bazen çekilin acılar, merhametin bir ışık gibi yüreğimize süzüldüğü kirli bir pencere gibidir…
Kapısından iyilik ve umudun girmediği bir bina…
Karanhk, rutubetli bir bodrum katı…
Soğuk beton bir oda…
Arnavutluk’taki bir hapishanede ajan olduğu tahmin edilen kimliği belirsiz bir adam vahşi işkencelerle sorguya çekilir. En ağır eziyetler karşısında bile Esir’in bitmek bilmeyen direnişi ve sessizliğini koruması herkesi ürkütür. Peki kimdir bu adam?
Bir suikastçı mı? Katil mi? Yoksa ilahi bir güç mü?
Gördüğü zulme rağmen hayatta kalan Esir, hapishaneden kaçmayı başarır ve kimsenin bilmediği gizemli misyonunu tamamlamak üzere Kudüs’e gider. Hapishane sorumlusu Vlora, Esir’in yerini öğrenir ve onun izini sürmeye başlar. Vlora’nın Esir’le Kudüs’teki karşılaşması ise, onları hiç tahmin etmeyecekleri bir yüzleşmenin eşiğine getirir. Acaba hangi duygu galip gelecektir? İntikam mı, yoksa vicdan mı? Asıl merak edilen soru ise, Kudüs’teki tkutsal mezarın üzerinde cesedi bulunan esrarengiz adamın bu olaylarla bir ilgisi olup olmadığıdır…
Şeytan‘ın (The Exorcist) yazarı William Peter Blatty’nin uzun bir aradan sonra kaleme aldığı yeni kitabı Kutsal Mezarın Günahkâr Misafiri, inanç ve sevgi, günah ve hoşgörü, intikam ve merhamet gibi birbirine geçmiş duyguların insan doğasındaki yerini harikulade bir dille anlatıyor.
***
Sorgucu, güneşten doksan üç milyon mil uzakta, zarafet ve umudun hiç dokunmadığı bir geçitler, hücreler, odalar labirentinin ortasındaki penceresiz beton bir odada, önündeki defter kadar boş bir zihinle ahşap masanın arkasında oturuyordu. Esir’in her yanından sefalet ve acı akıyordu. Yedi gün süren işkenceden sonra bile tek kelime etmemişti. Ellerini tutan kelepçelere asılmış ve başı öne düşmüş halde ayakta duruyor, rahatlıkla arasında bir engel gibi duran odanın ortasındaki kör edici spot ışığı üzerine vuruyordu.
“Kimsin sen?”
Sorgucu’nun sesi duygusuzdu. Bütün sorular sorulmuş, hiçbiri cevaplanmamıştı. Şimdi hepsi, Esir’in adı, doğasını gösteriyormuş gibi tek bir noktada toplanmıştı.
“Kimsin sen?”
Sorgucu bitkin bir şekilde bekliyor, defterin ter damlalarıyla ıslanmış sayfalarına kısık gözlerle bakıyordu. Odanın sessizliğinde kendi nefesini ve koyu meşe masanın lekeli yüzeyine vuran tükenmezkalemin hafif tıkırtısını duyuyordu. Bir an için duvarların ardından gelen belli belirsiz bir ses duydu: Ayak sesleri ve bir vücudun sürüklenmesi. Seslerin gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu bilemiyordu. Burada havadaki toz bile çığlık atıyordu. Başka bir tuhaf ses daha eklendi sonra. Neydi bu? Sorgucu, kalemini masanın üzerine bırakıp bakışlarını Esir’e çevirdi; adam sessizdi, hiç kıpırdamıyordu, zamana gömülmüş gibi görünüyordu. Parmak uçlarından taş zemine kan damlıyordu; bir damla… bir damla daha… tırnaklarının kerpetenle çekildiği yerlerden.
Sorgucu sandalyesinden huzursuzca kıpırdandı.
Masanın üzerinde duran kalemine baktı.
“Kimsin sen?”
Sessizlik bile nefesini tutmuş gibiydi.
Sorgucu’nun başparmağı gözlük camlarının altına daldı ve sulanmış bir gözünü ovalarken gözlük biraz yerinden oynadı. Gözlüğünü dikkatle çıkarıp hafif naftalin kokan, rengi atmış beyaz pamuklu mendiliyle, altın çerçeveli yuvarlak gözlük camlarını sildi. Bitirdikten sonra parşömen rengi ince elleriyle gözlüğünü tekrar takıp iriyarı işkenceciye başıyla emir verdi.
“Devam et,” dedi sessizce.
İşkenceci ışığa adım attı, duraksadı, Esir’in yanağını nazikçe okşadı, sonra aniden elindeki lastik copla Esir’in kasıklarına sert bir darbe indirdi. Esir dizlerinin üzerine çökerek darbeyi sindirdi, gıkını bile çıkarmadı. Sorgucu’nun parmak uçları solgun ince dudaklarını yarık gibi gösteren bir yara izine dokundu ve üzerinde hiçbir rütbe işareti bulunmayan asker yeşili tulumunun yakasının altında boynunun tuhaf bir şekilde gergin ve sıcak olduğunu fark etti. Mantığa meydan okuyan bir şekilde, Esir onu korkutuyordu. Uzaktan bakan birinin rengini anlayamayacağı yıldızlar gibi, içinde korku verici bir ışık parlıyordu sanki.
Ona tesadüfen rastlamışlardı. 25 Eylül Pazar günü, Spac adlı kuzeydeki bir dağ köyünün yakınlarında, bir polis birliği, eğitimli köpekler ve milisler, Güvenlik Şefi Mehmet Şehu’ya düzenlenen suikast girişiminin zanlısını arıyorlardı. Şehri denetleme turuna çıkmak için Askeri Polis Merkezi’nden ayrıldığında kimliği belirsiz ve yeri belirlenemeyen kişiler tarafından ateş açılmış, Şehu, Shkoder civarında Rus i Madh adında tarihi bir hapishaneye sığınmıştı. Adamlardan biri yakalanmıştı; Domni köyündendi ve işkence altındayken kendi köyünden ikinci bir adamın olduğundan söz etmişti: Yugoslavya’ya kaçtığına inanılan Kasım Bey adında bir giysi tüccarı. Arama grupları olası kaçış yolu olarak düşünülen güzergâhları hızla taramıştı: Batıda çamur renginde akan Buna Nehri ile kuzeyde Dukajini Dağları’nın sırtlarında kalan sözde Çoban Geçidi. Beklenmedik yağmurlarla kabarmış olmasına rağmen Buna’nın zorlu suları, iki yüz metreden biraz fazla olan en dar yerinden geçit veriyordu; ancak, çok az Arnavut tarafından bilindiği ve şüphelinin köyüne yakın olduğu için, elli sekiz silahlı gönüllü ve üç köpek buraya odaklanmıştı. Tırmanışları zorluydu ve kumtaşlarının, kireçtaşlarının ve dondurucu tepelerin arasında nefes nefese kalmışlardı. Burası “Lanetli Bölge” adıyla biliniyordu. Ama arama ekibi kimseyi bulamamış, olaysız bir dönüş yolculuğuna başlamıştı; ta ki beklenmedik bir şekilde Esir’le karşılaşana kadar. Köpeklerden biri -muazzam büyüklükte kas yığını bir Mastı- ağaçların arasındaki bir çıtırtıya doğru salıverilmişti ve hayvan daha sonra altın rengi ve turuncu yaprakların arasında uyuyormuş gibi hareketsiz halde yatarken bulunmuştu. Boynu kırılmıştı. Grubun lideri, Rako Bey adında genç bir demirci, üzerinden bir gölgenin geçtiğini hissetmiş ve böyle bir köpeği bu şekilde öldürebilecek bir insanın gücünü hayal edemediğini söylemişti. Nefesi kararan ortamda beyaz bir ateş gibi çıkarken kısık gözlerle ormanı taramış, ağaçların arasında havada asılı duran bir bulut dışında hiçbir şey görememişti. Güneş batıyordu. Ormanın perili olduğuna inanılıyor, çıplak dallar akla kötü düşünceler getiriyordu. Bey, annesini düşünmüştü. Tüfeğini omzuna atarak gruba ilerleme emri vermişti. Kelleza’daki ikinci bir görev için uzaklaşmışlardı: Bir katilin -köylü bir fırıncı- yakalanması. Bu görev başarıya ulaşamasa da labirent gibi yolun sonunda başka bir sonuç elde etmişler, Esir’le karşılaşıp onu yakalamışlardı, ki Sorgucu’nun gözünde bu, Tanrı tarafından yazılmış bir yazgı gibiydi.
Fırıncının peşinden gitmek tehlikeli bir işti. Katilin akrabaları dağlı aşiret üyeleriydi ve tutuklama girişimine direnme olasılıkları yüksekti. Çünkü cinayet kökleri akıl almayacak kadar derinlere uzanan bir kan davasının parçasıydı. Micoi köyünden kendi halinde, sessiz, sakin bir adam, kapalı alanda intikam hareketlerini yasaklayan yazısız kanun bessaya uyarak sadakatsiz karısını evlerinin dışına sürüklemiş ve gün ışığında kafasına bir kurşun sıkarak öldürmüştü. Sonra kadının cansız beynindeki gümüş kurşun, kurbanın ağabeyinin rızasının alındığını gösteren bir işaret olarak kocaya verilmişti. Her şey bununla sonlanabilirdi ama kadının sevgilisi, tutku suçlusu bir adam, çılgına dönerek kocayı evinde bulup öldürmüştü. Karısının sevgilisi rakip aşiretten olduğu için, kocanın kardeşi intikam almıştı. Buna karşılık öldürülen sevgilinin babası onu bulmuş, adam bessanın koruyuculuğuna sığınmak için karısı ve kırmızı yanaklı, gri gözlü iki yaşındaki oğluyla yaşadığı evden çıkmayı reddetmişti. Böylece, çiftçi ve giderek artan korkusu evin içinde gergin bir hayalet gibi dolaşırken haftalar boyunca hiçbir şey olmamıştı. O gergin gecelerde evde tuhaf sesler duyuluyordu ve uzun süre kapalı kalmaktan oluşan bir yakınlıkla çiftçiyle korkusu, zaman zaman birbirleriyle fısıldaşlyorlardı; hatta bir defasında aralarında çılgınca bir kahkaha patlamıştı. Sonra yıldızların görünmediği bir gece, çiftçi sürüsündeki bir keçinin çığlıklarıyla huzursuz uykusundan uyanarak yerinden fırlamıştı. Hayvan yaralanmış gibi sürekli bağırıyordu. Çiftçi kulak kabartarak dinlemiş, korkusunun kısık horultusunu duyarak uyuduğuna karar vermiş ve gıcırdayan yatağından sinirli bir şekilde kalkarak koyun yünü ceketiyle pantolonunu üzerine geçirip uykulu bir halde el yordamıyla ilerleyerek keçisine bakmaya gitmişti. Ama iyilikler her zaman ödüllendirilmezdi. Evle ahır arasındaki iki yükseltinin ilkini tırmanırken, karısının sevgilisi olan adamın babasının kendisine kurduğu tuzaktan habersizdi. Grodd adında bir fırıncı olan intikamcı,
keçiyi bacağından tutarak ikinci yükseltinin arkasında gizlenmişti ve hiç durmadan hayvanın kulağını büküyordu. Ama o anda yazgı işe karışmış, belki uyku sersemliğinden veya dikkat dağınıklığından, olmaması gereken yerde duran bir taş veya kök yüzünden, çiftçi keçiye doğru yürürken yükseltilerin ilkine tırmandığında tökezlemiş ve aniden aşağıdaki dereye doğru uçuvermişti. “Düşüyorum!” diye bağırmıştı ve “Bu olamaz!” diye eklemişti, çünkü hayatı boyunca örnek biri olmuştu. Gerçi düşerken ağzından çıkanlar yüzünden bu ünü lekelenmek üzereydi ama düşüşün sonunda başını çarptığı keskin kenarlı bir kaya bunu engellemişti. Grodd kırılan kemiklerin sinir bozucu sesini duymuştu ve düşmanının kendi eli yerine başka bir nedenden ölüyor olabileceği düşüncesiyle sarsılmıştı. Durumun dehşetini kavradığında; çiftçinin yanında durup çömelerek adamın akan kanını hissettiğinde öfkeyle homurdandı ve olanların adaletsizliğine lanetler okudu. Nazardan korunmak için bir tılsım takmıyor muydu? Pişirdiği her ekmek somununun üzerinde istavroz çıkarmıyor muydu? İblisler bu gecenin kontrolünü nasıl olmuş da ele geçirmişlerdi?
Grodd çiftçiyi evine götürmüş, karısını uyandırmış vc yakındaki köye koşarak doktoru alıp eve getirmişti. Ama bunların hiçbir yararı olmamıştı. Yaşlı doktor yarayı inceledikten sonra fırıncıya ciddi bir ameliyat gerektiğini, yoksa çiftçinin birkaç saat içinde öleceğini söylemişti.
“Beyin kanaması geçiriyor,” diye açıklamıştı doktor.
“Nedeni iblisler!” diye bağırmıştı fırıncı.
Karısı hemen istavroz çıkarmıştı.
Yaşlı doktor omuz silkerek gitmişti.
Grodd yatağın yanında öfkeyle küfürler savururken, hâlâ baygın olan çiftçi çok geçmeden ateşlenmiş, zatürreeye yakalanmış ve üç gün sonra ölmüştü.
Grodd gözyaşlarına boğulmuştu.
“Onu iblisler öldürdü!” diye bağırmıştı bir ara.
“Evet, sadece zatürree gibi görünüyordu,” demişti karısı.
Sonrasında kimse bir şey söylememişti.
Bessa kanununun gerekleri, bir erkeğin öldürülmesi dışında hiçbir şekilde yerine getirilemezdi. Dolayısıyla çiftçinin ölümünden bir yıl sonra, nihayet dikkatler dağılmaya başladığında, fırıncı Grodd, çiftçinin evine dönmüş, gelinciklerin daha mavi ve Bengal ışığından daha canlı olduğu hayali bir tarlada, güneşin altında ve tatlı bir esintinin kucağında oynayan iki yaşındaki çocuğa rastlamıştı. Fındık ve vişne ağaçlarının, sarmısak ve maydanozların, cıvıldayan tarlakuşlarının ve kutup tilkisi kadar beyaz yaprakları olan papatyaların arasında, çocuğun siyah kanatlı bir kelebeği kovalayışını izlemiş, uzaktan gelen bir inek çanının sesini dinlemiş, kendi gençliğini hatırlamış, küçük çocuğun güldüğünü duymuş, derin bir nefes almış ve çocuğu iki kaşının arasından vurmuştu. Esir’le karşılaştıklarında arama grubunun peşinde olduğu kişi Grodd’du.
Bazıları bunun sadece tesadüf olmadığını düşünüyordu.
KELLEZA GÖNÜLLÜ BİRLİĞİNİN LİDERİ RAKO BEY’İN 10 EKİM’DE ALINAN RAPORUNDAN
Soru: Seni o eve yönlendiren neydi?
Cevap: Hiçbir şey, Efendim. Grodd’un orada oturan kör adamla bağlantısı vardı ama sonuçta köylülerin çoğuyla akrabaydı zaten. Bizi oraya yönlendiren bir şey yoktu, Albay. Sadece yazgı.
S: Saçma sapan konuşma.
C: Affedersiniz, Efendim.
S: Yazgımız kendi elimizdedir.
C: Evet, kesinlikle.
S: Şu eve dönelim…
C: Ah, köyün dışında başka bir evdi. Günbatımından kısa bir süre sonra evin etrafını sardık. Hava soğuktu. İçeri girdik ve kör adamı bulduk. Ve diğerini.
S: Diğeri mi?
C: Evet. Kör adamı ateşin başında otururken bulduk. Diğeri masadaydı. Masanın üzerine bir sürü yemek konmuştu. Ayrıca lahana, ekmek, peynir, koyun eti, yumurta, soğan ve üzüm de vardı. Koyun etini ve yumurtaları gördüğümde, diğerinin konuk olduğunu, bir yabancı olması gerektiğini düşündüm ve silahımı ona doğrulttum. Grodd olabilirdi. Ama emin değildim.
S: Neden?
C: Çünkü Grodd’un mavi gözlü ve daha zayıf olduğu söyleniyordu.
S: Anlayamadım.
C: Şey, Grodd’un eşkaline uymuyordu.
S: Mavi gözlü ve zayıf Esir’i görmedin mi?
C: Hayır, elbette hayır. Esir koyu renk gözlü ve tıknaz, kaba biri. Neden öyle bakıyorsunuz?
S: Boş ver. Esir karşı koydu mu?
C: Hayır, karşı koymadı.
S: Hiçbir şey yapmadı mı?
C: Hayır, başı eğikti ve kıpırdamıyordu. Kucağında küçük bir yün battaniye vardı ve elleri onun altında olduğu için görünmüyordu.
S: Seninle konuştu mu?
C: Hayır. Konuşan sadece kör adamdı. Bize neler olduğunu, kim olduğumuzu sordu. Ona söyledim. Kimliklerini göstermelerini istedim. İhtiyar ayağa kalktığında kör olduğunu anladım ve “Boş ver, büyükbaba. Otur,” dedim. Diğeri cebinden kimliğini çıkarıp bana uzattı, kontrol ettim. Selka Dekani adında Thetili bir feta peyniri tüccarı olduğunu söyledi. Ama bence bundan fazlasıydı.
S: Nasıl yani?
C: Bilmiyorum. Açıklayamıyorum.
S: Esir’in kimliğini sana veriyorum. Dikkatli inceledin mi?
C: Şey, hayır. Yani, Grodd olmadığı belliydi ve bu yüzden sadece birkaç şeye baktım, fotoğrafı inceleyip kimliği geri verdim.