Not: sayfa aralarındaki parantez içindeki siyah puntolu ifadeler büyüğümüzün yorumlarıdır.
Klasik modernizmde Kuran’a yaklaşımlar, Doç Dr İsmail Albayrak, Ensar Yayınları, 1.baskısı Mayıs 2004’te yapılmış, toplam 266 sayfa, Kitap 5 bölümden müteşekkil, müellif Avustralya’da çalışma hayatına devam etmektedir.
KLASİK MODERNİZMDE KURAN’A YAKLAŞIMLAR
I.Bölüm: Modernizm ve Klasik Modernizmde Kuran Okumaları:
Yazar bu bölümde, modernizmin kısa bir tanımını yaptıktan sonra tarihi serüveninden bahsetmektedir. Bunun yanında, yazar, Batı dünyasında Rönesans, Aydınlanma çağı ve İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yaklaşımlara da dikkat çekerek bu yaklaşımların İslam dünyasında nasıl yankı bulduğuna cevaplar ortaya koymaktadır.
a) Modernizm:
Modernizmin tanımıyla mevzua giriş yapan yazar, onu şu şekilde tanımlamaktadır: Modernizm, Batı uygarlığının aydınlanma çağıyla gelen zihinsel dönüşümünün ortaya çıkardığı ideoloji ve yaşam biçimidir. Yazara göre, modernizmin hümanizm, sekülarizm ve demokrasi olmak üzere üç temel saç ayağı vardır. Modernizm, insanı hakikatin tek ölçüsü kabul etmiş, dünya görüşü içinde vahiy fonksiyonunu görmezlikten gelmiş, insan aklının Tanrı’dan ve kutsal kitaplardan bağımsızlığına inanmış ve beşerin kurtuluşunu dinde değil, bilimde görmüş bir dünya görüşüdür. Modernizmi başka türlü tanımlamak gerekirse, ona, kendini sürekli eski karşıtlığına kilitlemiş bir düşünce sistemi şeklinde ifade edebiliriz.
Modernizmin Batı dünyasında moda olduğu yıllarda, Batı aydınlarından Baron d’Holbach gibileri “dinin tamamen içtimai hayattan çıkması gerektiğine” inanmış, Voltaire gibileri de “dinin sosyal düzeni sağlamaktaki faydalarından istifade edilebileceğini, dolayısıyla dine göz yumulması gerektiğine” inanmışlardır. Bu vb düşüncelerden, Batı aydının aydınlanma çağında dine bakış açılarını rahatlıkla görebiliriz. Modernizm yüzünden insanoğlu alacağı şeyleri test ederek kabullenmiş bu da pozitivizmin metafizik karşısında hâkim duruma gelmesine sebep olmuştur.
Aydınlanmayla birlikte Batı, bir taraftan sanayi devrimini gerçekleştirerek bu yolla ekonomik refaha ulaşmış, bir diğer taraftan da siyasi alanda demokrasisini güçlendirmiştir. Modernizm ile birlikte Batı’da, iktidarın kaynağının Tanrı’dan değil, bilakis halktan geldiği fikri modern devletlerin tek idare şekli haline gelmiştir. Modernizmi kabullenen Batı dünyası emperyalizm ve koloni faaliyetleri ile bütün dünya üzerinde hâkimiyet kurmuş ve bu durum onlarda ‘Batı’nın dünyanın merkezinde olduğu fikrini’ kuvvetlendirmiştir. Öyle ki, A. Comte gibi bazı Batılı düşünürler, her toplumun teolojik, metafizik ve pozitif dönemlerden geçmesi gerektiği fikrini diğer toplumlara kabullendirmeye çalışmışlardır.
Bilim ve teknolojinin imkânlarından da maksimum seviyede istifade eden Batı toplumunda, enaniyet zirveye çıkmış ve insanlar kendilerini adeta Tanrı gibi görmeye başlamışlardır. Merkezileşmiş devlet gücünü ve bürokrasi kuvvetini de arkasına alan Batı devletleri, diğer devletleri sömürerek tabiata müdahale etme hakkının kendisininmiş gibi hareket etmiştir. Birçok insan modernizmi eleştirerek, onun beşeriyetin bütün ihtiyaçlarını karşılayamamanın yanında dünyayı insan merkezli bir meta haline getirdiğini belirtmişlerdir. Modernizm kanalıyla dünyaya bakan Batı dünyası, kendi içinde birtakım çıkmazlara girmiştir. Fiziki ilimlerde elde edilen başarının sosyal ilimlerde de aynı yöntemlerle elde edilmeye çalışılması sonucunda toplum mühendisliğine gidilmiş, öteki denilenler Batı ölçüleriyle değerlendirilmiş ve neticede bunlar kötü neticelerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Ayrıca Batı dünyasının sebep olduğu iki dünya savaşı ile 1929’da serbest piyasa uygulaması sebebiyle bütün dünyada ekonomik buhranlar oluşmuştur. Bu sebeple aklı eren insanlar modernizmi tenkit etmişlerdir.
b) Modernizmin İslam Dünyasındaki Yansımaları:
Yazar bu bölümde, aydınlanmanın temeli olan eğitim, basın ve ekonomi yoluyla bütün İslam coğrafyasının nasıl kendi mana köklerinden uzaklaştırıldığından bahsetmektedir. Aydınlanma çağıyla birlikte dünyada hâkim unsur haline gelen modern Batı, bir yandan ekonomik gücüyle diğer dünya ülkelerine kendi kültürünü idhal ederken, diğer yandan da, açmış olduğu okullarla o ülkelerin entelektüellerini yetiştirmiştir. Bu bölgelerin başında şüphesiz İslam dünyası geliyordu. İslam dünyası derken özel mananda Osmanlı Devleti, genel manada bütün Müslüman coğrafya geliyordu.
İngilizlerin Hint yarımadasında kurdukları Doğu Hindistan şirketi bu ülkenin yer altı ve yerüstü kaynaklarını istimar ederek çok zenginleşmiş, aynı zamanda bu kaynaklarla Hindistan’daki misyoner faaliyetlerini deruhte etmiştir. İngilizcenin Hindistan’da devlet dairelerinde resmi dil olarak kabulünü sağlayan bu lobi faaliyetleri, aynı zamanda kendi düşüncelerine tercüman olabilecek entelektüelleri yetiştirmiştir. Bütün bu olanlardan sonra, Hindistan’da Müslümanlar zayıflamış ve ülkelerinin yeni yapılanmasında aktif vazifeler ifa edememişlerdir.
Müellif devam ederek şöyle demektedir: Diğer Müslüman coğrafyada da durum farklı değildir. Batılılar özellikle Orta Doğu’da Hıristiyan Arapları kullanmıştır. Lübnan’da Marunî kolejleri açılmıştır. Ayrıca çok sayıda Arap Hıristiyan Paris ve Roma’da misyoner okullarında yetiştirilmiştir. Genel olarak baktığımız zaman Müslüman ülkelerde toplumun yönlendirilmesinde büyük bir rolü olan basın sektörünün kahiri ekseriyetle gayri Müslim azınlıklar tarafından tutulduğu görülmüştür. Mesela İran’da Rusya’dan gelen ihtilalci gazetecilerin halkı ciddi anlamda yönlendirdikleri görülmüştür. Devleti Aliye’ye baktığımız zaman durum çok da farklı değildir. Osmanlı Devletindeki ikinci önemli gazete olan Ceride-i Havadis’in de çıkartılmasında William Churchill’in büyük desteği olmuş, yine Tercüman-ı Ahval’i de Batı ülkelerinde yetişmiş veya Devleti Aliye’ye karşı yetiştirilmiş bazı Osmanlı entelektüeli çıkartmıştır. 19.yüzyılda ortaya çıkan Baas partisinin kurucusu Michael Eflak de Arap milliyetçiliğini savunmuştur. İran’da da yine bazı Batı ülkelerinde yetişen entelektüeller devletlerinin tekrar Kisra temeline dönme arzusu peşinde koşmuşlardır.
Yazar daha sonra, mağlup milletlerin galip devletlerden etkilenmesinden bahsederek konuya devam etmektedir. Yazara göre, III. Selim İsveç, Fransız, İngiliz ve Macar mühendisleri savunma ve askeri sanayide istihdam etmiş, Kavalalı Mehmed Ali Paşa da Mısır’da İtalyan mühendislerine devlet işlerini vermiştir. Tunus’ta da durum çok farklı değildir. İslam ülkelerinin Batı’nın müstemlekeci ülkelerinden etkilendiği fikrini devam ettiren müellif, Müslüman ülkelerdeki modernleşme hareketlerinin bir tür dini hareketler olarak ortaya çıktığını ve öyle de devam ettiğini ifade etmektedir. İslam dünyasında modernleşme veya ıslahatçı hareketler dini yorumlamanın bir parçası olmuştur. Osmanlı’da bazı ulema modernleşme faaliyetlerine destek vermiştir. Ulema aynı zamanda, yenileşme yanında yer almadığında “uzağı göremiyorlar” şeklinde eleştirilmiş, yenileşme hareketlerine destek vermediklerinde de “yenileşme karşıtı” şeklinde tenkit edilmişlerdir. Batı’da yetişen entelektüeller(Elitler), kendi vatanlarına döndüklerinde içtimai hayatta daha fazla yer almaya başlamış ve ıslahat hareketlerinin temelde iki şekilde ele alınmasını istemişlerdir. Bunlardan birinci görüşü savunanlar ıslahatın temel dini disiplinlerin ele alınarak İslam’ın içerisinden modernizasyonunu hedeflerken, ikinci görüşü savunanlar ise tıpkı Avrupa’da olduğu gibi laik ve milliyetçi duyguların ön planda olduğu bir modernizasyonu savunmuşlardır. Entelektüelimizin kayıp seneleri diyebileceğimiz bu yıllarda, neticede, birçok İslam’a ait anahtar terimler semantik bir değişime uğramıştır. Mesela 1826-36 yılları arasında Paris’te yaşayan Mısırlı âlim Rifaa Tahtavi’nin fıkıh usulünü Batı’daki medeniyet kanunlarının dayandığı akılcı kurallarla izah etmesi ve İslam’daki din sevgisini Batılıların devlet sevgilerine müsavi ele alışı mevzuu anlama sadedinde münevverimizin içine düştüğü durumu göstermektedir. Temel konularda bile Batı’ya mümâşat eden münevverimiz, bununla da kalmamış ve meseleyi daha da öteye götürerek İslam dünyasında hâkim olan İslam dinini tartışmaya başlamıştır. Bu tartışmalar da beraberinde İslam’a atfedilen kurum ve kuralların sarsılmasına ve değişikliğe maruz kalmasına sebep olmuştur. Batı’da yetişen veya Batı’dan etkilenen mütefekkirimizin Kuran okumalarında ve Kuran’ı anlamalarında geçmiş müktesebatlarının tesirleri vardır. Yazar bunları modern Kuran okumaları başlığı altında şu şekilde sıralamaktadır:
1) Modern Kuran okumaları Kuran merkezlidir. Bu görüşün temsilcileri muhtelif İslami ilimlerle meşgul olan ilim dünyamızın kendi iştigallerinden Kuranla iştigale fırsat bulamadıklarını savunmaktadırlar. Onlara göre, Kuran, harici bir kaynağa ihtiyaç duyulmadan rahatlıkla anlaşılabilecek ilahi bir eserdir.
2) Bu düşüncenin temsilcileri arasında hadise karşı şüpheci bir bakış açısı vardır. Onlar bazı hadislerin isnad sisteminde yetersizlik olduğunu bazılarının da telifi güç rivayetleri ihtiva ettiğini ifade etmişlerdir.
3) Modern Kuran okuma görüşünü savunanlar mezhepleri ve icmayı kabul etmezler. Eserlerinde bidat ve taklit karşıtlığı hâkimdir.
4) Ulumü’l-Kuran ve Usul-ü Tefsir gibi ilimlerin Kuran’ı anlamada yetersiz kaldığı görüşü üzerinde dururlar.
5) Kuran’da neshin mevcudiyetini kabul etmezler.
6) Hadislere bakış açılarında ihtiyat olduğundan, Kuran’ı anlamak için sebeb-i nüzul ihtiva eden rivayetlere çok önem verirler.
7) Klasik tefsir usulünde önemli yer tutan fakat kâfi derecede üzerinde durulmayan münasebet konusuna çok önem verirler. Sayfa: 34. Bu konuda modern Kuran okunuşunu savunanlar, klasik tefsircilerin parçacılık anlayışına karşı, süre ve ayet gruplarına bir grup olarak bakmışlar ve Kuran’daki bazı nükteleri görebilmişlerdir.
8) Modern okuyucular İsrailiyata karşı tepkilidirler. Bunda da, bazı modern Kuran okuyucularının İbranice ve Süryanice gibi dilleri bilmesi önemli bir faktördür.
9) Kuran’ın lâfzî icazına önem vermeden ziyade, sunduğu hidayet mesajına önem verirler.
10) Kuran’ı tefsir ederken modern bilimin sunduğu imkânlara ve akla dayandırma söz konusudur. Bu görüşü savunanlardan bazıları “Kuranın fizik ve matematikle ilgili sayısız pasajlar ihtiva ettiğini hatta Kuran’da eski felsefi düşüncelerin tatmin edici bir şekilde tartışıldığı” gibi kompleks ifade eden düşüncelere bile sahip olabilmişlerdir. Onlara göre, eğer bilimsel sonuçlarla Kuran çatışırsa, bu, ya bilimin sunduğu neticeleri yanlış anlamadan ya da bilimle tamamen ispatlanamamış düşüncelerden kaynaklanmaktadır. Netice itibariyle, Kuran’ı anlamada bilim düşünceleriyle kendilerini fazlasıyla zorlamışlardır.
II. Bölüm: Seyyid Ahmed Han’ın Kuran ve Tefsirle İlgili Genel Yaklaşımları:
Müellif, Seyyid Ahmed Han’ın tefsire müteallik fikirlerine geçmeden önce, Hindistan’a İslam’ın girişi hakkında bazı bilgiler vermektedir. Hindistan İslam tarihinde ister jeopolitik cihetiyle olsun, ister kadim bir medeniyete sahip olması yönüyle olsun önemli bir yer tutmaktadır. Hindistan ile ilgilenmeler Hz Osman ve Hz Ali döneminde başladığı fakat ilk seferin Velid zamanında yapıldığı bilinmektedir. Daha sonraki yıllarda, bölgede bir Türk devleti olan Gazneliler hâkim olmuştur. Gazneliler’den sonra Ekber Şah bu yarımadaya hâkim olmuş ve eklektik bir din anlayışını Hindistan’a getirmeye çalışmıştır. Ekber Şah’tan sonra yerine oğlu Cihangir Şah geçmiştir. Bu yıllardan sonra, bu ülkedeki Müslüman egemenliği her geçen gün biraz daha zayıflamaya başlamıştır. 31 Ekim 1601’de, bölgeye Doğu Hindistan Şirketi ile giren İngilizler uzun zaman bölgenin kaderinde rol oynamışlardır. Koloni faaliyetleriyle maddi yönden son derece güçlenen İngilizler, aynı zamanda fakir bölgelerden kendi seçtikleri istidatlı çocukları da okutarak gelecekteki gönüllü kültür ateşelerini yetiştirmişlerdir. İngilizlerin açtıkları okullara bölge Müslümanları çok fazla itibar etmemiştir. 1835-70 yılları arasında yapılan bir istatistiğe göre Müslümanların Hindulara oranı 1/70 idi. Yani devlet müesseselerindeki Hindu hâkimiyeti bu kadar aşikârdı.
a) Seyyid Ahmed Han’ın Hayatı:
19.asırda Hindistan’da yetişen ve modernizmin önemli temsilcilerinden olanlardan birisi de Seyyid Ahmed Handır. Kendisi hakkında müspet ve menfi olarak birçok şey söylenmiştir. O, kimilerine göre bir müceddid, müçtehid, Hint kıtasının maküs tarihini değiştirebilecek bir lider, kimilerine göre ise, Sünni İslam’ın düşmanı, Vehhabi, Neo-Mutezile, Materyalist, Deccal ve hatta bir ateisttir. Ahmed Han, 17 Ekim 1817’de Delhi’de doğmuştur. Babası Seyyid Muhammed Handır. Neseben Hz Hüseyin yoluyla Efendimize dayanması sebebiyle kendisine seyyid denilmiştir. Klasik dersleri annesinden almış olan Seyyid Ahmed Han, daha sonra da dayısından aldığı geometri ve edebiyat dersleriyle tedrisatına devam etmiştir. Mesleki hayatına amcasının yanında stajyer hâkimlikle başlayan Ahmed Han, daha sonra Bicnor’a yüksek hâkim olarak atanır ve ömrünün sonuna kadar bu vazifeyi ifa eder.
Müellif Ahmed Han’ın ömrünü dört ana bölüme ayırmaktadır. Telif hayatının ilk yıllarında daha ziyade klasik çerçevede eserler vermiştir. Bunlar arasında Delhi’nin abide ve tarihi eserlerini anlatan Asâr-ı Sanâdid’i ve Hindistan’da Timur’dan Zafer Şah’a kadar sultanlık yapanların isimlerini ihtiva eden Câm-i Cem‘ini misal olarak verebiliriz. Ayrıca o, Efendimizin hayatını ve mucizelerini anlatan Cilalü’l Kulüb bi-Zikri’l-Mahbub isimli bir eser de telif etmiştir. Seyyid Ahmed Han aynı zamanda matematik ve kozmoloji alanında da çeviriler yaparak bu alanlara olan iştiyakını da ortaya koymuştur. Hindistan’daki Müslümanların durumlarından son derece rahatsız olan Seyyid Ahmed, İbni Teymiye ve Şah Veliyyullah’tan tevarüs ettiği tecdid ve ıslah hareketlerine de değinerek Râh-ı Sünnet ve Redd-i Bidat isimli eserini yazmıştır. Bu eserinde üzerinde vurgu yaptığı temel konu, Müslümanların kelam anlayışlarını yeniden gözden geçirmelerinin lüzumu olmuştur. Ahmed Han’ın üzerinde durduğu ikinci konu ise, Müslümanların taklitten kurtulup içtihad müessesesini işler hale getirmelerinin gerekliliği olmuştur. Ahmed Han klasik İslam âlimlerinin görüşlerini sorgusuz sualsiz kabul etmenin kör bir taklit olduğunu, içtihad müessesesinin işletilmesinin de Müslümanların en temel hakları olduğunu dile getirmiştir. Ahmed Han’a göre, Müslüman toplumlarda gelenek ve sosyal alışkanlıklar iç içedir ve bu da ancak Protestan reformistlerin yaptığı gibi bazı dini sorunların tartışılmasıyla giderilebilir. Ahmed Han bu sorunların devrin müçtehitlerinin içtihatlarıyla giderilebileceğini söylemiştir. Çözüm tekliflerine devam eden Ahmed Han, başka bir yol adına da, İslami düşüncenin Batı’daki ilmi gelişmelerle arasını telif etmesi gerektiğini ifade etmiştir.
İslami düşüncenin Batı medeniyeti ile telif edilmesi gerektiğine inanan Ahmed Han, Müslümanların Hindistan’daki gelecekleri adına İngilizlerin yanında yer almaları gerektiğine inanmış ve bu istikamette hareket etmiştir. 1857 Mayısında Hint yarımadasındaki Müslümanlar ve Hindular İngilizlere karşı ayaklanmış ve Delhi’yi 1857 Eylül’üne kadar istirdat etmişlerdir. Bu istirdat sırasında bazı İngiliz askerlerinin hayatlarını kurtarmış ve bu tutumuyla da kendisini Hint Nişanı (Star of İndia) verilmiştir. Yazara göre, Seyyid Ahmed Han Hindistan’daki İngiliz idaresini dünyanın hiç görmediği bir fenomen olarak tasvir etmiştir.
Ahmed Han’ın bir sonraki dönemini politik sadakat olarak ele alan yazar, onu anlatmaya şöyle devam etmektedir. 1859-70 yılları arasında İngilizlerin gönlünü almaya çalışan Ahmed Han, görevi icabı Hint Müslümanlarının eğitim ve içtimai hayattaki birtakım müşkülleriyle de hem dem olmuştur. Yazarın İngilizlere politik sadakat dönemi dediği bu dönemde, Seyyid Ahmed Han’ın Kuran tefsirlerinden önce İncil tefsirleri yazdığından bahsetmektedir. Yazara göre, Ahmed Han Hindistan’daki misyoner faaliyetlerinin önüne geçme adına yapılacak ilk iş olarak ehl-i kitap kaynaklarının incelenmesi gerektiğine inanıyordu. Bu düşüncesini gerçekleştirme adına da, Ahmed Han, İncilleri Kuranî terminolojiyle tefsir ediyor ve hadis tenkidinde kullanan yöntemleri kullanıyordu. Seyyid Ahmed Han birkaç metin dışında bugünkü Hıristiyan âleminin kutsal kabul ettiği İncillerin orijinal olduğunu kabulleniyor ve böyle düşünmesinin temelinde de mevcut İncillerin ve Tevrat’ın Kuran’ın hak ve son kitap olduğuna birer delil ve şahit oldukları fikri yatıyordu. O, Kitab-ı Mukaddes’in vahiy olduğuna inanıyor fakat Kuran’ın onlara ilaveten lafızlarının da vahiy mahsulü olduğunu ifade ediyordu.
Müellife göre, Seyyid Ahmed Han, Kitab-ı Mukaddes’in ilk Müslüman müfessiri olduğundan Kitab-ı Mukaddes çerçevesindeki birtakım sorulara cevap vermesi gerekmektedir. Bunların başında da teslis problemi gelmektedir. Özetle, Ahmed Han’a göre, teslis problemi tamamen İncillerin yanlış yorumlamasından kaynaklanmaktadır. Ahmed Han Kitab-ı Mukaddes’in yanlış yorumlandığını iddia etmesi sebebiyle Hıristiyan âlemini, bunun yanında İslam’daki klasik tahrif anlayışını da reddetmesiyle dindaşları olan Müslümanları tatmin edememiştir. Yazara göre, Ahmed Han’ın böyle bir mülahazaya sahip olmasının temelinde, Hıristiyanlığı ve İslamiyeti ateizme karşı koruma gayreti gelmektedir.
Kompleks hayatına devam eden Ahmed Han, 1859 yılında 42 yaşındayken hanımını kaybetmiş ve aynı yıl 17 ay süren İngiltere seyahatine iki oğluyla beraber çıkmıştır. Hizmetine ciddi anlamda ihtimam gösterilen Ahmed Han için bu gezi ve sonrası, artık onun hayatının üçüncü dönemini oluşturmaktadır. Bu dönemden sonra artık o, İngilizlerin sadık bir bendesi olmuş ve her türlü Pan-İslamist mülahazalara karşı çıkmış ve politik hayatta İngilizlere bağlılığın bir realite olduğuna inanmıştır. Hilafet konusundaki mülahazaları ise yine Pan-İslamist hakkındaki düşüncesine paralellik arz etmektedir. Ona göre, Hilafet müessesesi Efendimizin akabinden gelen Hulafa-i Raşidin ile bitmiştir. Dolayısıyla, II. Abdülhamid sadece kendi ülkesine, Osmanlı Devletine hükmedebilir. Bu düşünce ise, ne Hindistan Müslümanlarına, ne oradaki Hindulara ne de Devleti Aliye’ye yaramıştır, sadece İngiliz politikalarına hizmet etmiştir. 1886-98 yılları arasında Hint kıtasındaki Müslümanların eğitim problemleriyle meşgul olmuş, farklı organizasyonlar tertip ederek Müslümanların ilmi faaliyetlere katılmasına zemin hazırlamaya çalışmıştır. Bir ara Hindularla beraber İngiliz idaresine başkaldıran Müslümanların yanlış yaptığını her yerde vurgulamış ve bunun neticesinde İngiliz Devletinden başka bir sadakat nişanesi almıştır. O bütün bunları Müslümanların eğitimi için İngilizlerle iyi geçinmenin şart olduğuna inandığı için yapmıştır. (62)