Bir uçak yolculuğu esnasında beyaz bir kadın ile zenci bir adam yan yana oturmaktaydılar. Beyaz kadın bu durumdan rahatsız olmuştu; hostesten kendisine başka bir yer bulmasını istedi. Zenci birinin yanında oturamazdı. Hostes, uçağın tamamen dolu olduğunu; ancak VIP bölümünde yer olup olmadığına bakacağını söyledi.
Diğer yolcular olayı şaşkınlık ve tiksinti dolu bakışlarla izliyorlardı; kadın, yaptığı saygısızlık yetmezmiş gibi bir de VIP bölümünde yolculuğuna devam edecekti. Teninin renginden dolayı kendine hakaret edilen adam ise suskundu, cevap vermemeyi tercih etmişti. Kadın ise zenci adamdan uzakta VIP bölümünde seyahat edeceğini düşünerek hostesin dönmesini bekliyordu.
Hostes birkaç dakika sonra geri geldi: “Geciktiğim için çok özür dilerim; neyse ki VIP bölümünde boş yer bulabildim. Bu yeri bulmak biraz zamanımı aldı, sonra yer değişikliği için pilottan izin almam gerekiyordu. ‘Hiç kimse sorun yaratan bir diğerinin yanında oturmak mecburiyetinde tutulamaz’ dedi ve bu izni verdi.” Diğer yolcular duyduklarına inanamıyorlardı, herkes şaşkındı. Bu sırada kadın da yüzünde mağrur bir ifadeyle yerinden kalkmaya hazırlandı.
Aynı anda hostes, oturmakta olan zenciye dönerek: “Beyefendi, sizi uçağın VIP bölümündeki yeni yerinize götürmem için beni takip eder misiniz lütfen? Seyahat firmamız adına kaptan pilotumuz, böyle nahoş bir olay yaratan kimsenin yanında oturmak mecburiyetinde bırakıldığınız için sizden çok özür diliyor.”
Tüm yolcular hep birlikte, bu olayı iyi bir biçimde sonuçlandıran uçak personelini alkışlayarak tebrik ettiler. O yıl, kaptan pilot ve hostes uçaktaki davranışlarından dolayı ödüllendirildiler. Aşağıdaki mesaj, personelin görebileceği şekilde sergilenmek üzere tüm ofislere gönderildi: “İnsanlar onlara ne söylediğinizi unutabilirler, insanlar onlara ne yaptığınızı da unutabilirler; ama insanlar onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar.”
BAŞARININ SIRRI
Adamın biri tek başına parkta oturuyor, başı ellerinin arasında kara kara düşünüyordu. İşleri bozulmuş, iflasın eşiğinde bir işadamıydı kendisi. Ne yaparsa yapsın bir türlü durumu düzeltemiyordu. Bir taraftan kredi verenler onu sıkıştırırken, diğer taraftan da bir sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. Zaten parka da can sıkıntısını biraz hafifletmek için gelmişti.
O sırada önünde yaşlı bir adam durdu: “Çok üzgün görünüyorsun. Seni rahatsız eden bir şey olduğu belli… Benimle paylaşmak ister misin?” diye sordu yaşlı adam. İşadamının yakınmalarını dinledikten sonra da, “Sana yardım edebilirim.” dedi. Çek defterini çıkardı. İşadamının adını sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken de şöyle dedi: “Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al!” dedi. Ve yaşlı adam geldiği gibi hızla gözden kayboldu.
Adam elinde çek öylece kalakaldı. Neden sonra elindeki çeke bakmayı akıl edebildi. Bir an gözlerine inanamadı. Çekte yüz bin dolar yazıyordu ve imza ise ülkenin önde gelen zenginlerinden birine aitti. “Tüm borçlarımı hemen ödeyebilirim” diye düşündü ilkin. Ardından bir yıl sonra borcunu geri ödeyeceğini düşünerek çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu değerli çeki kasasına koydu.
Onun kasasında olduğunu bilmenin güveniyle yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı. Küçük büyük demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra tekrar işlerini yoluna koyabilmişti.
İlerleyen zamanda ise borçlarından tümüyle kurtulmuştu; hatta para kazanmaya başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti. Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı. Hemşire “Onu bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir!” dedi. “Çünkü bu bey sürekli olarak huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese kendisinin çok zengin biri olduğunu söylüyor.” diye ekledi. Hemşire adamın koluna girip onunla birlikte uzaklaştı.
İşadamı şaşkın bir şekilde öylece donup kaldı. Bütün bir yıl boyunca arkasında yüz bin dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve satmıştı. Birden, hayatının akışını değiştiren şeyin para olmadığını fark etti. Hayatını değiştiren şey yeniden kendinde bulduğu kendine güven ve inançtı.
Başarının sırrı, kasamızda duran değil, kalbimizde ve kafamızda olanlardır. Başka yerde aramaya gerek yok.
DENEMEYİ GÖZE ALMAK
Eski zamanlarda bilge bir kral vardı. Kral maiyetinden birine önemli bir görev verecekti. Çok sayıda kişi bu göreve talipti ve kral bir seçim yapmak durumundaydı. Nihayet adaylar için bir imtihan düzenledi.
Kral, adayların sarayın dış kapısının önünde toplanmalarını emretti. Kapı çok büyük ve ağırdı; tek bir kişinin bu kapıyı açıp kapatması söz konusu bile değildi. Kral maiyetine seslendi: “Kapıyı kim açabilirse görev onundur!” dedi.
Adaylardan bazıları “açamayız” der gibi başlarını salladılar. Peşin hükümlü olmayan diğerleri ise kapıyı daha yakından incelemek istediler; fakat neticede onlar da kapıyı açamayacaklarını belirttiler.
O sırada kralın lordlarından biri kapının yanına gitti; dikkatlice kapıyı yokladı ve sonunda bütün gücüyle kapıya yüklendi. Kapı ağır ağır açılmaya başladı, insanlar şaşkınlıkla bakakalmışlardı. Bu nasıl olabilirdi? Aslında durum göründüğü kadar karmaşık değildi. Kral, önceden kapının arkasına gizlice bir düzenek yaptırmıştı ve bu sayede kapının tek bir kişi tarafından açılabilmesi mümkün olmuştu. Kral bu sayede adaylardaki deneme isteği ve yürekliği açığa çıkarmak istiyordu.
Kral lordu yanına çağırdı ve ona şöyle dedi: “Sadece gördüklerine ve işittiklerine bağlı kalmadan kendi gücünü devreye soktuğun ve denemeyi göze aldığın için saraydaki görevi sen alacaksın.”
KİM KAZANACAK
Bir Kızılderili kabilesinde yaşlılardan biri kabilenin çocuklarına eğitim veriyordu. Onlara dedi ki:
“İçimde bir savaş var. Korkunç bir savaş… İki kurt arasında… Bu kurtlardan birisi korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, üzüntüyü, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibiri, kendine acımayı, suçluluğu, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, yapmacık gururu, üstünlük taslamayı ve egoyu temsil ediyor. Diğeri ise zevki, huzuru, sevgiyi, umudu paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçakgönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor. Aynı savaş sizin içinizde de sürüyor ve diğer tüm insanların içinde… “
Çocuklar anlatılanları anlamak için bir dakika düşündüler ve içlerinden biri yaşlı Kızılderili’ye sordu:
“Hangi kurt kazanacak?”
Yaşlı Kızılderili kısaca cevap verdi:
“Beslediğiniz… “
IŞIĞI YAYMAK
Şirket sahibi yaşlı bir adam hastalanmıştı; artık günlerinin sayılı olduğunu biliyordu.
Yaşlı adamın üç oğlu vardı. Oğullarını yanına çağırdı. Onlara artık yaşlandığından, hastalığının işin başında durmasına engel olduğundan söz etti. Gelecekle ilgili oğullarına öğütler verdi.
“Üçünüz de benim çocuklarım, oğullarımsınız.” dedi. “İçinizden hangisi şirketimizin başına geçecek, buna karar vermem zor. Ben öldükten sonra da bu yüzden aranızın açılmasını hiç istemiyorum. O yüzden, hanginizin işin başında olmayı hak ettiğine karar vermek için sizi sınamaya karar verdim. Üçünüze de yüzer lira vereceğim. Şimdi gidip yalnızca bu yüz lirayla öyle bir şey alacaksınız ki, akşam getirdiğinizde bu odayı bir uçtan bir uca dolduracak. Bu dediğimi kim yapabilirse, işlerin başına da o geçecek.”
Çocuklar, babalarının yanından ayrıldılar ve her biri farklı bir sokaktan yola koyulup babalarının isteğini gerçekleştirmeye giriştiler.
Akşam geri döndüklerinde babaları, “Evlatlarım, yüz lirayla ne yaptınız, ne aldınız?” diye sordu.
Büyük oğul:
“Bir arkadaşın çiftliğine gittim, yüz lirayı verdim ve ondan iki balya saman aldım.” diye cevap verdi. Sonra odadan dışarı çıkıp aldığı samanları içeri getirdi; çuvalı açtı ve samanları havaya savurmaya başladı. Odanın her tarafı bir anda samanla doldu. Ama az sonra samanların tamamı yere indi ve böylece, büyük oğlun babasının istediği şekilde odayı bir uçtan öbür uca dolduramadığı görülmüş oldu.
Yaşlı adam, bunun üzerine ortanca oğluna bakarak “Peki oğlum, sen paranla ne yaptın?” diye sordu. Ortanca oğul:
“Yorgancıya gittim. Ondan yüz liralık kuştüyü aldım.” diye cevap verdi. Ardından çuvalını içeri getirip içindeki bütün tüyleri savurmaya başladı. Birkaç dakikalığına neredeyse bütün oda tüylerle doldu, ama samanlar gibi tüyler de yavaş yavaş yere indiler ve böylece bu çocuğun da odayı dolduramadığı görülmüş oldu.
Sıra, en küçük çocuğa gelmişti. Hasta yatağında hafifçe doğrulan adam “Sen evladım, sen paranı ne yaptın?” diye sordu.
Küçük oğul:
“İlk olarak küçük bir dükkâna gittim. Yüz lirayı dükkân sahibine verdim ve ondan parayı bozmasını istedim. Sonra, elli lirayı bir hayır kurumunun kumbarasına bıraktım, kırk lirayla yolda gördüğüm iki muhtaç insana yiyecekleri bir şey alıp verdim, kalan on lirayla da iki şey aldım.”
Küçük oğul, bunu der demez, elini cebine atıp bir çakmak ve bir mum çıkardı. Odanın lambasını kapatıp mumu yakınca, bütün oda mumun yaydığı ışıkla doldu. Yüzer liralık saman ve tüy odayı doldurmaya yetmemişti, ama on liraya alınan mum ile çakmak bütün odayı bir uçtan öbür uca ışıkla doldurmuştu.
Yaşlı adam, memnun bir yüz ifadesiyle “Çok iyi oğlum!” dedi. “Benden sonra işlerin başında sen olacaksın. Çünkü hayata dair çok önemli bir şeyi, ışığını yaymayı öğrenmişsin.”
BEN O ÇOCUKLARI ÇOK SEVDİM
Amerika’nın Baltimore şehrindeki bir üniversitede görevli sosyoloji profesörü, sınıfındaki öğrencileri şehrin kenar mahallelerine göndermiş ve onlardan, o bölgede yaşayan iki yüz erkek çocuğun durumlarını araştırmalarını ve her bir çocuğun geleceği hakkında bir değerlendirme yapmalarını istemişti. Öğrenciler, araştırmalarını bitirdikten sonra yazdıkları değerlendirmelerde, bu çocukların gelecekte hiçbir şanslarının olmadığını dile getirmişlerdi.
Bundan yirmi yıl kadar sonra bir başka sosyoloji profesörü tesadüfen bu çalışmayı buldu ve öğrencilerden bu projeyi sürdürmelerini ve aynı çocuklara ne olduğunu araştırmalarını istedi. Öğrenciler, o bölgeden taşınan ya da ölen yirmi çocuk dışındaki yüz seksen çocuktan yüz yetmiş altısının olağanüstü bir başarı gösterip avukat, doktor ya da işadamı olduklarını tespit ettiler.
Bu durum profesörü çok etkilemişti, konuyu araştırmaya karar verdi. Eskinin yoksul ve umutsuz çocukları, şimdinin ise zengin ve başarılı yetişkinleriydiler. Onları bulmak zor olmadı, zaten çoğu aynı kentte yaşamlarını sürdürüyordu. Görüştüğü kişilere “O koşullarda nasıl bu kadar başarılı oldunuz?” diye sordu. Aldığı cevap her seferinde “Mahalle okulunda bir öğretmenimiz vardı onun sayesinde…” şeklindeydi.
Profesör, bu öğretmeni çok merak etmişti. Hâlâ hayatta olduğunu öğrendiği yaşlı öğretmenin adresini bulup kendisini ziyaret etmek için evine gitti. Karşısında yılların yüzüne eklediği kırışıklara rağmen hâlâ dinç duran yaşlı bir kadın buldu. Merakla yaşlı kadına, “Bu çocukları kenar mahallelerden kurtarıp başarılı birer yetişkin olmalarını sağlamak için kullandığı sihirli formülün ne olduğunu” sordu. Yaşlı öğretmenin gözleri parladı ve dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi:
“Çok basit” dedi,
“Ben o çocukları çok sevdim.”