ekmek almak için…