Antoine De Saint Exupery
CAN YAYINLARI
“Hoşça git,” dedi tilki. “Vereceğim sır çok basit: İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.” Küçük Prens unutmamak için tekrarladı: “Gerçeğin mayası gözle görülmez.”
Çevirmen: Tomris Uyar
Çevirmen: Cemal Süreya
Yayın Tarihi 2015-10-05
ISBN 97507224435
Baskı Sayısı 7. Baskı
Dil TÜRKÇE
Sayfa Sayısı 112
Cilt Tipi Karton Kapak
Kağıt Cinsi Kitap Kağıdı
Boyut 13.5 x 19.5 cm
Arka kapak yazısı:
Antoine de Saint-Exupéry tarafından New York’ta bir otel odasında yazılan Küçük Prens yayımlandığı günden bu yana milyonlarca insanın kalbini fethetmeye devam ediyor. Küçük Prens’in yaşadıklarını anlıyor, kırgınlıklarına üzülüyor, söylediklerine hak veriyoruz. Gezegenindeki çiçeğiyle pek anlaşamadığı için biraz uzaklaşmaya karar veren, yolculuğu sırasında Dünya’ya da uğrayan Küçük Prens Sahra Çölü’nde bir pilotla karşılaşır. İşte olan biteni de bu pilot anlatır bize. Kimdir Küçük Prens, neden sürekli sorular sorar, çiçeğiyle neden anlaşamamıştır, gittiği diğer gezegenlerde kimlerle karşılaşmıştır ve neler öğrenmiştir? Bu öyküyü dinlerken Küçük Prens’in yaşadıkları ve öğrendikleri sayesinde hayatımıza tekrar bakıyoruz ve yaşamı anlamlandırmada ‘ne kadar da büyüdüğümüzü” görüyoruz. Küçük Prens’in de dediği gibi “Büyüklere her şeyi açıklamak gerekir zaten.”
Küçük Prens Antoine de Saint-Exupery
KÜÇÜK PRENS ÖZETİ
BÜYÜKLERE MASAL: KÜÇÜK PRENS
Küçük Prens, Antonie De Saint Exupery tarafından 1943 yılında Newyork’ta bir otel odasında yazılmıştır. Kendisi de bir pilot olan Fransız yazarımız, Küçük Prens adlı başka bir gezegenden gelen bir çocuğun gözünden büyüklerin yanlışlarını anlatır.
Kitap yazarın 6 yaşında iken Yaşanmış Öyküler adlı bir kitapta, avını yutan bir boğa yılanının resmini anlatarak başlar. Bundan esinlenerek fil yutmuş bir boğa yılanı çizer. Büyüklere “korktunuz mu” diye sorar. Herkes bir şapkadan korkmayacaklarını söyler. Hiç kimse onun fil yutan bir boğa yılanı olduğunu anlamaz. Bunun üzerine büyükler tarih, aritmetik, coğrafya, dil bilgisine yoğunlaşmasını söyler ve yazarımızın resim yeteneği kaybolur.
Yıllar sonra büyür ve pilot olur. Sahra Çölü üzerinde giderken bir uçak kazası yapar, motorunun bir parçası bozulur. Yardım isteyecek kimse yoktur. Ölüm kalım meselesi olur, çünkü yanında sadece 8 günlük suyu kalmıştır. Uyurken “Bana bir koyun resmi çizer misin?” diyen birinin sesiyle uyanır. Kimseye benzemeyen sarı saçlı küçük bir çocuktur bu. Farklı bir gezegenden gelen Küçük Prens’tir. Önce fil yutan boğa yılanını çizer. Prens, “Ben fil yutan bir boğa yılanı istemiyorum” der. Pilot şaşırır, çünkü kimse o güne dek bu resmi anlamamıştır. Sonra bir kaç denemeden sonra kapalı bir kutu çizer, içinde koyun var der. Prens bu resme bayılır. Sonra Küçük Prens kendi öyküsünü anlatmaya başlar. Biri sönmüş üç volkanı ve harika, kainatta eşi benzeri olmayan bir çiçeği ve baobap ağaçları kaplı küçük bir gezegende tek başına yaşadığını söyler. Kendine bir uğraş bulup bilgisini ve görgüsünü artırmak amacıyla bölgesinde bulunan diğer asteroidleri gezmeye karar verir. Hepsinde çok farklı ve ilginç karakterler vardır. Her gezisinin sonunda “Şu büyükler, kesinlikle çok ama çok tuhaf insanlar der.” Gezenin birinde her şeyini yönettiğini söyleyen bir kral, diğerinde kendini beğenmiş bir adam, sayılarla uğraşan bir işadamı, devamlı fenerini yakıp söndüren bir fenerci ve devamlı içen bir ayyaşla karşılaşır. En sonuncu gezegende buluşlarını kaybeden bir kaşife rastlar. Kaşif ona dünyaya gitmesini salık verir. Böylece prensimizin gittiği yedinci gezegen dünya olur. Dünyada bir tilkiyi evcilleştirir. Tilki ona bir sır verir: “İşte sırrım, çok basit: En iyi yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez.” der. Diğer gezegenlerde gördüğü karakterlerin aynısının dünyada binlerce olduğunu görür. Böylece bir yıl kaldığı dünyadan kendi gezegenine dönmek ister. Çünkü orada bakmak zorunda olduğu bir çiçeği vardır. Aslında o çiçekten dünyada binlercesi vardır ama büyükler çiçeklerinin kıymetlerini bilemezler. Ayrılık pilotumuz için zor olur çünkü aradığı konuşma arkadaşını çok geç bulmuştur. Küçük Prens gezegenine döner, pilotumuz da uçağı tamir edip ülkesine döner. Hiçbir zaman prensi unutamaz ve altı yıl sonra bu öyküyü kaleme alır. “Eğer yolunuz Afrika’ya düşerse, eğer bir çocuk size doğru geliyorsa, gülüyorsa, altın sarısı saçları varsa o olduğunu hemen anlayacaksınız. O zaman n’olur, beni böyle kederler içinde bırakmayın geri döndüğünü yazın…” diyerek öyküsünü sonlandırır.
Kitap aslında bir masal gibi dursa da hem çocukların hem de özellikle büyüklerin okuyup anlamlar çıkarması gereken bir kitap. Kitap, büyüklerin hatalarına, yaptıkları yanlışlıklara eleştirel göndermeler yapıyor. İnsanların büyüdükçe çocuk ruhunu nasıl unuttuklarını anlatıyor. Kesinlikle yaşarken okunması gereken kitapların başında geliyor.
ÖN OKUMA
Altı yaşındayken Gerçek Öyküler adlı, balta girmemiş ormanlardan söz eden bir kitapta korkunç bir resim görmüştüm. Boa yılanının bir hayvanı nasıl yuttuğunu gösteriyordu. Resmi yukarıya çizdim.
Kitapta şunlar yazılıydı: “Boa yılanı avını bütün halinde çiğnemeden yutar. Ondan sonra hiçbir yere kımıldayamaz ve altı ay süren sindirimi boyunca uyur.”
Balta girmemiş ormanlar üzerine uzun uzun düşündüm bunları okuyunca. Sonra da biraz çaba ve renkli kalemle ilk resmimi yaptım. İşte l numaralı resmim aynen şöyleydi:
Sanat yapıtımı büyüklere gösterdim. Korkup korkmadıklarını sordum. “Korkmak mı?” dediler. “Şapkadan mı?”
İyi ama, şapka resmi yapmamıştım ki ben. Fili yutmuş olan bir boa yılanı resmi yapmıştım. Ama büyükler anlamadığı için onlara bir resim daha yaptım. Büyükler açık seçik görüp anlasınlar diye fili yutmuş olan yılanın içini çizdim. Şu büyüklere her şeyi tek tek açıklamak gerekir hep. 2 numaralı resmim de şöyle oldu:
Büyükler bu kez de boa yılanının içinin ya da dışının resimleriyle uğraşmayı bırakıp, kendimi coğrafya, tarih, aritmetik ve dilbilgisine vermemi öğütlediler. İşte daha altı yaşındayken belki de çok büyük bir ressam olma fırsatını böylece kaçırmış oldum, l ve 2 numaralı resimlerimin başarısızlığı hevesimi kırmıştı doğrusu. Büyükler hiçbir şeyi kendiliklerinden anlamıyorlar. Onlara hep bir şeyleri açıklamak zorunda olmak ne kadar da sıkıcı bir şey çocuklar için.
Ben de başka bir meslek seçtim kendime: pilot oldum. Dünyanın her yerinde biraz uçtum. Coğrafyanın çok işime yaradığı bir gerçek. Bir bakışta Çin’de miyim, yoksa Arizona’da mıyım anlarım. Geceleyin yönümü şaşırınca çok yararlı olur bu bilgiler.
Hayatım boyunca birçok önemli kimseyle ilişkilerim oldu. Büyüklerin arasında da çok bulundum. Onları çok yakından tanıma fırsatı geçti elime. Ama doğrusu onlar hakkındaki ilk yargımda bir değişme olmadı.
Zaman zaman aralarında birazcık daha zeki görünenler olmadı değil. Öyle zamanlarda hemen hep yanımda taşımakta olduğum l numaralı resmimi çıkarıp denememi yapıyordum: bakalım kavrayışı yerinde mi diye. Ama ne çare, o da sözleşmiş gibi ötekilerle aynı yanıtı veriyordu: “Şapka.”
Eh bunun üzerine ben de ona boa yılanından, balta girmemiş ormanlardan, ya da yıldızlardan filan söz etmiyordum artık. Anlayacağı düzeye iniveriyordum; briçten, golften. politikadan, kravattan filan söz açıyordum. Büyükteki keyfi görün siz artık; aklı başında biriyle karşılaştı ya sonunda.
Bundan altı yıl önce Büyük Sahra Çölü üzerinde uçağımla geçirdiğim kazaya kadar işte bu yüzden yapayalnız bir hayat sürdüm. Motorda bir parça kırılmıştı. Değil tamirci, yanımda bir yolcu bile olmadığından bu çetin işe tek başıma koyulmuştum. Benim için ölüm ya da kalımdı bu. Çünkü yalnızca bir haftalık suyum vardı.
İlk gece en yakın yerleşim merkezinden bin kilometre uzakta kumda uyudum. Okyanusun ortasında salıyla kalakalmış bir denizciden bile çok daha yalnızdım. Bu yüzden gün doğarken incecik bir sesle uyandırıldığımda nasıl şaşırdığımı tahmin edersiniz sanırım. İnce ses, “Lütfen,” diyordu. “Bana bir koyun çizin!
“Ne?..”
“Bir koyun çizin!”
Yattığım yerden ayağa fırladım. Beynimden vurulmuş gibiydim. Gözlerimi açıp açıp kapadım. Çevreme baktım. Küçücük, olağandışı biri ciddi bakışlarla beni süzüyordu. Sonradan resmini yapmaya çalıştım, ama kendisi resminden çok daha sevimli tabii.
Ama bu benim suçum değil. Daha altı yaşındayken büyükler resim yapma konusunda hevesimi kırdıklarından, boa yılanının dıştan ve içten görünümleri dışında başka bir şey çizmeyi öğrenemedim.
Şaşkın şaşkın, karşımda duran bu kişiye bakıyordum. En yakın yerleşim merkezinden tam bin kilometre uzakta olduğumu söylemiştim. Ama bu küçük kişinin hiç de çölde kaybolmuş, yorgunluktan, açlık ya da susuzluktan perişan olmuş veya korkmuş bir görünüşü yoktu. Kendimi toplayıp konuşmaya çalıştım:
“Ama sen… Sen burada ne arıyorsun?”
Alçak bir sesle, çok önemli bir şey söylüyormuşçasına yineledi: “Lütfen… Bir koyun çizin bana…”
Kafanız allak bullak olunca söyleneni yapmamazlık edemiyorsunuz. Size saçma ya da gülünç gelebilir, ama en yakın yerleşim merkezinden bin kilometre uzakta ölüm tehlikesiyle yüz yüze bir halde oluşuma bakmaksızın cebimden dolmakalemimle bir kâğıt çıkardım. Ama birden aklıma yıllarımı coğrafyaya, tarihe, aritmetik ve dilbilgisine verdiğim geldi. Resim yapmayı bilmiyordum ki. Biraz üzülerek bunu söylediğimde, “Ne olacak canım,” dedi küçük çocuk. “Bir koyun çiziverin işte…”
Daha önce hiç koyun çizmemiştim. Bu nedenle ona koyun yerine, çizmeyi becerebildiğim iki resimden birincisini çizdim. Şu, boa yılanının dıştan görünüşünü. Resmi gösterince çocuğun söyledikleri beni çok şaşırttı:
“Hayır, hayır! Fili yutmuş olan boa yılanının resmini istemiyorum ben. Boa yılanı çok tehlikeli, fil ise çok büyük. Benim yaşadığım yerde öyle küçüktür ki her şey. Bütün istediğim bir koyun. Bir koyun çizin bana.”
Sonunda bir koyun resmi yaptım. Dikkatle inceledi. Sonra da, “Hayır,” dedi. “Bu koyun çok zayıf, hasta gibi. Başka bir koyun çizin.”
Başka bir koyun çizdim. Bu kez tatlı ve hoşgörülü bir gülümsemeyle, “Siz de görüyorsunuz ki,” dedi. “Koyun değil bu, koç. Boynuzları var baksanıza.”
Bir koyun daha çizdim. O da ötekiler gibi beğenilmedi. “Bu da çok yaşlı,” dedi. “Uzun bir süre yaşayacak bir koyun istiyorum ben”
Ama artık sabır filan kalmamıştı bende, çünkü motoru bir an önce sökmek istiyordum. Bu yüzden de
aşağıdaki resmi çizip bir de açıklama yaptım: “Bu senin koyununun kutusu. Koyun kutunun içinde.”
Genç eleştirmenimin yüzü aydınlanıverdi birden. “Evet!” dedi. “Tam istediğim gibi oldu işte. Sizce bu koyun çok ot ister mi?”
“Niye sordun?”
“Çünkü yaşadığım yerde her şey öyle küçük ki…”
“Canım artık bir koyun için biraz ot bulunur herhalde. Hem sana çizdiğim koyun çok küçük zaten.”
Resme bakarak boynunu büktü. “Bana pek küçük gibi gelmedi. Hey! Bak sen şuna, uyudu.”
İşte küçük prensle ilk tanışmam böyle oldu.
Kitabı en ucuz satın almak için tıklayınız.
2 yorumlar
çok güzel satın almadan kitabımı okudum
bende okudum ve çok beğendim
Yoruma kapalı.