19. yüzyılın ortası ile son çeyreği arasındaki, Amerikan Rönesansı diye bilinen dönemde, Melville, Whitman gibi edebiyatçılarla birlikte önemli bir yeri olan Hawthorne, Kızıl Harfte okuru, dönemin püritan yaşama tarzı ile insan gerçekliği arasındaki kasvetli gerginliğin içine sürükler. Sakatlığından ötürü uzun yıllar toplumdan yalıtılmış, yalnız bir hayat süren Hawthorne gibi romanının kişileri de bir zina suçuyla birlikte ya kızıl A harfiyle işaretlenen Hester Prynne gibi toplumdan dışlanır ya da bu zinanın öteki aktörleri Dimmesdale ve Hesterin kocası Chillingworth gibi, kendi cehennemlerinin uçurumlarına yuvarlanırlar.
Kızıl Harf: Herkes kendi cehenneminde yanar!
***
ÖNSÖZ*
(Bordo-Siyah klasik metinlerinin önüne yazmaya çalıştığımız önsözleri izleyen okur, “ağırlıkları” ve hedefleri farklı açıklamalarla karşılaştığını fark etmiş olmalıdır. Aşağıdaki önsöz genel okuru hedef almakla birlikte, başka edebiyat metinlerinde de yaptığımız gibi, Kızıl Harf metninin filolojilerde de vazgeçilmez bir inceleme metni olma özelliğini göz önünde tutarak biraz farklı hazırlandı. Metnin Almanca çevirisinin ve İngilizce basımının açıklamalarının yanı sıra, ulaşabildiğimiz internet bilgilerinden de yararlanarak yaptığımız bu derleme, kuşkusuz, akademik bir çalışmanın taleplerini karşılamayı amaçlamıyor, ancak fakülte dışı okur kadar, fakülte öğrencisine de bir ilk giriş kapısı aralama kaygısı taşıyor. Sonuçta her iki düzlemdeki okuru da buluşturabilen bir önsöz kurmuş olduğumuz umudunu taşıyoruz.)
ABD’li düşünür, şair, deneme yazarı ve New England Transandantalizminin babası Ralph Valdo Emerson’ın öncüsüolduğu ve propagandasını yaptığı “Amerikan Rönesansı” hareketini, sadece onun üzerinden giderek açıklamak bu “rönesansı” herhalde doğru dürüst kavramamak anlamına gelecektir. Emerson, Nature (Doğa; 1836) adlı kitabında kendi öznel deneyimlerini, kehanetlerini nesnellik ve genel geçerlilik düzlemine taşıyarak buradan bir tür kurtuluş öğretisi türetmeye çalışır. Gerek bilimsel-teknik, gerek politik, gerekse de toplumsal ve sanatsal alanlara eşit ölçüde yayılmış olan “ilerleme düşüncesi” Emerson için tek insanın, o varlığından hiç şüphe etmediği sınırsız güç ve kudretine dayanmaktaydı. Tek tek insanların ruhu, Emerson’a göre, tanrısal bir ışıkla aydınlatılmıştı. Emerson’ın, Platon, Platinus gibi idealizmin öncüsü Yunan filozoflarının, Coleridge, Goethe gibi yazar ve düşünürlerin etkilerini taşıyan transandantal, yani aşkıncı düşünceleri, insan ruhunun gücü ile doğa/Tanrı arasında bağ kurmaya çalışan romantiklerin bir özeti olduğu kadar transandantal idealizmin de tepe noktasıydı. Bir transandantalist ve New England geleneğinin damgasını taşıyan felsefi idealizmin savunucusu olarak aşırı bir bireyciliği haklı ve meşru kılacak bütün düşünsel destek ve argümanları sunmaya çalışan Emerson, tek tek insanların, kendi içlerine dönük bakışı sezgileriyle destekleyerek hakikate/doğruya ulaşabileceklerinden şüphe etmediği gibi, bu anlayışı, genel, bütün insanlar için geçerli bir kurtuluş, hakikate varma yolu olarak görüyordu. Emerson ayrıca Essays (Denemeler; 1841-44), Representative Men (Temsili Kişiler; 1850) ve English Traits (İngiliz Özellikleri; 1856) adlı eserlerinde transandantalizmin ilkelerini şiirsel bir biçimde dile getirmiştir.
Döneminin (1803-1882) iyimser düşüncesinin temsilcileri Emerson’ı hem şair hem de düşünür olarak koyacak yer bulamamışlardı, çünkü Emerson, her insanı insanın kendi ölçüsüne göre değerlendiriyor, her bir tek’in kendine özgü bir yasallığı temsil ettiğini düşünüyor, böylelikle bir yandan da kişiye, geleneklerden bağımsız, kendinde temellenen bir özerklik alanı tanıyor, kişinin kendine olan güvenini (‘self-reliance’) ve kendi kendine yeterliliğini bu özerk alanın doruk özellikleri olarak öne çıkartıyordu. Kaldı ki, daha sonraki dönemlerde toplumu yönlendiren düşünürler, onun özdeyişleri içinden damıtılmış olduğuna inandıkları çekirdek fikirleri ulusal bilincin desteklenmesi yolunda da değerlendireceklerdi. Temsilcileri arasında Walt Whitman (1819-1892), Henry David Thoreau (1817-1862), Herman Melville (1819-1892) ve Nathaniel Hawthorne (1804-1864) gibi isimlerin yer aldığı Amerikan Rönesansı, geçen yüzyılın ortasında Amerika’nın doğuşunu, kendine güvenen, kendi bilincine sahip, maneviyatı güçlü bir uluslaşma hareketi olarak görüyor, eski, geleneksel Avrupa’dan ve onun bütün olumsuz yanlarından arınmış, kendi yolunu çizen bir ulusun doğuşunu temsil ediyordu.
1830’lardan itibaren İç Savaş (civil war) ertesine kadar uzanan evrede eser veren romancı, şair, deneme ve hiciv yazarlarının temsil ettiği Amerikan Rönesansı, genellikle Boston çevresinde toplanmış klasikçilerin hareketi olarak görülür. Bu gelişmenin politik arka fonunda, Andrew Jackson’un başkanlığıyla başlayan demokratik politikalarla birlikte artık doğrudan Amerika’ya özgü bir hayatın izlerini sürmeye çalışan yazar ve düşünürlerin romantik, popülist bir edebiyata ağırlık vermeleri olgusu da yatmaktaydı.
Edebiyat-düşünce tarihi yazarları, 1830 ile 1867 yılları arasında eserler veren bu Rönesans temsilcilerini iki öbekte toplarlar. Bir öbek güncel politik ve toplumsal hayatın gerçeklerinden hareket eden Doğulu “Yankee” kişiliklerini öne çıkartırken, öteki öbek, dönemin demokratik ikliminden yararlanarak gözünü Güney’e çevirmiş ve “sokaktaki adam” tiplemesine ağırlık vermeye çalışmıştır.
Bir yandan “Yeni Dünya”nın yeni, kendine özgü insanına ilişkin değerlendirmeler sürüp giderken, anlaşılır nedenlerle, Kıta Avrupası’nın uzantısı olan bu kültürel coğrafyada kökenleri çok gerilere giden bir “yüksek kültür” geleneği de varlığını korumaktaydı. Hepsi Harvard Üniversitesi’nde profesör olan ve kendilerine “Boston Brahmanları” adı verilen bir grup aydın yazar, doğrudan Avrupa kültürel geleneğine eklemlenebilecek eserler vermekteydiler.
İşte Ralph Waldo Emerson, Massachusetts eyaletinin Concord kentinde toplanmış yazarlar öbeği içinde yer alıyordu. Emerson’ın arkadaşı Henry David Thoreau ise Batı ve Doğu klasiklerinden büyük ölçüde yararlanmakla birlikte Amerikan Transandantalizmini ona göre daha dünyevi temellere oturtmayı denemiştir. David Thoreau insanın kurtuluşunu doğaya dönmekte görür (Walden; 1850).
Boston çevresinde toplanmış bir başka romancı öbeği sosyal hayatın sorunlarını öne çıkartıp reformcu bir çizgi izlemeyi denemişlerdir. Kuşkusuz dönemin en acil sorunu kölelik sorunuydu (Harriet Beecher Stowe, Tom Amca’nın Kulübesi; 1852). Gene yüzyılın önemli romancılarından Nathaniel Hawthorne öykü ve romanlarında 17. yüzyılın koloni hayatını ele almakla birlikte psikolojik gözlemleri ve ahlaki sorunları öne çıkartan temalara önem vermişti. Amerikan Rönesansı’nın üçüncü önemli siması Herman Melville’dir. Kısa bir eğitim gören Melville’in asıl “okulu” balina avcılarının gemileriydi. Bir ara felsefeye ve edebiyat klasiklerine de merak salan ve arkadaşı Hawthorne’un alegorik tarzından etkilenen Melville’in en tanınmış romanı Moby Dick ya da Beyaz Balina’dır. Dördüncü isim, Walt Whitman, iyimser bir bakışla hem sıradan insanın yüceliğine hem de Jackson demokrasisine inanmaktaydı. Whitman, Emerson’ın transandantal düşüncelerinin etkisinde romantizmin gelecek ütopyasını birleştirmiştir. Whitman 1855’te yayımlanan Leaves of Grass’da (Çimen Yaprakları) tek’in ben’i ile demokratik, coşkulu yurtsever düşünceleri, kozmik bir boyuta (evrenselliğe) taşımaya çalışmıştır.
Böylelikle gerek düzyazıda gerekse de şiirde Amerikan Rönesansı’nın, ya da modern sanatsal ve edebi gelişmenin temelleri atılmış oluyordu. Şöyle de denebilir: Modern Amerikan edebiyatı sadece Amerika’ya özgü bir boyutta sınırlanıp kalmak istemiyor, aynı zamanda evrensel ölçekte geçerli değerler ortaya koymaya yöneliyordu.
Emerson ve Whitman felsefi bir ilkeyi benimsemiştirler ve tanrısal kaderi onaylayanların temsilcisi olarak, Melville ve Hawthorne’dan ayrılırlar. Melville ise kendisi ile arasında ortak yanlar bulduğu Hawthorne’u bağlayan yanların, sonra da her ikisini birden Emerson’ın dünyasından ayıran karakteristik özelliğin altını çizerken, Hawthorne’un ruhunun sadece yarısının sevecenliğin emdiği yaz sonu ışığıyla dolup taştığını, onun öteki, asıl baskın yanının ise içine nüfuz edilmez, aydınlık yanının on katı bir karanlık içinde kaldığını yazar (The Portable Melville. Yayımlayan J. Leyda. New York 1966. s. 406). Melville, sözünü ettiği bu karanlığın baskın gücünü (“power of blackness”) kısmen Püritanizmin Kalvinist boyutuyla açıklamaya çalışır. Bu açıklamayı benimseriz ya da benimsemeyiz, ama Hawthorne hayatın hep karanlık, gölgede kalmış yanlarıyla ilgilenmiş, insan doğasının derinlerindeki uçurumları anlamaya çalışmış, Tanrı’nın yazdığı kaderin kavranmazlığı ve yorumlanmazlığı karşısında kuşkularını gizlememiştir. Amerikan 19. yüzyılının ikinci yarısını belirleyen ilerleme inancının yerine insanın kusursuzluğundan şüphe edişini koyan Hawthorne, Emerson’ın tek’i, bireyi her şeyin ölçüsü olarak gören anlayışının karşısına, bireyin toplum ile bağlarının oluşturduğu ilişkileri geçirip bu bağları enikonu tartmaya çalışır; gerek Tanrı’nın yazdığı kaderi gerekse toplumun geleneksel yargılarını onaylamaya, bunlara ‘evet’ demeye yanaşmaz. Emerson’ın tek tek insanlar üzerine saldığı o aydınlatıcı ışık, Hawthorne’da, insanın karanlık yanını gittikçe daha derinden gösterir bize. Emerson, Kilisesi ile hesaplaşıp onu kendi transandantal anlayışı doğrultusunda etkilemeye çalışırken, Beyaz Balina’nın yazarı, Tanrı ile bir kavgaya girişir. Lanetlenmiş kaptan Ahab, denizlerin beyaz tanrısıyla bütünleşip tekleşmeden huzura kavuşamaz; ve insan, doğadan, hatta denizden geldiği gibi tekrar denize döner. Bu dönüş bir lanetlenme midir, yoksa doğa (deniz) içinde Tanrı’yı bulan anlayışın sakat kaptana son bir armağanı mıdır, buna karar vermek okura kalır o romanda.
Kızıl Harf’in yazarı Hawthorne, hayatının 42 yılını hemen hemen olaysız geçirdikten sonra, (olayın geçtiği) Salem’e gümrük memuru olarak atanır. 1804’te o zamanlar yeni yeni gelişmekte olan bu kıyı kentinde doğan Hawthorne’un babası kaptan Nathaniel, Hawthorne dört yaşındayken Surinam’da ölünce aile alabildiğine sınırlı imkânlarla ve zor koşullar altında yaşamak zorunda kalacaktır. Koloninin kuruluşunu izleyen ilk yıllarda Hawthorne ailesi, önemli birkaç isim çıkarmış, New England kolonisinin sakinleri olarak geleneklere bağlı ve Amerika’nın bu kurucu kolonisinde söz sahibi olmaktan dolayı gurur duyan bir aileydi. Bu özellikleri göz önüne alacak olursak, ailenin, babanın ölümünden sonra uzun yıllar sessiz, kendi kabuğuna çekilmiş bir hayat sürmesi pek kolay olmamış olmalıdır. Hawthorne’un romanlarının tematik yapısı ve geriye bıraktığı notları, kişisel geçmişinin ağır yükü ya da baskısı altındaki bir kişiliği çıkartmaktadır karşımıza. Aileye miras kalmış bir suçun ve ailenin atalarının sebep olduğu bir lanetlenmişliğin izlerini sürme çabası, kaybolmamış olması halinde aileyi zengin kılacak bir evrak motifi ile birleşir; ya da kendini en güçlü hissettiği anda başkaları üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışan bir insan vardır karşımızda. Bütün bunların kaynağı yer yer hakiki, yer yer de kulaktan dolma aile öyküsünden beslenen kişi ya da motiflerdir.
Hawthorne’un hayatına damgasını vuran bir başka olay da dokuz yaşında başına gelip onu uzun yıllar odasında yaşamaya mahkûm eden bir sakatlanmaydı. Bacaklarından birinin zayıflığından ötürü odasında, dışarıdaki dünyadan yalıtılmış bir hayat sürmek zorunda kalan Hawthorne, ileride insanın sosyal çevresinden yalıtılmışlığı tema’sını eni konu ele alacaktır. Ama elbette böyle yalıtılmış, kendi küçük dünyasına kapalı bir hayat, hemen her yerde olduğu gibi, orada da o dar çevredeki kimseler ile yoğun ilişkilere girme, manevi, kültürel birikimlere merak duyma ve kişinin kendi ruhunun derinliklerini eşeleyip durma alışkanlığına da yol açar.
Çocuğun ebediyen sakat kalacağı yolundaki tıbbi endişeler yersiz çıkar ve Hawthorne yirmi beş yaşına geldiğinde, sakatlığından en ufak bir iz kalmaz. 1825’te Bodwin College’den diploma alır. 1825 ile 1837 yılları arasında edebiyat çevreleri ile çok zayıf bir bağ kuran Hawthorne, dayısının evinin çatı katında; çocukluk yıllarının yalnızlığını yetişkin biri olarak yeniden yaşamak zorundaymış gibi, o yıllardaki yalıtılmışlığına bir bakıma geri döner. Bu on on iki yıl içinde neler yaşadığını, neler hissettiğini bilmemizi sağlayacak dişe dokunur bir belge bulunmamaktadır; sadece o yıllarda yazılmış metinlerden dolaylı çıkartılabilecek bilgiler vardır elimizde. Samuel Beckett’ın Proust üzerine yazdığı denemede söylediği, herhalde Hawthorne için de geçerlidir: “Sanat Yalnızlığın Tanrısallaşmasıdır.” (The Literature of Silence. New York, 1969, s.113).
Hawthorne 1829’da az çok otobiyografik (özyaşamsal) sayılabilecek Fanshawe’i yayınlar. 1837’de Twice-Told Tales (İki Kez Anlatılmış Masallar) Hawthorne’un kısa öykü alanındaki gücünü okurlara tanıtmaya yetecektir. Hawthorne bu yıllarda insanlardan uzak yaşamanın üzerindebıraktığı etkilerin çok iyi farkındadır ve kendi elleriyle kendini kapattığı zindandan çıkmanın zamanının geldiğini anlar. Longfellow’a yazdığı 4 Haziran 1837 tarihli mektupta şöyle der: “Herhalde bu bir büyü olmalı, çünkü beni hayatın ana akıntısından kopartmış olan ve geri dönüş yolumu bulmamı engelleyen şeyin mantıklı bir nedenini, niçinini bulamıyorum bir türlü. Birbirimizi son kez gördüğümüz günden sonra (…) insanlardan kaçıp geriye çekildim, oysa ne böyle bir şeye niyetim vardı, ne de böyle bir hayat sürmeyi bir kez olsun hayal etmiştim. Ben kendi kendimi tutsaklaştırıp zindana tıktım, şimdi de kendimi kurtarmamı sağlayacak anahtarı bulamıyorum.”
Hawthorne nihayet Sophie Peabody ile evlenir. 1842’de gerçekleşen bu evliliğin ardından özellikle Hawthorne’un hayatında önemli bir rol oynayacak olan büyük kızı Una dünyaya gelir. Eşi Sophie, kocasının notları ve mektuplarındaki, Hawthorne’un sadece bir düşünce insanı değil de, aynı zamanda doğal-cinsel yanı olan, bütün insansı zaafları çok iyi yakalamaya yönelik bir gözlem gücüne sahip, yergici, alaycı, sivri ifadede kalemi güçlü biri olduğuna işaret eden birçok yeri çıkartmış olmakla birlikte (bu metinler sonradan ancak kısmen yeniden kurgulanabilmişlerdir) Hawthorne hayata dört elle sarılmasını bu kadına borçluydu. The Snow Image (Kar İmajı) adlı öyküsündeki gelişmeye benzer bir biçimde ruhu donmuş, dış dünyaya kapalı bir insan olmaktan çıkıp gerçekliğe katılan biri olmuştur.
İkinci çocuğu Julian’ın doğumuyla birlikte Hawthorne ailesinin mali sorunları iyice artar; Hawthorne nüfuzlu arkadaşlarının yardımıyla Salem’de kendisine bulunan gümrük memurluğu işine girmek zorunda kalır. Ne var ki Hawthorne bu işe girmekle içindeki yazarı ve şairi muhtemelen artık susturacağı endişesini taşımaktadır. Gümrüğe girdiği yıl, yani 1846’da ikinci bir öykü kitabı yayımlar: Moses From an Old Manse. Politik ilişkileri bulunan dostlarının aracılığıyla gümrük işini bulmuş olan Hawthorne, politik iklimin değişmesi ve rüzgârın ters esmeye başlamasıyla işinden olunca, parasal yönden büyük sıkıntıya düşmekle kalmaz, kişiliğine yönelik çirkin ve kin dolu saldırılar onu derinden sarsıp yıkımın eşiğine getirir. Yetmiyormuş gibi annesi de ölmek üzeredir. Bütün bu ve benzeri olumsuz koşullar altında Hawthorne kalemine sarılıp onu dünyaya tanıtacak olan Kızıl Harf’i yazmaya başlar. Hastalıklar, acılar, sıkıntılar ve endişeyle sarmaş dolaş olmuş çaresizlikler Kızıl Harf’in doğumunu sağlayan bereketli toprağı beslerler. Hawthorne’un duyarlılığı, yaratıcılığı daha önce hiç olmadığı ölçüde artmıştır. Hiç âdeti olmadığı halde günde dokuz saat çalışmaya başlayan yazar, eşi Sophie’yi endişelere sürükler. Daha aradan birkaç ay bile geçmeden metin tamamlanmış haliyle bir basımcının elindedir. Kızıl Harf 1850’de yayımlandığında gerçi Hawthorne’u akşamdan sabaha bütün sıkıntılarından kurtarmaz, ama az çok iyileşen parasal durumunun yanı sıra, yeni ulusun en büyük romanını yazmış biridir o artık.
Kızıl Harf
Hawthorne romanının ahlaksal düzlemdeki sertliğinin ve kasvetli, ışıktan yoksun, uğursuz atmosferinin farkındaydı. Karanlık, acımasız, bağışlama yeteneğinden yoksun bir geçmişin ağırlığı altında boğulan bir metindi Kızıl Harf. Bu nedenle olacak, Hawthorne bu metni o boğucu, kasvetli havayı yumuşatacak, romanı dengeleyecek başka, daha küçük birkaç metinle birlikte yayımlamayı düşünmüştü. Ancak düşüncesini kısmen gerçekleştirebildi. Romanın önüne The Custom House (Gümrük) öyküsünün taslağı yerleştirildi. İkinci baskının önsözünde Hawthorne bu öyküyü geniş bir şekilde ele alacaktı.
Hawthorne’un, hayatı katı kurallara göre, ahlaki ilkelere bağlı olarak yaşama anlayışı olarak tanımlayacağımız Püritanizm ile tek tek insanın içinde Tanrı’nın ışığını bulan Amerikan Rönesansı; Transandantalizmi ve Romantizm arasında gidip gelen romanı, insanın “Olamaz bu” diyeceği bir dış gerçeklik ile kafasındaki gerçeklik arasında sıkışmıştır. Bu durum, romanın önüne aldığı Custom House öyküsü ile Scarlet Letter (Kızıl Harf) romanı arasındaki ilişkide açıkça yansır.
Hawthorne Kızıl Harf’te bütün ana temalarını ele alır. Günah ve suç ile bağışlanma arasındaki ilişki, geçmişin geleceğe etkisi ya da yansıması, tek’in, bireyin toplum ile, içinde yer aldığı sosyal cemaat ile ilişkisi belirleyici sorunlar olarak karşımıza çıkmakla kalmaz, aynı zamanda sanatçının elindeki malzeme ile, gerçeklik ile gerçeküstü; nesne ile onun simgesi arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirmesi gerektiği sorusuna da cevap arayan Hawthorne, bu karşılıklı yanları birbirinden türetip bunların birbirlerini nasıl etkilediklerini gösterir bize: Günahın bağışlanma, tövbe ile ilişkisi, tek’in toplum ile ilişkisi ve sanatçının elindeki malzeme ile ilişkisini şeffaflaştırır.
Hawthorne, tek ile insan topluluğu arasındaki dengenin sallantılı olduğunu düşünmektedir. Kızıl Harf’in kadın karakteri Hester ile kızının (Pearl) gerçek babası Dimmesdale’in işledikleri zina suçu üzerinde hemen hiç durmaz; ama öte yandan cinsel dürtülerine karşı koyamamış biri evli bu iki insanın karşısına “günahları” (suçları) iki düzlemde çıkar. Bunlardan biri, suçun fiziksel yapıya bürünmüş hali olan Hester’in kızı Pearl, ötekisi ise, doğrudan simgesel bir işaret olan “A” harfidir (Kızıl Harf). Günahkârların bu iki düzlemdeki “yollamayla” sürekli olarak hatalarını hatırlamak zorunda kalışları, günahın asıl bedeli ya da cezasıdır. Buradan çıkartılacak bir başka sonuç da, en büyük suçun bile gizli kapaklı kalamayacağı ve ona yakından uzaktan bulaşmış herkesi beraberinde sürükleyeceği anlayışıdır.
Dönemin transandantal (aşkıncı) anlayışı karşısına püriten hayat tarzının katı ilkeleriyle çıkmış olan Hawthorne “günah” kavramını gene de kendine özgü bir belirsizlik sisine büründürür. İşledikleri günahın romanın kahramanlarına yansıyışı ya da onların önüne koyduğu “fatura” farklı kademeler oluşturur. Hester’ın kayıp kocası en bağışlanmaz günahı işleyip bir şeytana dönüşür ve kendi ayakları dibindeki cehennem çukuruna yuvarlanır. Yazar Hawthorne’un romanında hiç tereddüt etmeden mahkûm ettiği kişidir Chillingworth. Din adamı Dimmesdale, zinanın ikinci aktörü olduğu halde, suskunluğunu bir türlü bozamaz. Ne var ki günah kavramı bu din adamının kişiliğinde birbiriyle çelişen farklı tonlara bürünüp durur. Hester ile kurdukları cinsel ilişkiyi saklaması bir yandan adamın sağlığını bozup, bütün huzurunu kaçırır ve hayatını cehenneme çevirir; bunlar, onun günahının cezasıdır; ama öteyandan din adamı Dimmesdale’in kendi insan ruhunun derinliklerine yönelik bakışları, bizi insan ruhu ve bedenin istekleri karşısında daha saygılı ve anlayışlı olmaya davet eder. Bu ikiye bölünmüş kimliğiyle din adamı Dimmesdale, dini görevini büyük bir başarıyla yerine getirir. Romanın kadın kahramanı Hester’da ise olumlu yaklaşım ile olumsuz yaklaşım bir tür denge oluşturur. Kadının üzerindeki kızıl harf, onu toplumdan, içinde yaşadığı (dar çerçeveli) cemaatten yalıtır. Kadın hayatının geri kalan kısmını mutlak bir yalıtılmışlık içinde geçirecektir kızıyla birlikte. (Tıpkı yazar Hawthorne’un sakat ayağı nedeniyle yıllarca dayısının çatı katında insanlardan yalıtılmak zorunda kalmış olması gibi bir durumdur bu.) Marius Bawley bu durumu yorumlarken, “exploration of moral isolation in America”dan söz eder (Amerika’da ahlaki yalıtılmışlığın keşfi/araştırılması) (The Eccentric Design. New York, 1963, s. 161).
Hester bir anlamda günahının cezasını çekmektedir, ama gerçekte tövbe etmiş, yaptığına pişman olmuş mudur? Cemaatten, çevresindeki toplumdan kendine yönelik bir bağışlanmanın önkoşulu olan özrü dilemekten, tövbeden ısrar ve inatla uzak durur. Bir yandan yasalarına boyun eğmekte en ufak bir direnmegöstermeyen Hester, bu toplumla alay mı etmektedir yoksa? Eylemlerinden hangisi, gururu, insanlık onuru kırılmış bir insanın tepkisini, hangileri asiliğin ve kibirin ifadesini temsil eder? Sonuna kadar zinayı, püritenlerin gözünde olduğu gibi en büyük günah olarak kabul etmeye kesinlikle yanaşmaz Hester. “Yaptığımız sadece kendine özgü bir kutsamadır,” der. Kadına göre en büyük suçu, kocasının kimliğini gizlemesi ve bu nedenle de âşığı din adamı Dimmesdale’in başına büyük dertler açmış olmasıdır. Hester’ın içinde yaşadığı püriten cemaati düşünecek olursak, bu topluluk hiçbir zaman zihinsel-manevi bir özgürlüğe, bağımsızlaşmaya doğru evrilememiş, Tanrı’yı, şeytanı ve büyücüleri, birbirleriyle mücadele içine sokarak dünyadaki varoluşlarını Tanrı ile birlikte kötüyü defetme güvencesine dayamış, hayatı da bu zeminde açıklayıp yorumlamaktan bıkıp usanmamıştır. Hester ise, bu topluluğa göre çok daha insancıl bir varoluşun yollarını döşemeye çalışır; kadının kimliğini onun istek ve arzularından ayrı yorumlamaya fırsat vermeyip kimliğinin, kişiliğinin bütünlüğünde direnir. Bu yönden bakıldığında Hester geleceğe yönelik arayışların, kadının özgürleşme hareketinin ilk adımlarını atmış olmaktadır: İnsanın kaderini enikonu tayin etme konusunda ödünsüz bir püriten (elbette eril) bir cemaat içinde.
Kendi kaderine sahip çıkan ve toplum ile ilişkisini kendi gerçeğinden çıkarak, içten dışa kurmaya çalışan Hester, toplumun onu aşağılama gayretlerine de sabırla karşı koyar. Bu bağlamda D. H. Lawrence, Hawthorne’un günah anlayışıyla ilgili olarak, onun günahtan, Tanrı’nın ya da toplumun yasalarına karşı çıkmayı değil de “kişinin kendi bütünlüğüne aykırı davranması”nı anladığını ileri sürerken haklı olmalıdır (D. H. Lawrence, Studies in Classic American Literature. s. 111).
Yukarıda da söylediğimiz gibi, Hawthorne geçmiş ile içinde yaşanılan anın ilişkisini kurarken, bir kez işlenmiş bir günahın, yapılmış bir hatanın ya da eski bir suçun kişinin bütün yarınını belirlediğini düşünüyor olmalıdır. Geçmiş, sadece bir tarih, kendi içinde konserve olmuş ilginç, önemli olay parçalarının kapalı bir kutusu değildir; geçmişin kolları içinde yaşanılan güne ve geleceğe uzanıp durur. Geçmişin, yaşanılan gün içindeki etkisi küçümsenir, geçmişte yapılan unutturulmaya çalışılırsa, içinde yaşanılan hayat ilgili taraflar için bir anda kaotik bir hal alabilir. Burada Sartre’ın varoluşçu düşüncesini de önceleyen bir adım bulabiliriz. Geçmiş, bir kez yaşandıktan sonra, artık “seçimimiz” (kimliğimiz) içine alıp onunla bütünleştirmemiz gereken bir “ağırlık” gibi durur karşımızda. Onunla hesaplaşmadan yol almak imkânsızdır.
Metnin Yapısı
Hawthorne’a göre gerçekliği aramak hayatı düzenleyen bir ilkeyi aramak anlamına gelir. Bu düzenleyici ilke bize sadece içinde yaşanılan şimdi’nin geçmişin etkisi altında olmasını değil, gerçekliğin de metafiziksel bir üst boyut ile iç içe geçmesini açıklayabilmelidir. Hayatın, bu geçmiş ve metafiziksel boyutların etkisi altında oluşturduğu gerçekliği “anlatma” çabası, Hawthorne’un öykülerine, anlatım örgüsünün kendine özgü bir kopukluk oluşturması biçiminde yansır. Kızıl Harf’te de, öteki öykülerinde olduğu gibi, bölümlerin birbirlerini bir iç tutarlılıkla izlediğini söylemek zordur. Sanki her bölüm, başka bir “düzenleme ilkesine” göre metne yerleşmiş gibidir. Belli bir eksen etrafında gelişen düzenleme yerine, farklı bir yapı düzenlemesiyle karşılaşırız burada. Edebiyat eleştirmenleri 24 bölümlük metnin 12. bölümünü merkez ve anlatının doruğu olarak kabul etmektedirler. Bu bölümü orta olarak kabul edince de bütünü dört ana bölümde öbekleme eğilimi benimsenmiştir. Olayların gerçekleşmesi de zaman ve mekân düzleminde bu bölünmeyi desteklemekle kalmaz, olayların baş kişileri de bir bölümden ötekine birbirlerinin yerini alıp dururlar. Örneğin, romanın başında püriten topluluk insanların davranış ve tutumlarını belirlerken, ardından gelen bölümde Hester’ın kocası Chillingworth ortaya çıkıp bütün bir bölüm boyunca belirleyici rol oynar. Daha sonra Hester ön plandadır. Son (dördüncü diyeceğimiz) bölümde ise bu kez Dimmesdale öne çıkıp Hester’ı geri düzleme iter. Hemen anlaşılacağı gibi, hangi kişinin romanın baş kişisi konumunda olduğunu söylemek de bu bağlamda iyice güçleşmektedir. Diyelim ki püriten cemaatin geri düzleme düştüğü ve Hester’ın kocası Chillingworth’ün öne çıktığı (bizim düzenlememize göre ikinci) bölümde, öteki kişilerin önem ve anlamı ondan daha aşağı kalmaz. Ağırlık her üç kişiye de eşit ölçüde dağıtılır (Bu özellik romanın sinema versiyonunda da rahatsız edici bir şekilde kendini belli eder. Genellikle “romance” tipi filmlerde hemen hep bir baş kişiyi öne çıkartmak durumunda olan sinema –ve seyirci– filmin sonuna kadar bu üç kişi arasında öne çıkacak birini boşuna arar durur). Hawthorne tek bir kişiyi sivriltmek yerine bu üçünün birbirleriyle ilişkisini romanın “kahramanı” gibi öne çıkarmasını bilmiştir. Bu durumda, bu üç kişiden herhangi birinin ağırlık kazanıp ötekileri altta bırakması zaten “ilişkiyi” öne çıkarma amacını mantıken zedeleyecektir. Buradan çıkartılabilecek bir başka sonuç, bu üç kişinin öykü içinderitüelleşmiş, pergelle çizilmiş gibi kusursuz, belirli hareket ve davranışları temsil etmeleri, bir başka deyişle, alabildiğine yapay, soyut birer figür düzlemine kaymalarıdır. Her ne kadar bireysel özellikler gösterseler de, Hester, Chillingworth ve Dimmesdale için söylenecek en doğru söz bunların birer “simge” olduklarıdır.
Hawthorne anlatım tekniğinde çeşitli araçlara başvurarak, karakterlerini çeşitli yönlerden sunarak, (Hester’ın bir başka yönü: On üçüncü bölüm) neredeyse onlar hakkında kesin, değişmez bir yargıya varmamızı imkânsız kılar. Onlara bir o yönden, bir bu yönden bakarken, onları yorumlamak şöyle dursun, sürekli kararsızlık içine düşer, nihai çıkarsamalara bir türlü ulaşamayız. Örneğin Hester’ın ne anlamda, hangi bakımdan suçlu (günahkâr) olduğunu, bu anlamda nasıl bir karakter ile karşı karşıya bulunduğumuzu söylememiz çok zordur. Hawthorne okura sanki birden fazla yorum imkânı sunmayı amaç edinmiş gibidir. Edebiyat eleştirmenlerinin bu çok yönlü yorum imkânını “multiple choice” (çok’tan seçmeli) diye tanımlamaları yerinde olsa gerektir (Charles Child Walcutt: The Scarlet Letter and its Modern Critic’s; 19. Yüzyıl Kurmacası İçinde, 1953, s. 251-264). Aynı belirsizlik, Dimmesdale’in göğsünde gerçekten de bir harf olup olmadığı, Anne Hutchinson’un ayak izlerinden bir gül demetinin fışkırıp fışkırmadığı gibi sorular için de geçerlidir.
Peki, “Gerçekten böyle mi oldu?” “Gerçekten bu harf var mı?” “Bu kişiler gerçek birer karakter olmaktan çok birer simgeyse biz neyle karşı karşıyayız?” diye soran okur kendini bir belirsizlikle karşı karşıya bulmayacak mıdır? J. Swift’e özgü bir ironiye kapı aralayan bu romanın yarattığı bu belirsizlik durumları Hawthorne’un amacı mıdır? Belirsizliklerin kesin bir şekilde giderilmesinin, romanın ortaya attığı sorunlara cevap verme kaygısının yazarın amacı olmadığı kesin. Bir yazar cevapları havada kalan bu kadar çok soruyu ortaya farkında olmadan atmayacaktır çünkü. Örneğin olayların başında olup biten bütün her şeyi açıklamanın anahtarı gibi görünen püriten cemaatin o kısıtlayıcı, daraltıcı varlığı hakkında bir karara varmak, ancak okurun okuma serüveni içinde kendi görüş ve düşüncelerini yoruma katmasıyla mümkün olmaktadır. Hester’ın çeşitli gözlemcileri de “A” harfine kendilerince bir anlam verip dururlar. Romanın o zengin simgeler dünyası gibi olaylar da, her ne kadar aşikâr, elle tutulur, somut gibi görünseler de, sanki onları anlamak ve yorumlamak için esrarengiz, kavranmaz olanın (aşkın olanın) bunların içindeki payını da yakalamamız gerekmektedir. En somut gibi görünenin bile gerisinde yakalanmaz, gizemli bir boyut vardır sanki.
Hawthorne bu kendine özgü “ele avuca sığmayan” anlatı yapısı sayesinde gerçeklik ile imajiner olanı, gerçek ile gerçeküstünü ya da bilinmeyeni, bu birbiriyle bağdaşmaz yanların öğelerini bir araya getirmeyi başarmıştır. Gerçekliğin bir yandan da gerçeküstü olması, tersine gerçeküstünün içinde gerçeklik payının bulunması, Hawthorne’u asıl çeken yandı herhalde. Bu iki farklı düzlemin iç içeliği, Hawthorne’un öteki öykülerinde de kişilerinin aniden fark ettikleri bir şeydir. Örneğin The May-Pole of Merry Mount’ta, mayıs kraliçesi seçilen kız, tezahüratın doruk noktasında bütün her şeyin gerçek olmayabileceği endişesine kapılır. İnsan varoluşunun, iç içe geçmiş bu iki zemin üzerinde, gerçek ile imajiner olanın üzerinde hareket ettiğinin fark edilmesi, kişinin kendi üzerinde düşünerek bu imajiner olanın içindeki öğeleri keşfetmesi, gerçek dünyadaki kasvetin ve karanlığın dağılması sonucunu getirir (The Devil in Manuscript). Kızıl Harf’te, din adamı Dimmesdale’in hayalleri (gördüğü vizyonlar) de aslında onun görüp görebileceği en hakiki şeyler gibidir. Ruhundan türeyen bu ürkütücü “gerçekler”, Dimmesdale’in varoluşunu yeniden seçişine ve düzenleyişine yansıyacaktır. Gerçi onun yaşayacağı bu dönüşüm bütün acıların, bütün belirsizliklerin ortadan kalkması anlamına gelmeyecektir; bu keşifi, çok geniş anlamda onun keşfettiği hayali, gerçekdışı yan, onu gerçek bir ölüme sürükleyecektir. Hawthorne American Notebooks, s. 197’de bu konuda geniş ipuçları verir: “Yeryüzündeki (şimdiki) hayatımız, ebedi olanın bir imgesi (sureti) olma konusunda yeterince töz ve somutluk sunmamaktadır –gelecek çok çabuk şimdi’ye dönüşür ve daha elimizi uzatıp onu tutamadan, geçmişe dönüşerek (oradan) bize bakar. Bu (yeryüzündeki hayatımız) sanırım ancak imajın imajı olabilir. Bundan sonraki varolma-durumumuz, umuyoruz ki, daha özsel (reel) olacaktır; yani hakikate (şimdikinden) bir basamak daha yakın olacaktır. Ama şimdilik zamanın yaptığı gölgenin içinde oturuyoruz; sonsuzluğun eseri olan gölgenin.”
Dil/Suskunluk-İletişim
Hawthorne’un, insanların ve olayların içine bakma gayreti, onun Henry James’in öncüsü, Amerikan psikolojik romanının da kurucusu olarak anılmasına yol açmıştır. Yazarın sözünü ettiğimiz o gençlik yıllarının getirdiği alışkanlık sonucu “içine bakma” yeteneği, onun, yetkili olmayanın “insan yüreğinin kutsallığına” girmesinin ahlaki ve uygun olmayacağı anlayışıyla çelişir. Buradan türeyen ikilem yazar Hawthorne’un sadece tematik seçimini etkilemekle kalmaz, özellikle Kızıl Harf’te aşikâr bir şekilde görüleceği gibi, onun yazar, anlatıcı tavrını ve dili kullanışını da belirler. Genellikle Kızıl Harf’in ahlaki sorunsalı ya da Hawthorne’un romanın temel ikilemini çözme yolu olarak kullandığı yöntem, konuşma ile suskunluğu karşılıklı bir kutup ilişkisi içine sokar.
Susma tutumu gerek roman kişileri gerekse de yazar (anlatıcı) için önemli anlam taşıyıcıdır. Kızıl Harf’te suç hemen hep suskunlukla (gizleme tutumuyla) iç içe çıkar karşımıza. Chillingworth, Hester’dan, kendisinden yaşça çok büyük biriyle evlenmenin sakıncalarını gizlerken, Hester kocasının kimliğini Dimmesdale’den saklar. Dimmesdale suçunu kabul etmeyerek ve suskunluğunu bozmayarak gizleyenler öbeğine katılır. Ne var ki dilin iletişim ve özellikle de aidiyet kurmadaki öneminin ve değerinin her üç roman kişisi de farkındadır. Dimmesdale ilişkisini resmen açıklayarak (itiraf edip suskunluğunu bozarak) gerçek huzura kavuşur. Dili kullanma, konuşma konusundaki isteksizlik, giderek dili kullanamama özrü gibi bir duruma bile neden olup kişinin cemaat içinde tamamen yalıtılmasına yol açabilir. Suskun Hester kendisi ile püriten cemaat arasındaki uçurumu derinleştirir. Hester ile Chillingworth’ün gerek hapishanedeki, gerekse de ormandaki karşılaşmalarında, yedi yıl aradan sonra Hester ile Dimmesdale’in buluşmalarında olduğu gibi, en azından ilk anlarda birbirine yabancı iki insanın karşılaşması gibi uzun suskunluk bölümleri ile karşılaşırız.
Bu suskunluk tutumu, romana özgü temel eğilime belirgin bir yollama yapmaktadır. Suskunluk (sessiz kalma tutumu), insan ruhunun derinliklerinden kopagelen ve ifadesini (dilini) arayan tehditkâr bir şeyi denetleme, onun önünü kesme işlevi taşımaktadır. Yazar ile birlikte romanın kişileri de, adeta, en kötü yanlarını başkasına anlatmaktan, “dile getirmekten” korkmaktadırlar. Ruhtan, içten geleni bastırma ve denetleme eğilimi, kimi edebiyat eleştirmenlerinin Hawthorne’da bulduklarını düşündükleri Natüralist (Doğalcı) anlatım özelliklerine belirgin bir biçimde ters düşmektedir (Natüralizm yüzeyde olanın anlatımıdır, ayrıca dışa yansımış her şey dile geçebilir; natüralizmde kişilerin iç dünyaları hiçbir gizlilik oluşturmaz, suskunluk ise ancak bir ruhsal, psikolojik aksaklığın belirtisidir). Hawthorne ise kişilerini adeta konuşmaya zorlar. Hem cemaat hem de özellikle Chillingworth sözde Hester’ı ve Dimmesdale’i itirafa (konuşmaya) zorlayıp dururlar. Aynı şey Hester’ın sürekli olarak provoke ettiği kızı Pearl ile ilişkisi için de söz konusudur.
Suskunluk ile konuşma, dile getirme arasındaki bu kutup ilişkisi metne ince bir ironi boyutu kazandırır. Dimmesdale toplanmış cemaatin önünde, olup biten ile hiç alakası yokmuş gibi Hester’ı pişmanlık duymaya ve suçunu kabul etmeye davet eder; Hester’ın suskunluğu ise, Dimmesdale’i sahtekârlığa teşvik eder; o sustukça Dimmesdale kadını (konuşmayacağını bile bile) itirafa çağırmaktadır. Öte yandan Dimmesdale ile Chillingworth arasındaki uzun ama esas olanı teğet geçen konuşmalar da ironinin sınırında dolanmaktadırlar. Asıl söylenmesi, konuşulması gereken şey, her iki erkek tarafından da geçiştirilir. Yazar, Dimmesdale’in itirafına kadar cemaatin saygın üyelerinin bilmediği gerçek olayın açıklanmasını, ne dediği kolay kolay anlaşılmayan, kaçık kadın Hibbins’e bırakır. Dimmesdale vaazlarında suskunluğunu bozmaya çalıştığında, doğru, yalana dönüşür.
Roman kişilerinin dil ile kurdukları, yalan, suskunluk, bastırma arasında gidip gelen ve ironinin alanına kayıp duran bu ilişki, yüzyılın sonunda psikanalizle birlikte önem kazanan “bilinçdışı” (bilinçötesi) kavramına yabancı olması gereken yazarın, gene de bu alanın farkında olduğunu göstermektedir. Onun kişileri belki Freud’un tarif ettiği gibi, bastırılmış cinsel dürtülerin dile (bilince) yükselmeme inadını temsil etmezler, ama Hawthrone’da bu dipteki şey, dinsel bir zeminde karşımıza çıkar. Bastırılmış, kaydırılmış cinsel dürtünün (haz) yerini “kötü” alır burada, daha doğrusu onun kişileri, dinsel anlamda kötünün (günahın) denetimi altındadırlar. Bu yer değiştirme, Hawthorne’un yarım yüzyıl sonrasının, bilinçdışının varlığını keşfetmiş olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu nedenle de, o suskunluk, sessizlik, konuşamama halinin karşı kutbunda, dilin çözülmesi, mantıklı bir iletişim kurulması, yalanın bir çırpıda ortadan kalkması gibi bir durumla karşılaşmayız. Onun kişileri bağırma, feryat etme ihtiyacıyla kıvranırlar, içlerinden, yüksek sesle Tanrı’ya hakaret etmek gelir, deliler gibi gülerler; histeri krizlerini andırır tepkiler gösterirler. Hester, kızı Pearl ve özellikle Dimmesdale içlerindeki gerginlikten kurtulmak için bağırma ihtiyacı duyarlar hep; Hester ile Dimmesdale kötünün kendi üzerlerindeki gücünü hissettikçe, Tanrı’ya karşı günah işlemeye eğilim gösterirler. Hawthorne insanın doğasındaki onu
—
* Romanın ardından okunması önerilir. (V.A.)