Arundhati Roy, İngiltere’nin en saygın edebiyat ödülü olan Booker Ödülünü 1997 yılında Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanıyla aldı. Lirik bir dille, şiirsi bir anlatımla, bir söz-büyücüsü gibi kullandığı sözcüklerle, yasak bir aşkın çökerttiği bir ailenin soluk kesen dramını anlattı. Varlıklı bir Hindu ailesinin güzel kızı Ammu, ailesinin yanında çalışan bir işçiye âşık olur. Önüne geçilmez, kural tanımaz, tutkulu bir aşkla bağlanırlar birbirlerine. Oysa genç adam Dokunulmazlar sınıfındandır, toplumun en alt kademesinden. Sonu olmadığını bildikleri bu aşkta Küçük Şeylerle yetinirler, geleceği düşünemezler. Genç kadının ayrıldığı kocasından olan biri kız, biri erkek ikiz çocukları bu aşkın doğal tanıklarıdır. Olaylar, birbirinden ayrılmayan bu çift yumurta ikizlerinin çevresinde döner; kızın gözüyle anlatılır. Arundhati Roy, geriye dönüşlerle örüyor kurgusunu ve beklenmedik, dehşet verici sona ulaştırıyor. 1960’lı yılların sonunda, Hindistan’ın güneyinde geçen bu öyküde, arka planda İngiltere’den bağımsızlığını yeni kazanmış, siyasal çalkantılar içindeki bir Hindistan’ı, kast sisteminin ürkütücü koşullarını ve toplumsal tabuları buluyoruz. Hindistan’da yayınlandığında, Hıristiyan bir Hindu kadınıyla alt kasttan bir erkek arasındaki aşk ve aşk sahneleri Hint gelenek ve göreneklerine aykırı düştüğü için büyük tartışmalara yol açan Küçük Şeylerin Tanrısı, bir solukta okunan unutulmaz bir roman.
Cennet Turşuları ve Konserveleri
Ayemenem’de mayıs, sıcak ve bungun geçer. Gündüzler uzun ve nemlidir. Irmak ufalır, kara kargalar sessiz, toz yeşili ağaçlarda, parlak mangolardan karınlarını doyurur. Kırmızı muzlar olgunlaşır. Ekmekağacının meyveleri patlayıp açılır. Utanmaz etsinekleri meyve kokulu havada tekdüze vızıldarlar. Güneşte adamakıllı sersemler, sonra parlak pencere camlarına çarpıp ölürler.
Geceler bulutsuzdur, ama uyuşuk ve gönülsüz bir beklentiyle doludur. Haziran başında güneybatıdan musonlar esmeye başlar, tam üç ay rüzgâr ve yağmur eksilmez, arada yakıcı, pırıl pırıl bir güneşin bir görünüp bir kaybolduğu olur; coşan çocuklar bu güneşten yararlanıp oynarlar. Kırlık yerler arsız bir yeşile bürünür. Çitlerdeki tapiokalar kök salıp çiçek açarken sınırlar birbirine karışır. Tuğla duvarlar yosun yeşiline döner. Biber asmaları elektrik direklerine dolanıp uzar. Irmağın kırmızı killi kıyılarında yaban sarmaşıkları yerden fışkırır ve suların kapladığı yollara yayılır. Pazaryerlerinde tekneler işler. Karayollarındaki çukurları dolduran su birikintilerinde küçük balıklar ürer.
Rahel’in Ayemenem’e döndüğü gün yağmur yağıyordu. Eğik düşen gümüşsü ipler yumuşamış toprağa çarpıyor, tüfek mermisi gibi dövüyordu onu. Tepedeki eski evin dik üçgen çatısı, kulaklara kadar indirilmiş bir şapka gibi duruyordu. Yol yol yosun bağlayan duvarlar yumuşamış, topraktan yükselen nem yüzünden hafifçe bükülmüşlerdi. Bitkilerle dolup taşan, yabanıl bahçeyi küçük canlıların fisıltısı ve koşuşturması kaplamıştı. Yüksek ağaçların dibindeki çalılıkların arasında bir çıngıraklı yılan parıldayan bir taşa sürtündü. Neşeli iri, sarı kurbağalar kendilerine eş arayarak köpüklü havuzda dolaşıyorlardı. Evin önündeki, yapraklarla kaplanmış bahçe yolundan sırılsıklam bir fare şimşek gibi geçti.
Ev terk edilmiş gibiydi. Kapılar ve pencereler kilitliydi. Öndeki veranda bomboştu. Hiçbir eşya yoktu. Ancak krom kuyruklu gökmavisi Plymouth hâlâ kapının önünde duruyordu, evin içindeki Bebek Kochamma da hâlâ yaşıyordu.
Bebek Kochamma, Rahel’in büyük halası, büyükbabasının kız kardeşiydi. Asıl adı Navomi’ydi, Navomi ipe, ama herkes ona Bebek derdi. Hala olacak yaşa geldiğinde Bebek Kochamma denir oldu. Rahel onu görmeye gelmemişti. Ne bebek büyük hala ne de yeğeni bu konuda hayal kurmazlardı. Rahel erkek kardeşi Estha’yı görmeye gelmişti. Çift yumurta ikiziydiler. Tıp dilinde “dizygot” dediklerinden. Aynı anda döllenen iki ayrı yumurtadan doğmuşlardı. Estha -Esthappen- on sekiz dakika daha büyüktü.
Estha ile Rahel birbirlerine pek benzemezlerdi; sıska, tahta göğüslü, bağırsakları kurtlu ve Elvis Presley bukleli oldukları yıllarda bile, AyemenenVdeki eve bağış toplamaya gelen Süryani piskoposların ya da sırıtan akrabaların arasından hiç, “Hangisi hangisiydi?” ya da “Kim kimdi?” türünden soru soran çıkmamıştı.
Karışıklığın kökü daha derin, daha saklı bir yerdeydi.
Belleğin yeni başladığı, hayatın “Başlangıç”larla dolup taştığı, “Son”ların ise olmadığı, “Her Şey”in “Sonsuza Kadar” olduğu o ilk, değişken yıllarda, Rahel ile Esthappen ikisinin birlikte “Ben” olduğunu düşünüyorlardı; ayrı ayrı, bireysel olarak da “Biz” ya da “İkimiz” diyorlardı. Sanki az rastlanır bir Siyam ikizi türüydüler de bedenleri ayrı, kimlikleri ortaktı.
Şimdi, bunca yıl sonra Rahel’in aklına, bir gece uyanıp Estha’nın gördüğü saçma düşe güldüğü geliyor.
Sahip olmaya hakkı olmadığı başka anıları da var Rahel’in.
Örneğin Portakallı içecek Limonlu içecek Adamı’nın, Abhilash Sineması’nda Estha’ya ne yaptığını da (oysa kendisi orada değildi) anımsıyor. Madras’a giden Madras postasındaki domatesli sandviçlerin -Estha’nın yediği Estha’ nın sandviçleriydi bunlar- tadını da anımsıyor.
Ve bunlar yalnızca küçük şeyler.
Bununla birlikte, şimdi Estha ile Rahel’i düşünürken, onlar diye düşünüyor; çünkü o ikisi, birbirinden ayrı olunca, artık eskiden oldukları ya da olacaklarını sandıklan gibi değiller.
Asla da olamayacaklar.
Yaşamlarının artık bir boyutu ve biçimi var. Estha’nın kendi hayatı var, Rahel’in de.
İkisinin farklı ufuklarında Köşeler, Sınırlar, Sınır Çizgileri, Kıyılar ve Uç Noktalar cüce cinler gibi görünüvermişti. Puslu kıyılarda devriye gezen uzun gölgeli kısa boylu yaratıklar. Her ikisinin de gözlerinin altı çöktü; Ammu’ nun ölürkenki yaşındalar şimdi. Otuz bir.
Yaşlı değil.
Genç de değil.
Ama yaşanabilir, ölünebilir bir yaş.
Az kalsın bir otobüste doğuyorlardı, Estha ile Rahel. Babaları Baba’nın, anneleri Ammu’yu doğum için Shillong’daki hastaneye götürdüğü otomobil, çay bahçelerinin arasından kıvnla kıvnla geçip Assam’a giden yolda bozuldu. Otomobili bırakıp kalabalık bir halk otobüsünü durdurdular. Yoksulların, kendilerine kıyasla oldukça varlıklı olanlara duyduğu tuhaf acıma yüzünden ya da belki de Ammu’nun gebelikten gerilmiş karnını gördüklerinden, otobüsteki yolcular karı koca için yer açtılar; yolculuğun sonuna kadar Estha ile Rahel’in babaları, annelerinin karnını (bebekler içindeyken), sallanmasın diye eliyle tutmak zorunda kaldı. Bu olay, karı koca boşanmadan ve Ammu, yerleşmek üzere Kerala’ya geri dönmeden önce olmuştu.
Estha’ya kalırsa, otobüste doğmuş olsalardı ölene kadar otobüslerde bedava yolculuk edebileceklerdi. Bu bilgiyi nereden edindiği ya da böyle şeylerin aklına nasıl geldiği belli değildi; ancak ikizler yıllar yılı, ömür boyu otobüsle bedava yolculuk etmelerini engelledikleri için ana-babalarına karşı hafif bir öfke duydular.
Yaya geçidinde ölmeleri halinde hükümetin cenaze masraflarını üstleneceğine de inanıyorlardı. Yaya geçitlerinin bu amaçla var olduğuna da kesinlikle emindiler. Bedava cenaze için. Elbette Ayemenem’de üzerinde ölünecek çizgili yaya geçitleri yoktu, ya da en yakın kasaba olan Kottayam’da; ama iki saatlik yoldaki Koçin’e gittiklerinde otomobilin penceresinden böyle geçitler görmüşlerdi.
Çizgili yaya geçidinde ölmediği için hükümet, Sophie Mol’un cenaze masraflarını üstlenmemişti. Onun cenaze töreni Ayemenem’in yeni boyalı eski kilisesinde yapılmıştı. Sophie, Estha ile Bahel’in kuzeni, dayıları Chacko’nun kızıydı. Onları ziyaret etmek üzere İngiltere’den gelmişti. Öldüğünde Estha ile Rahel yedi yaşındaydılar. Sophie Mol ise neredeyse dokuz. Çocuklara uygun ölçüde özel bir tabuta konulmuştu.
Saten astarlıydı tabut.
Parlak pirinç saplı.
Tabutun içinde sarı pilili, geniş pantolonlu polyester giysisiyle, saçları kurdeleyle bağlanmış olarak yatıyordu, yanında da İngiltere’den alınan, çok sevdiği son moda çantası duruyordu. Yüzü solgun ve bir dhobi’nin uzunca süre suda kalan başparmağı kadar kırış kırıştı. Törendekiler tabutun çevresini aldılar, sarı kilise hüzünlü şarkıların sesiyle bir gırtlak gibi şişti. Kıvırcık sakallı rahipler zincire asılı günlük kaplarını salladılar ve bebeklere hiç gülümsemediler, oysa pazar günleri gülümserlerdi.
Mihrabın üzerindeki uzun mumlar eğrilmişlerdi. Kısalarsa eğrilmemişierdi.
Kendine uzak bir akraba süsü veren (kimse tanımıyordu onu) ve cenazelerde sık sık ölülerin yanı başında bitiveren (bir cenaze kuşu mu? Gizli bir ölü meraklısı mı?) yaşlı bir hanım, bir parça pamuğa kolonya damlattı, dalgın ve hafifçe meydan okuyan bir havayla pamuğu Sophie Mol’ un alnına bastırdı. Sophie Mol, kolonya ve tabut tahtası kokmuştu.
Sophie Mol’un İngiliz annesi Margaret Kochamma, Sophie Mol’un biyolojik babasının, kolunu omzuna dolayıp kendisini avutmasına izin vermiyordu.
Aile bir araya toplanmıştı. Margaret Kochamma, Chacko, Bebek Kochamma, yanında da kardeşinin karısı Mammachi, Estha ile Rahel’in (ve de Sophie Mol’un) büyükannesi. Mammachi hemen hemen kördü, evden çıkarken her zaman koyu renkli gözlük takardı. Gözlüğün gerisinden gözyaşları süzülür, saçaktaki yağmur damlaları gibi çenesinde sallanırlardı. Fildişi rengi, ütülü sarisinin içinde küçük ve hasta görünüyordu. Chacko, Mammachi’nin tek oğluydu. Kendi kederi kederlendiriyordu Mammachi’yi; oğlu nunkiyse yüreğini eziyordu
Ammu, Estha ve Rahel’in cenaze törenine katılmalarına izin verilmişse de ailenin yanında değil, ayrı bir yerde durmaları istenmişti. Hiç kimse onlara bakmıyordu.
Kilisenin içi çok sıcaktı, yılanyastığı çiçeklerinin beyaz kenarları gevreyip kıvrılıyordu. Tabuttaki çiçeklerden birinin içinde bir an Öldü. Ammu’nun elleri titriyordu, elleriyle birlikte ilahi kitabı da. Teni buz gibiydi. Estha onun yanı başında duruyordu, uyur-uyanıktı, acıyan gözleri cam gibi parlıyordu, alev alev yanan yanağını Ammu’nun titreyen, ilahi kitabını tutan kolunun çıplak tarafına dayamıştı.
Rahel ise uykulu değil, öfkeli, capcanlıydı; Gerçek Hayat’a karşı yürüttüğü savaş onu tüketmişti.
Sophie Mol’un kendi cenazesini uyanık olarak izlediğini gördü. Sophie, Rahel’e iki şey gösterdi.
Birincisi, san kilisenin yeni boyanmış yüksek tavanlı kubbesiydi, Rahel içerden hiç bakmamıştı bu kubbeye.
Gökyüzü gibi masmavi boyanmıştı, kayan bulutlar ve vızıldayarak, arkalarında çaprazlama beyaz izler bırakarak bulutların içinde uçan ufacık uçaklar vardı. Bir tabutun içinde yatıp yukarı bakarak bunları fark etmenin, üzgün kalçalar ve ilahi kitaplarının arasına sıkışarak sıraların arasında ayakta dururken fark etmekten çok daha kolay olduğu bir gerçek (söylemek gerek bunu).
Rahel, elinde bulutlar için beyaz, gökyüzü için mavi, uçaklar için gürnüş rengi boya kutuları, fırçalar ve incelticiyle yukarıya çıkmak zahmetine katlanan kişiyi düğündü. Onu gözünün önüne getirdi; Velutha gibi biri olmalıydı, çıplak bedeni pırıl pırıl, bir kalasın üzerine oturmuş, kilisenin yüksek kubbesinde bir iskeleden aşağı sarkıp kilisenin içindeki mavi gökyüzüne gümüş rengi uçaklar boyarken.
İp koparsa ne olur, diye düşündü. Kendi yaptığı gökyüzünden kara bir yıldız gibi yere düştüğünü düşündü onun. Kilisenin sıcak zemininde her yanı kırılmış olarak yatacak, kafasından salgı gibi koyu renkli kan fışkıracaktı.
Estha ile Rahel dünyanın insanları kırmak için başka yollara da sahip olduğunu artık öğrenmişlerdi. Bu kokuyu tanımışlardı. İğrençti. Rüzgârla gelen bayat gül kokusu gibi.
Sophie Mol’un Rahel’e gösterdiği ikinci şey, yarasa yavru s uydu.
Cenaze töreni sırasında Rahel, küçük kara bir yarasanın Bebek Kochamma’nın pahalı cenaze sarisine hafif kıvrık pençeleriyle yapışarak tırmandığını görmüştü. Hayvan, sariyle bluzun birleştiği yere, hüzünlü yuvarlağa, çıplak beline geldiğinde Bebek Kochamma bir çığlık attı ve elindeki ilahi kitabıyla havayı dövdü. “Ne var? N’oldu?” sözleri, kanat uğultusu, çırpınan bir sari, ilahiyi böldü.
Sakallarına gizlenen örümcekler orada ansızın ağ örmüş gibi, kederli rahipler altın yüzüklü parmaklarıyla kıvırcık sakallarım silkelediler.
Yarasa yavrusu havaya fırladı ve arkasında duman izi bırakmayan bir uçağa dönüştü.
Sophie Mol’un, tabutunun içinde gizlice takla attığını Rahel’den başka fark eden olmadı.
Kederli ezgiler yeniden başladı, aynı hüzünlü dize iki kez yinelendi. Ve sarı kilise bir kez daha seslerle bir gırtlak gibi şişti.
Sophie Mol’un tabutu kilisenin arkasındaki küçük mezarlıkta çukura indirilirken Rahel onun hâlâ ölmemiş olduğunu biliyordu. Tabuta çarpıp onun parlak cilasını bozan kırmızı toprağın yumuşak sesini ve turuncu kil topaklarının sert seslerini Sophie Mol’un namına duydu. Cilalı tabut tahtasının arkasından, saten tabut astarının arkasından boğuk gümbürtüyü duydu. Çamur ve tahta, kederli rahiplerin seslerini boğmuştu.
Senin ellerine veriyoruz bağışlayıcı babamız. Aramızdan ayrılan bu çocuğumuzun ruhunu, Ve bedenini toprağa veriyoruz, Topraktan toprağa, külden küle, tozdan toza.
Toprağın altında Sophie Mol çığlık atıyor, dişleriyle sateni parçalıyordu. Ama toprağın ve taşın altından çığlıklar duyulmaz.
Sophie Mol soluk alamadığı için öldü.
Onu cenazesi öldürdü. Tozu toza toza toza toza. Mezar taşında Yanımızda Kısacık Kalan Bir Güneş Işığı yazıyordu
Ammu daha sonra, “Kısacık”ın Çok Kısa Bir Süre anlamına geldiğini söyledi.
Cenazeden sonra Ammu ikizleri Kottayam Karakolu’na gen goturdu Oranın yabancısı değillerdi. Bir önceki günün büyükçe bir bölümünü orada geçirmişlerdi. Bayat idrarın keskin, insanı çarpan pis kokusunun duvarlara ve mobilyaya sinmiş olduğunu bildikleri için koku başlamadan çok önce burun deliklerini tıkadılar.
Ammu komiserle görüşmek istedi, odaya alınınca da ona korkunç bir yanlışlık yapılmış olduğunu ve ifade vermek istediğini söyledi. Velutha’yı görmek istedi.
Müfettiş Thomas Mathe’nun bıyığı, Hindistan Havayollarının sevimli Maharaja’sınınki gibi oynaştı, ama bakışları kurnaz ve açgözlüydü.
“Bütün bunlar için geç kalmadınız mı?” diye sordu. Malayalam’ın Kottayam’da konuşulan kaba lehçesiyle sormuştu bunu. Konuşurken Ammu’nun göğüslerine bakıyordu. Polisin, bilmesi gereken her şeyi bildiğini ve Kottayam polisinin veshya’ların ya da onlann piçlerinin ifadelerini almadığını söyledi. Ammu, görürsünüz, dedi. Müfettiş Thomas Mathew masasının çevresinden dolandı ve elindeki copuyla Ammu’ya yaklaştı.
“Senin yerinde olsaydım,” dedi, “sesimi çıkarmadan evime giderdim.” Sonra da copuyla Ammu’nun göğüslerine dokundu. Yavaşça. Pıt, pıt. Sanki bir sepetten mango seçiyordu kendine. Paketlenip kendisine gönderilmesini istediklerini gösteriyordu sanki. Müfettiş Thomas Mathew, kime bulaşıp kime bulaşmayacağını biliyor gibiydi. Polislerin böyle bir içgüdüsü vardır.
Arkasındaki mavili kırmızılı bir tabelada şöyle yazıyordu:
P arlak zekâ
O nur
L ekesizlik
İ taat
S adakat
Karakoldan çıktıklarında Ammu ağlıyordu; bu yüzden Estha ile Rahel ona veshya’mn ne anlama geldiğini sormadılar. Ya da piç’in. Annelerini ilk kez ağlarken görüyorlardı. Hıçkırmıyordu. Yüzü taş kesilmiş gibiydi, ama gözyaşları gözlerinden fışkırıyor, kıpırtısız yanaklarından aşağı süzülüyordu. İkizler korkudan donmuşlardı. Ammu’nun göz…