Hikaye - Öykü

Lafcadio Hearn – Kvaidan – Tuhaf Şeylere Dair Öyküler

Binlerce Japon ve Amerikalı için durum aynıdır: Lafcadio Hearn adı onlara büyülü bir şey ifade eder. Çok uzun bir geçmişten günümüze ulaşan, gerçekdışı bir yaşama dair olsalar da, ruhsal gerçekliğin ürpertici duygusunu aktaran, kırılgan, saydam, hayaletlerle dolu öykülerin sihridir bu. Kvaidan, “tuhaf öyküler” demektir.

Bu konu, bu türün üstadı Edgar Allan Poe’nun başını çektiği sayısız büyük yazarın da yüreğini ve düşgücünü ele geçirmiştir. Japonya’yı ziyaret etmeye karar verip ardından da bu ülkeye yerleşmeden önce de, Lafcadio Hearn’ün gerçekdışı olayları yazma deneyimi olmuştu.

Kısmi körlüğüyle bir türlü içinden atamadığı karanlık korkusu, onu hüzünlü bir yaşama, tuhaf işler peşinde koşmaya sürüklemişti. Yazarın bu alana olan merakının belirgin izlerini, Kvaidan’dakine benzer öyküleri barındıran Bazı Some Chines Ghosts (Çin Hayaletleri) adlı kitabında da bulmak olası.

Binlerce Japon ve Amerikalı için durum aynıdır: Lafcadio Hearn adı onlara büyülü bir şey ifade eder. Çok uzun bir geçmişten günümüze ulaşan, gerçekdışı bir yaşama dair olsalar da, ruhsal gerçekliğin ürpertici duygusunu aktaran, kırılgan, saydam, hayaletlerle dolu öykülerin sihridir bu. Kvaidan “tuhaf öyküler” demektir.

Bu konu, bu türün üstadı Edgar Allan Poe’nun başını çektiği sayısız büyük yazarın da yüreklerini ve düş güçlerini ele geçirmiştir. Japonya’yı ziyaret etmeye karar verip ardından da bu ülkeye yerleşmeden önce Lafcadio Hearn’ün gerçekdışı olayları yazma deneyimi olmuştu. 1880’de bir New Orleans gazetesinde “Fantastics” adlı dizisi yayımlandığında, gerçekdışı olaylara meraklı okurlar bu yazarla ilgilenmeye başlamıştı.

Bu tarihten önce de kısmi körlüğü ile bir türlü içinden atamadığı karanlık korkusu, bunlara ek olarak asla baş edemediği aşağılık duygusu, onu hüzünlü bir yaşama, tuhaf işler peşinde koşmaya sürüklemişti. Yazarın bu alana olan merakının belirgin izlerini, Kvaidan’dakine benzer öyküleri barındıran ve 1887’de yine Amerika’da yayımlanan Bazı Çin Hayaletleri adlı kitabında da bulmak olası.

Kvaidan kitabı iki bölümden oluşur. Birincisi olan ve kitaba adını veren “Kvaidan” bölümünde, kimi üç-dört sayfalık, kimiyse on sayfayı aşan on yedi öykü bulunur. İkinci bölüm ise “Böcekler Üstüne Çalışmalar” adını taşır. Burada yer alan ve yazarın kendi ağzından yazılmış öykülerde kelebekler, sivrisinekler ve karıncalar anlatılır. Yazar yine tuhaf bir anlatımı yeğlerken, bu üç türün özellikleriyle birlikte Japon kültüründeki yerlerinin tanımlarında Zen Budizmi temellerine yaslanır.

Birazdan okuyacağınız Kvaidan ya da Tuhaf Öyküler’in birçoğu, Yaso-Kidan, Bukkyo-HyakkvaZenşo, Kokon-Çomonşu, Tama-Sudare, Hyaku-Monogatari gibi eski Japon kitaplarından alınmıştır. Bazıları Çin kökenli olabilir; örneğin dikkate değer öykülerden biri olan “Akinosuke’nin Düşü” kaynağını kesinlikle Çin’den almış olmalı. Fakat öyküleri anlatan kişiler, her seferinde, ellerine geçen malzemeyi yeniden biçimlendirip ona yeni renkler katarak doğallığını korumak isterler.

Acayip öykülerden birini, “Yuki-Onna”yı, Musaşi eyaletinden Çofulu bir çiftçi olan Nişitama-gori, doğduğu köyün öykülerinden biri olarak bana aktarmıştı. Japonca olarak kaleme alınıp alınmadığını bilmiyorum; ama kayda geçirdiği olağanüstü inanç Japonya’nın birçok yerinde, değişik biçimlere bürünerek ortaya çıkardı. “Riki-Baka” vakası ise kişisel bir deneyimdi ve olayın hemen ardından, yalnızca Japon anlatıcının sözünü ettiği ailenin adını değiştirerek, olduğu gibi yazdım.

Bundan yedi yüz yıl kadar önce Şimonoseki Boğazındaki Dan-no-ura’da, Heike ya da Taira diye bilinen kabile ile Genci ya da Minamoto denen kabile arasında, nicedir sürüp giden çatışmaların sonuncusu olarak, bir deniz savaşı yapılmıştı. Bu savaşta Heike kabilesi, çoluk çocuk, kadın erkek, başlarında çocuk yaştaki imparatorları Antoku Tenno ile birlikte yok olup gitti. O deniz ve o kıyı da neredeyse yedi yüz yıl boyunca hortlaklı yerler olarak bilindi.

Bir kez daha belirtmiş olduğum gibi, oralarda yaşayan tuhaf bir yengeç türüne Heike yengeci denir; çünkü sırtlarında insan çehresini andıran çizgiler vardır ve Heike savaşçılarının ruhlarını taşıdıklarına inanılır. 1 O kıyı boyunca görülecek ya da işitilecek tuhaflıklar bununla da kalmaz. Karanlık gecelerde kumsalda ya da dalgaların üstünde, hayaletler gibi binlerce ateş ya da balıkçıların Oni-bi, yani “şeytan ateşleri” dedikleri solgun ışıklar belirir ve rüzgâr çok şiddetli estiğinde denizden bir savaşın seslerini andıran bağırtılar gelir.

Önceki yıllarda Heikeler şimdi olduğundan çok daha fazla huzursuzdular. Geceleri, seyretmekte olan gemilerin karşısına çıkıp onları batırmaya uğraşırlar, gün boyunca da denizde yüzenleri yakalayıp derinlere çekmeye çalışırlardı. İşte bu ruhları biraz olsun yatıştırabilmek için Akamagaseki’de 2 bir Budist tapınağı olan Amidaci inşa edildi. Yakınlarına, kumsalın kıyısına da bir mezarlık yapıldı. Mezarlığa anıtlar dikilerek üstlerine, suya dökülen kabilenin üyeleriyle imparatorlarının adları işlendi.

Burada, ölenlerin ruhlarını huzura kavuşturmak için düzenli olarak Budist ayinleri yapılıyordu. Tapınağın inşaatı bittikten, mezar taşları da dikildikten sonra Heikeler çevrelerine daha az huzursuzluk verir olmuşlardı, ama yine de, tümüyle huzura kavuşamadıklarını belli edercesine, arada bir tuhaf şeyler yapmayı sürdürüyorlardı.

Birkaç yüz yıl önce Akamagaseki’de Hoiçi adında, biva 3 çalışındaki üstün yeteneğiyle tanınan kör bir adam yaşardı. Bu çalgıyı öğrenmeye çocukluğunda başlamış, bu sanatı ona öğreten ustaları çoktan aşmıştı. Profesyonel bir çalgıcı ve destanları dile getiren biva-hoşi, yani “saz üstadı” olarak, özellikle Heike ve Genci tarihini anlatan ezgileriyle ün yapmıştı.

Hatta, Dan-no-ura Savaşı’nı anlatan şarkıyı çalıp söylediğinde kicinlerin 4 bile kendilerini tutamayıp gözyaşları döktükleri” söylenirdi. Ünlü olmasına ünlüydü, ama yoksul bir adamdı Hoiçi; yine de kendisine yardım edecek bir dost bulmuştu. Amidaci’nin başrahibi şiir ve müzik meraklısı olduğundan, çalıp söylemesi için Hoiçi’yi sık sık tapınağına davet ediyordu. Derken, adamın olağanüstü yeteneğinden pek etkilenen Rahip, Hoiçi’ye tapınağı mesken edinmesini önerdi.

Bu öneri karşı taraf için sevindirici bir haber olmuş ve hemen kabul görmüştü. Böylece Hoiçi’ye tapınak içinde bir oda tahsis edildi. Barınma ve beslenme karşılığında yalnızca bazı gecelerde rahip için çalıp söylemesi bekleniyordu; geri kalan zamanda istediğini yapmakta özgürdü. Bir yaz gecesiydi. Rahip, ölen birine Budist ayin yapmak üzere çağrılmış ve kalkıp gitmişti. Yardımcısını yanına almış, Hoiçi’yi tapınakta yalnız bırakmıştı.

Sıcak bir geceydi; bu yüzden de kör adam biraz serinleyip sonra odasına çekilmek niyetiyle verandaya çıktı. Veranda tapınağın arkasındaki küçük bahçeye bakıyordu. Hoiçi orada rahibin dönmesini beklemeye koyuldu; bir yandan da yalnızlığını unutabilmek için biva’sının tellerine dokunuyor, bir şeyler çalıyordu.

Gece yarısını geçmiş, ama Rahip ortalıkta görünmemişti. Hava hâlâ kapalı bir yerde uyumaya olanak tanımayacak kadar sıcaktı; bu yüzden de Hoiçi dışarıda kalmayı yeğliyordu. Derken arka taraftaki bahçe girişinden tapınağa yaklaşan ayak sesleri duydu. Biri bahçeyi geçti, verandaya doğru ilerledi, kör adamın tam önünde durdu. Ama bu gelen Rahip değildi. Boğuk bir ses, bir samurayın yamağına seslenmesi gibi, buyurgan ve fütursuz bir tavırla kör adamın adını söyledi: “Hoiçi!” Hoiçi pek şaşırmıştı, bu yüzden de hemen yanıt veremedi.

Bunun üzerine aynı ses yeniden duyuldu. Bu kez emir verir gibiydi: “Hoiçi!” “Hai!” diye yanıtladı kör adam; sesteki tehdit onu bayağı korkutmuştu. “Ben körüm! Kimin seslendiğini göremiyorum!” Daha yumuşak bir sesle, “Korkacak bir şey yok,” dedi yabancı, “bu tapınağa sana bir mesaj iletmek için uğradım. Şimdiki efendim çok önemli mevkide olan biridir. Şu sıralarda, beraberindeki birçok soylu kişiyle Akamagaseki’yi ziyaret ediyor.

Dan-no-ura savaş alanını görmek istediğinden bugün oraya gitti. Senin savaşın öyküsünü nasıl çalıp söylediğini öğrenince de huzurunda bir gösteri yapmanı buyurdu. Yani, şimdi biva’nı alıp benimle geleceksin. Bir an önce, soylu meclisin toplandığı eve gitmemiz gerekiyor.” O günlerde, bir samurayın buyruğuna karşı koymak olanakdışı sayılırdı. Hoiçi sandaletlerini ayağına geçirdi, biva’sını aldı ve yabancıyla birlikte yola koyuldu. Yabancı, kör adamın ilerleyişine becerikli bir biçimde yardım ederken acele etmeleri için ısrarı da elden bırakmıyordu.

Onu yönlendiren el demirdendi; zırhından gelen seslerden anlaşıldığına göre, bu savaşçı tepeden tırnağa silahlanmış bir haldeydi. Görev başındaki saray muhafızlarından biri olmalıydı. Hoiçi’nin ilk korkusu geçmişti; hatta yabancının söylediklerini anımsayınca, talihin yüzüne güldüğünü bile düşünüyordu: “Çok önemli mevkide olan biri…”

Birazdan çalıp söyleyeceklerini dinleyecek beyefendinin yüksek sınıftan bir daimyo 5 olduğundan kuşkusu kalmamış gibiydi. Derken samuray durdu; o zaman Hoiçi büyük bir kapının önünde olduklarını fark etti. Meraka düşmüştü; çünkü kentin bu kısmında Amidaci’den başka hiçbir yapının böylesi büyük bir kapısı olduğunu sanmıyordu. “Kaimon!” 6 diye bağırdı samuray; ardından da demirlerin açıldığı duyuldu. İkisi de içeri girdiler, geniş bir bahçeden geçtiler ve bir girişin önünde durdular.

Saray muhafızı sert bir sesle bağırdı: “İşte burada! Hoiçi’yi getirdim!” Ardından telaşlı ayak sesleri, çekilen sürgüler, açılan kepenkler, kadınların mırıltıları duyuldu. Kadınların konuşmalarından Hoiçi soylu bir evin hizmetkâr dairesinde olduğunu anlamıştı, ama yine de hangi eve getirildiğini bir türlü çıkaramıyordu. Bunu tahmin edebilmesi için ona pek az zaman tanındı. Birkaç basamak çıkmasına yardım edildikten sonra, son basamakta sandaletlerini çıkarmasını söylediler.

Bir kadın onu elinden tutup parlatılmış parkelerin üstünde, sayamadığı kadar çok sütunu ve şaşırtıcı genişlikte halıları geçerek uzunca bir süre yürüttü ve çok geniş bir salonun ortasına getirdi. Kalabalık bir topluluk olmalıydı salonda; ipeklerin hışırtısı koca bir ormandaki yaprakları anımsatıyordu kör adama. Bir yandan da değişik tonlarda mırıltılar duyuluyordu; konuşulanlar da saraylara yakışır şeylerdi.

Hoiçi’ye rahat etmesi söylendi. Hemen önüne bir diz yastığı yerleştirilmişti. Üstünde yerini aldıktan ve çalgısını ayarladıktan sonra, Roco, yani baş kadın hizmetkâr olduğunu tahmin ettiği bir kadın ona seslenerek şunları söyledi: “Şimdi Heike tarihinin biva eşliğinde söylenmesi arzu ediliyor.” Bunu başından sonuna söylemek birkaç gece sürebilirdi; bu yüzden de Hoiçi şu soruyu sordu: “Öykümü hemen anlatıp bitiremeyeceğime göre, şimdi hangi bölümü söylememi emrederler soylu efendiler?”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Franz Kafka – Ceza Kolonisinde

Editor

James Joyce – Dublinliler

Editor

Özge Calafato – Çekilir Dert Değil

Özge Calafato

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası