15. yüzyılda yaşamış, unutulmuş bir esrar yumağıymış Firdevsî-ITavîl. Arzın ve semanın dilini çözmüş, havas ilminin, tiryakların ve tılsımların sahibiymiş efsanevi Davetnome’n’m müellifi… Adem’in yüzüne ayna tutmuş, ağzına kadar doldurduğu heybesini aşkın deryasına gözünü kırpmadan boşaltabilen bir ibretlikmiş… Adem ise gündelik hayatla ilişkisini kesmiş, konar göçer bir kapalı kutuymuş. Hüma suretinde aşka düşmüş, Firdevsi’nin Davernömesi’nden esinlenerek kaybolduğu yollarda kendini hiçliğe savurmuş. Otacı Çember Hanım’dan şifa, Firdevsi’den aman dilemiş. Adem’in gerçeklik algısının yittiği yerde, hikâyesi can yakan göçebenin, Firdevsi’nin yolculuğu başlamış. Uçsuz bucaksız kavurucu çöllerden Kaf Dağı’nın gölgesindeki dondurucu Hatai ülkesine uzanan yolda, havas ilminin inceliklerini Yada’nın aşkıyla örmüş. Koza, gerçekle rüyanın iç içe geçtiği, sınırların kaybolduğu bir dünyada Yada, Hüma, Firdevsi ve Adem’in hayatlarını birbirine bağlayan düğümleri anlatan bir hayal/roman. Bir çözülüp bir bağlanırken ipler, semaya fısıldanan sırlı sözler Koza’ya kayda geçiriliyor. Genç romancı Hatice Kesgin’den masalsı bir rüya anlatı.
***
“Annem için…”
Giriş
Her şey şehrin kıyısında, kenarında, dışında, onun hem parçası hem de çıkıntısı gibi duran, unutulmuş ama çürümemiş, bakımsız ama nefes alan antika bir köşkle karşılaşmamla başlamış; odalarını kiraya veren, eskiye ait, güne uymayan yaşlı sahibesinden bir oda istememle devam etmişti.
Adı, sanı, bulunduğu mahalle değilgillerden müteşekkildi ki insan hafızasından silinerek, kayıt defterlerinde üstü karalanarak, kendi de ait olmayı reddederek beni, şehre karışmaktan son anda kurtarmıştı.
Sahibe Çember Hanım’m dümeniyle işleyen unutulmuş köşkte hiçbir kiracı karşı karşıya gelmiyor, selâmlaşmıyor ve ses çıkartmıyordu. Bu alametlerin doğruluğu konusunda, ikamet ettiğim zaman zarfının azlığını göz önünde tutarak şüpheye düşmeyin. Aktardıklarımın Çember Hanım tarafından teyit edilmiş olduğunu ve onun da itiraz etmediğini bilerek değerlendirin. Köşkte nefes aldıklarına inanmak istediğim diğer sakinlerin, benim gördüğüm garipliklere nasıl baktıklarını, olanları fark edip etmediklerini hiçbir zaman bilemeyeceğim. İlk iki gece, ışıklar yandı mı diye köşkün etrafında, akşam maviliğinde birkaç tur atıp, kendimi “insanlarla yaşıyorum”a inandırmaya çalışırken bulduğumda, huzursuzluğum alev alıyor, vesveselerim artmaya devam ediyordu. Hâlbuki kargaşasız ortamın düzeniyle iyileşmesini umduğum cerahatli bünyemin, gitgide güçlenebilecek olmasına hiç ihtimal vermemiştim.
Bu kusursuz ve iletişimsiz işleyişin sırrını bir türlü çözememiş, ilk iki gündeki merakımın şartlar gereği kesilmesiyle ışık takipçiliğine de son vermiştim. Olan biteni sil baştan düşünürken bile hâlâ kendimi “köşkteki tek kiracı ben miyim?” sorusunun cevabını veremezken buluyor ama köşkte kaldığım o kısa zamanda, başka hiçbir mekâna bırakmadığım kadar parmak izlerimi, tarif edemeyeceğim bir gönül rahatlığı içerisinde bırakabiliyordum.
Köşkün tarihine dair bildiklerim, odayı kiralarken Çember Hanım’m gözlerinin dalarak anlattığı ıssız hikâyeden ibaretti. Ortamın burukluğu içimi acıttığından, diğer hiçbir odayı incelemeden, sormadan, etmeden, bana uygun gördüğü odayı koşulsuzca tutmuş, yine göçebeliğe soyunduğum o berbat bir gece iki gündüzün sonunda nefes alacağım kovuğu bulmuştum. Özetle, az olan eşyalarımı ve dahi kendimi bir süreliğine Çember Hanım’ın himayesine bırakmış, onun iyicil dünyasına eklenmiş, beyaz örtülerine el sürmüş, efsunlu ot çaylarının tadına bakmış, buhurdana benzeyen tabaklarda ikram ettiği sırlı çorbalarıyla Firdevsi’nin yol arkadaşı olmuştum.
Üç katlı binanın giriş kısmında, arka bahçeye açılan tarafına konumlanan odamda alışık olduğum yalnızlığa bir geceliğine geri dönmüş ve bu durumun hep böyle gideceği inancıyla rahat bir uyku uyumuştum. Köşkün ortak alanına giren banyo ve mutfak hariç ayak bastığım tek yer, odamın da manzarasını teşkil eden arka bahçeydi. İlk sabahın gölgeli, nemli, azıcık isli görünümünde, kısık, mahmur gözlerimle üç beş bodur ağaç fark etmiş, yerde biten çimlerin hiç büyümeye hevesli olmadıklarını anlayıvermiştim. O mahmurlukla bana ekşi ekşi bakan üç bodur ağacı yerlerinden sökmek, kuru dallarının hışırtısından kurtulmak içimden geçmedi değil. Ama sonraları, orada yaşadıklarımdan öğrendiklerimle bodur ağaçların ekşi ekşi değil, Firdevsi Firdevsi baktıklarını anlamıştım.
Köşke yerleşene kadar kaldığım her mekânda hafta içleri nefesin bile yankılandığı sabah karanlığında dışarı çıkar, akşamın ayazında geri döner ve hiçbir yeri sahiplenemez, sadece istirahat yeri olarak kabul ederdim. Hafta sonları ise, buluşacağım bir arkadaşım, görmek istediğim bir mekân, ziyaret edeceğim bir akrabam olmadığı için yaşadığım odalar birer sıkıntı deposu haline gelir, geçmek bilmeyen saatlerin tek suçlusu olarak sırtıma kambur, boğazıma düğüm olur yapışır kalırlardı. Bir otel odasındaysam, geç kalmaya çalıştığım ama beceremediğim o geçmek bilmez saatlerde kapı eşiğine oturur, açılan kapıların gıcırtılarını, telaşlı topuk seslerini, ikide bir çalan alarmları, çağırılan oda servislerini dinler, cinsiyet, yaş, huy, görüntü, renk, elbise, beden, ölçü tahminleriyle kendimi avutmaya çalışırdım.
Telaşlı adımlar ve kilitlenen kapılar öğleye doğru azalır, oda servisinin kahvaltı için son uyarı telefonlarıyla irkilir, yere oturmaktan uyuşmuş ayaklarımın üstüne kuvvetlice basa basa yaşamak için lazım gelen gereklilikleri yerine getirmeye giderdim.
Oysa kapıyı bana tebessümle açtığı ve göz göze geldiğimiz ilk andan beri Çember Hanım beni tanıyor, hikâyemi biliyor ve hatta Firdevsi’yle çok iyi anlaşıyordu. Köşkte geçirdiğim buhranlı ve sancılı gecelerde ıslak tülbentlerin alnımda olduğunu hissediyor ve bu kadının kilitli kapılardan, kilitli ruhlardan nasıl geçebildiğine dair tatmin edici bir cevap bulamıyordum. Mutfağında fokur fokur kaynayan güğümleri, kalaylı çanakları, gümüş ve tahta kaşıkları, cam sürahileri, bacalı odun ocağı, dantel perdeleri, dokuma önlükleri, masanın üzerinde her daim duran renkli şerbetleri, üzümlü hoşafları, bakır cezvede pişirdiği Yemen kahveleriyle hangi çağdan kaldığını bilemiyordum.
Hangi zamanda olduğum meçhuldü. Her şey devam ediyordu, bir şekilde. Kırılmaktan korktuğum için de saklanıyordum. Başkalarını da kırmıyordum. Köşke gelmezden önceydi. Her sabah otobüse binip üniversiteye, hocamın yanına gidiyordum. Yıllardır sabah ritüeli getirdiklerimle yaşıyordum. İşte hayatımın en hareketli ve iletişimli kısmı; hocanın yanı. Sabah sabah donuk yüzümü görmekten hocamın keyfinin kaçtığını adım gibi biliyordum. Zaten yazamadığım, beni bu hallere sokan tezimden çoktan umudu kesmiş, üniversiteyle resmiyetteki bağımı bitirmişti. Beni hâlâ her sabah odasına kabul ediyor olması hayatı bırakmamam içindi. Bunu bir görev, vicdan meselesi, öğretmenlik sorumluluğuyla yapıyor; beni inciten, sıkıldığını ima eden hiçbir harekete, tavra, mimiğe girişmiyordu.
Zaten son bir yıldır ne ben ne de o Firdevsi’den konuşmamış, onu insanlığa nasıl tanıtabiliriz diye başlayan dünyayı kurtarma planlarımın yakınma dahi uğramamıştık. Dünya zaten kurtarılmış bir bölgeydi! Oysa bana önemli biri olduğumu anlatan, kabul ettiren, kirlettiğim çevrenin bir işe yaradığına inandıran Firdevsi ve tezim değil miydi… Hayatta bağlantı kurduğumu sandığım tek dayanaktı. Üniversite koridorlarında topuklarını basa basa yürüdüğüm, alt sınıfların hayran bakışlarını üstüme çekmeyi başardığım bir gerçeklik zeminiydi. Hem gerçekti hem biraz Firdevsi: Hayal, masal, devler, şeytanlar, efsunlar, tiryaklar, ablar vardı, Hüma vardı, Kaf Dağı dibimdeydi, Davetname’nin içindeydi. Keşfedemediğimden, Kaf Dağı uzadıkça uzamış ve o bir dağ olarak çapını büyütürken ben kenarda tembel bir karınca gibi kalmıştım.
Üniversitede odamın olduğu sıralardı. Meraklı gözleri anında teşhis ettiğim, dikkat melekemin had safhada olduğu zamanlardı. Benliklerine yediremeyip dil ucuyla sordukları gelişmelere yarı gerçek yarı sahte cevaplar vererek karşımdaki kibirli ve gergin yüzleri daha da gerdiğim anlar yaşadım. Dil ucuyla tattırıp geri çekmeyi çok iyi bilir, iştah kabartarak ballandıra ballandıra anlatmayı da en iyi ben başarabildim. Firdevsi ve ben, Davetname ve açıklanmamış sırlar, sırların doluştuğu minik odamın içindeki sayfalar, eski eşyalar, kirli perdeler, ben, hocam, koridor, sesler, fısıltılar, Firdevsi ile iyi anlaştığım zamanlar. Gölge kızın peşimde olmadığı, benim de gölge kızın peşinde olmadığım sıralar. Bir daha geri gelmeyecek olan dakikalar.
Biz çok evvelce karşılaşmıştık. Ah çok erkendi, ama karşılaşmıştık.
Yıllar boyu uzun okumalar yaptım, Firdevsi’nin hayatını, öncesini, sonrasını, ecdadını, arkadaşlarını, eşlerini ve dostlarını araştırdım, buldum, not ettim. Rüyamda birçok defa Firdevsi’nin sohbet meclisindeydim, ilhamım boldu ve heybem dolu, aklım yere basmaktaydı ve fikirlerim duru. Ama gönül işlerine bulaşmam, daha doğrusu Firdevsi’nin bulaşmasıyla benim de yaka paça kendimi orada bulmam hayatımı alt üst, fikirlerimi ziyan etti, okuduklarımı unutturdu ve elde kaldı aklı beş karış havada ben: Yarım kalmış bir hayat, gölgelerle çevrili bir etraf, kısık sesim, güvensiz bakışlarım ve hızla çarpan kalbim. Tezi yazmam için beni ateşleyen heyecan neydi unuttum, ki belleğim unuttuklarımdan ibaret. Aradım. Neyi, unuttuklarımı, nerede, tüm şehirde, peşimi bırakmayan hatta çelme takan bir gölgeyle aradım. Onu bu şehirde bulmuş ve kaybetmiş olduğumdan buralarda olduğuna kanaat getirmiştim. Semt semt, ilçe ilçe gezdim. Her sokakta nefes aldım, birçok bina, otel, apartman, merdiven, kapı zili, duvar rengi, boş çekmeceyle tanıştım. Hiçbirinde tanıdık bir esinti bulamadım. Bari bendeki parçasını söküp atsaydım, yok, olmuyordu ya da sökmek istemiyordum, bilmiyorum. Beni bırakmak istememesi ya da karşılıklı bırakılmaması da ihtimal dâhilindeydi. Hocamın gözlerinde hâlâ “git oğlum evine, ailene, yeter uğraştığın” ifadesini okuyordum. Önceleri duyuyordum, söylemekten yoruldu ve biz sözsüz iletişime geçtik. İkimiz için de daha kolaydı. Sonunda umutsuz vaka sınıfına dâhil olup, biçare, elim mahkûm, oranın tutuklusu olana, nokta koyulana kadar elimi hiç bırakmadı.
Çengelim ve sarkacım vardı görünmeyen. Sarkaç Firdevsi’nin yokuşlu tümsekli hikâyesine eklemliydi, çengelimi hocaya geçirmiştim. Her sabah odasını arşınlamayı, o gelinceye kadar uzun ve tanıdık koridoru bir baştan bir başa ses çıkarmadan arşınlamayı, tanıdık kibirli burunlara kaçamak selamlar vermeyi hikâyenin sonuna kadar bırakamadım, çünkü dünya üzerinde, belki de günlük mecburi rutinler haricinde sözlü iletişime geçtiğim tek insan hocamdı. Onunla konuşmak, her gün diğer günlerin aynısı da olsa replikleri sıralamak ve masanın karşısında oturan adamdan duymak benim için hayati bir önem taşıyordu. Ve bunu en iyi hocam biliyordu. Bir gün bile bıkkınlık ifadesi takınmadı, ritüellerimiz sona erene kadar.