Hikaye - ÖyküRoman (Yabancı)

Lev Nikolayeviç Tolstoy – İnsan Ne İle Yaşar

İNSANA NE KADAR TOPRAK LAZIM?

Şehirde ya­şa­yan ve bir tüccarla ev­li olan ab­la, köy­de­ki kız kar­de­şi­ni zi­ya­re­te git­miş­ti; kar­de­şi ise bir köy­lüy­le ev­liy­di. Se­ma­ver ba­şın­da top­lan­dık­la­rın­da, ab­la kent ha­ya­tı­nın gü­zel­lik­le­rin­den, ya­şam­la­rı­nın ne ka­dar ra­hat ol­du­ğun­dan, ne ka­dar gü­zel gi­yin­dik­le­rin­den, ço­cuk­la­rın şık el­bi­se­ler gi­yi­nip ku­şan­dık­la­rın­dan, lez­zet­li yi­ye­cek­ler yi­yip ti­yat­ro­la­ra, eğ­len­ce­le­re na­sıl git­tik­le­rin­den bi­re bin ka­ta­rak söz et­me­ye baş­la­dı.

Kız kar­deş, bu söz­le­re alın­dı ve son­ra da al­sat­çı ko­ca­sı­nın ha­ya­tı­nı ye­rin di­bi­ne ba­tı­rıp köy ya­şa­mı­nı ne çok be­ğen­di­ği­ni an­lat­ma­ya ko­yul­du: “Ya­şa­dı­ğım ha­ya­tı si­zin­kiy­le de­ğiş­tir­mem!..” de­di. “Ka­ba bir ha­ya­tı­mız ola­bi­lir ama en azın­dan ka­fa­mız ra­hat. Biz­den da­ha iyi ya­şa­dı­ğı­nız doğ­ru, evet, ne var ki ge­rek­si­nim­le­ri­niz­den da­ha ço­ğu­nu ka­zan­ma­nı­za kar­şın, her şe­yi­ni­zi bir an­da yi­ti­re­bi­lir­si­niz. Ata­sö­zü­nü duy­muş­sun­dur: ‘Kâr­la za­rar kar­deş­tir.’ Bu gün ekonomik durumu iyi olan­lar, bir bak­mış­sın yi­ye­cek ek­me­ğe muh­taç ol­muş. Bi­zim ha­ya­tı­mız da­ha gü­ven­li. Bel­ki o ka­dar im­re­ni­le­si de­ğil fa­kat çok var­lık­lı ol­ma­sak da yi­ye­cek­ten ya­na sı­kın­tı­mız yok.”
Ab­la alay­lı bir ses­le:
“El­bet­te bu yi­ye­cek­le­ri do­muz­lar­la ve inek­ler­le ye­mek is­ter­sen. Sen ki­bar­lık­tan ne an­lar­sın! Ko­can ta şa­fak­tan gün­ba­tım­la­rı­na ka­dar ça­lış­sın, siz de ço­cuk­la­rı­nız­la be­ra­ber güb­re­le­rin üze­rin­de ya­şa­ma­ya de­vam edin!”

Kü­çük kar­deş:
“O ka­dar önem­li mi bu?” de­di. İşi­mi­zin ka­ba ve yo­ru­cu ol­du­ğu­na sö­züm yok; fa­kat gü­ven­li. Kim­se­le­re avuç aç­ma­dan ya­şa­ya­bi­li­yo­ruz. Pe­ki siz? Kent­le­ri­niz tür­lü yüz kı­zar­tı­cı şey­ler­le do­lu; bu­gün­ler­de pek so­run ya­rat­maz ama peki ya ge­le­cek­te? Ko­can ku­mar­la, iç­ki ya da ka­dın­la yol­dan çı­kar­sa?.. Her şey mah­vol­maz mı o za­man? Böy­le­si şey­ler­le sık sık kar­şı­laş­mı­yor mu­sun?

Ai­le re­isi Pa­hom, uzan­dı­ğı şö­mi­ne­nin üs­tün­den ka­dın­la­rın ko­nuş­ma­la­rı­na ku­lak ve­ri­yor­du.
‘Har­fi­yen öy­le!..’ di­ye ge­çir­di için­den. ‘Biz köy­lü kıs­mı, ço­cuk­luk­tan baş­la­ya­rak top­ra­ğı ekip biç­me­ye o ka­dar kap­tır­dık ki böy­le­si şey­ler dü­şün­me­ye vak­ti­miz kal­mı­yor. Kay­gı­lan­dı­ğım tek şey, top­ra­ğı­mı­zın az ol­ma­sı. Eğer da­ha faz­la tar­lam ol­say­dı, kim­se­ler­den kork­maz­dım.’

Ab­la kar­deş çay­la­rı­nı bi­ti­rin­ce giy­si­ler­den söz et­me­ye baş­la­dı­lar; sonra da bu­la­şık­la­rı­nı yı­ka­yıp yat­tı­lar.
Ne var ki şey­tan, şö­mi­ne­nin ya­nın­da du­rup bü­tün ko­nuş­ma­la­rı din­le­miş­ti. Köy­de ya­şa­yan ka­dı­nın ko­ca­sı­nı öv­me­sin­den, ada­mın­sa da­ha faz­la ara­zi­si ol­sa kim­se­ler­den kork­ma­ya­ca­ğı­nı dü­şün­me­si­ne se­vin­miş­ti.
‘Oyun baş­lı­yor…’ di­ye dü­şün­dü şey­tan. İs­te­di­ğin ka­dar top­rak ve­rip se­ni ege­men­li­ği­me ala­ca­ğım.
Kö­yün ya­kı­nın­da, yak­la­şık üç yüz dö­nüm­lük çok bü­yük bir top­ra­ğa sa­hip bir ha­nı­me­fen­di ya­şı­yor­du. Köy­lü­ler­le hiç­bir so­ru­nu ol­ma­mış­tı bu ka­dı­nın ama, ya­nı­na es­ki bir as­ke­ri ya­naş­ma ola­rak alın­ca iş­ler bo­zul­du. Bu ya­naş­ma, kes­ti­ği pa­ra ce­za­la­rıy­la her­ke­se ya­ka silk­ti­ri­yor­du.

Pa­hom, elin­den gel­di­ğin­ce özen­li ol­ma­ya ça­lış­tıy­sa da ba­şı­na sü­rek­li ay­nı şey ge­li­yor­du; atı ha­nı­me­fen­di­nin yu­laf­la­rı­na da­lı­yor ve­ya bir ine­ği ha­nı­me­fen­di­nin bah­çe­si­ne gi­ri­yor, da­na­la­rı ha­nı­me­fen­di­nin ot­lak­la­rın­da ot­lu­yor, o da bü­tün bun­lar için pa­ra ce­za­sıy­la kar­şı­la­şı­yor­du.
Söy­le­ne söy­le­ne ce­za­yı öde­yen Pa­hom, öf­key­le git­ti­ği evin­de, bü­tün acı­sı­nı ka­rı­sın­dan çı­ka­rı­yor­du. Bü­tün ya­zı, ya­naş­ma yü­zün­den kö­tü ge­çir­di Pa­hom. Kış ge­lip de sı­ğır­lar ahır­dan çı­ka­ma­yınca an­cak ra­hat­la­mış­tı. Var­sın hay­van­la­rın yi­ye­ce­ği­ni ken­di­si ver­sin­di, en azın­dan der­di ta­sa­sı yok­tu.
O gün­ler­de baş­la­yan de­di­ko­du­la­ra gö­re, ha­nı­me­fen­di ara­zi­le­ri­ni sa­ta­cak­tı. Ana­yol­da­ki ha­nın sa­hi­bi, bu ara­zi­le­ri al­mak için gi­ri­şim­le­re baş­la­mış­tı. Bu ha­ber, köy­lü­le­ri çok kay­gı­lan­dır­mış­tı. “Ara­zi­le­ri han­cı alır­sa” di­yor­lar­dı, “Ke­si­le­cek ce­za­lar­la, ha­nı­me­fen­di­nin ya­naş­ma­sı­nı bi­le mum­la ara­tır bi­ze… He­pi­mi­zin ge­çi­mi o ara­zi­ler­den.”
Köy­lü­ler top­la­şıp ha­nı­me­fen­di­ye gi­de­rek ara­zi­le­ri­ni han­cı­ya sat­ma­ma­sı­nı is­te­yip da­ha yük­sek bir be­del öner­di­ler. Ha­nı­me­fen­di ara­zi­le­ri­ni on­la­ra bı­rak­ma­ya ra­zı ol­du. Son­ra­la­rı köy­lü­ler, ken­di­le­ri­nin bü­tün ara­zi­le­ri al­ma­sı için uğ­raş­ma­ya baş­la­dı­lar, böy­le­ce bü­tün top­rak­ları or­tak­la­şa ekip bi­çe­bi­lir­ler­di. Bu ko­nu hak­kın­da tar­tış­mak için kaç kez bir ara­ya gel­di­ler­se de bir çö­zü­me ula­şa­ma­dı­lar; şey­tan ara­ya ni­fak to­hum­ları ek­miş­ti çün­kü. Ni­ha­yet bu top­rak­ları her bi­ri­nin ala­bi­le­ce­ği öl­çü­de pay­lar hâ­lin­de al­ma­sı ka­ra­rı­na var­dı­lar. Ha­nı­me­fen­di on­la­rın bu öne­ri­si­ne de ‘evet’ de­di.
Ara­dan bi­raz za­man ge­çin­ce Pa­hom kom­şu­la­rın­dan bi­ri­nin el­li dö­nüm ara­zi al­dı­ğı­nı, pa­ra­nın ya­rı­sı­nı he­men, ka­la­nı­nı bir yıl son­ra öde­ye­ce­ği­ni duy­du; içi ha­set­le dol­du.
“Vay ca­nı­na!” de­di için­den, ara­zi­le­rin hep­si el­den çı­ka­rı­lı­yor, ben­se bir ka­rış­lık yer bi­le ala­ma­ya­ca­ğım.”
Gi­dip ka­rı­sıy­la ko­nuş­tu:
“Her­kes alı­yor…” de­di. “Ne ya­pıp edip yir­mi dö­nüm de biz al­ma­lı­yız. Ge­çim yü­kü gi­de­rek ağır­la­şı­yor. Şim­di­ki ya­naş­ma, kes­ti­ği ce­za­lar­la if­la­hı­mı­zı ke­si­yor.”
Bi­raz top­ra­ğı na­sıl ala­bi­le­cek­le­ri­ni dü­şü­nüp ta­şın­ma­ya baş­la­dı­lar. Yüz rub­le bi­rik­tir­miş­ler­di. Bir tay ve bi­raz arı sat­tı­lar. Oğul­la­rı­nı pa­ra ka­zan­ma­sı için gur­be­te yol­la­dı­lar; Pa­hom’un ma­aşı­nı da ön­ce­den alıp ka­yın­bi­ra­de­ri­ne de bi­raz­cık borç­la­ndıktan sonra, ara­zi için öde­ye­cek­le­ri pa­ra­nın ya­rı­sı­nı denk­leş­tir­di­ler.
Pa­ra­yı ya­nı­na alan Pa­hom bi­raz ağaç­lı, kırk dö­nüm­lük bir yer be­ğen­di. Ha­nı­me­fen­diy­le fi­yat­ta an­la­şıp to­ka­laş­tı­lar; Pa­hom, ha­nı­me­fen­di­ye bi­raz kaparo ver­di. Ka­lan borç için de ken­te inip se­net ha­zır­la­dı­lar. Pa­hom ya­rı­sı­nı pe­şin, ya­rı­sı­nı da iki yı­la ya­ya­rak öde­ye­cek­ti.
Artık Pa­hom da arazi sa­hi­bi ol­muş­tu. Borç al­dı­ğı to­hum­la­rı ek­ti top­rak­la­rı­na. O yıl ürün iyiy­di; bir yı­lı bi­le bul­ma­dan bü­tün borç­la­rı­nı te­miz­le­di. Ar­tık ken­di ara­zi­si­nin efen­di­siy­di; ekip bi­çi­yor, sı­ğır­la­rı­nı ken­di ot­la­ğı­na sa­lı­yor­du. Boy atan mı­sır­la­rı­na ve­ya ça­yır­la­rı­na bak­ma­ya git­ti­ğin­de se­vinç­ten ye­rin­de du­ra­mı­yor­du. Ora­da ye­şe­ren her şey, onun gö­zü­ne da­ha fark­lı, da­ha gü­zel gö­rü­nü­yor­du. Ön­ce­le­ri bu ara­zi­le­rin hiç­bir özel­li­ği yok­tu; fa­kat şim­di du­rum ta­ma­men de­ğiş­miş­ti.

Pa­hom’un ha­ya­tın­dan her­han­gi bir şi­kâ­ye­ti ve ya­kın­ma­sı yok­tu. Eğer kom­şu köy­de­ki­ler onun mı­sır tar­la­sın­dan ve ot­la­ğın­dan geç­me­se key­fi mü­kem­mel ola­cak­tı. Ki­bar­ca uyar­dı bir­kaç kez fa­kat köy­lü­ler al­dı­rış bi­le et­me­di­ler. Bu yet­mez­miş gi­bi, kö­yün ço­ba­nı da inek­le­ri­ni onun ot­lak­la­rı­na sa­lı­yor, hat­ta ge­ce­le­ri dı­şa­rı­da bı­ra­kı­lan at­lar onun mı­sır­la­rı­na da­lı­yor­du. Pa­hom, kaç kez on­la­rı dı­şa­rı deh­le­miş, sa­hip­le­ri­ni ikaz etmiş, kim­se­cik­le­re da­va aç­ma­mak için ken­di­ni zor diz­gin­le­miş­ti. Gü­nün bi­rin­de da­ya­na­ma­dı ve mah­ke­me­ye şi­kâ­yet di­lek­çe­si ver­di. Köy­lü­le­rin top­rak­sız ol­du­ğu­nu, bü­tün me­se­le­ye bu­nun ne­den ol­du­ğu­nu, özel­lik­le yap­ma­dık­la­rı­nı as­lın­da bi­li­yor­du; fa­kat şöy­le dü­şün­me­den ede­mi­yor­du:
“Ben bu­na göz yu­ma­mam; ak­si tak­dir­de ili­ği­mi ku­ru­tur­lar. Bir yo­lu­nu bu­lup on­la­ra gün­le­ri­ni gös­ter­me­li­yim.”
On­la­rı mah­ke­me­ye ve­rip gün­le­ri­ni gös­ter­di; yet­me­di, tek­rar mah­ke­me­ye yol­lan­dı ve bu­nun so­nu­cun­da bir­kaç köy­lü pa­ra ce­za­sı öde­me­ye mah­kûm edil­di. Ara­dan bi­raz za­man ge­çin­ce Pa­hom’un kom­şu­la­rı kin­len­me­ye baş­la­dı. Ki­mi za­man hay­van­la­rı­nı bi­le­rek onun tar­la­la­rı­na sal­dı­lar. Köy­lü­ler­den bi­ri, ge­ce vak­ti, Pa­hom’un ağaç­lı­ğı­na gi­dip bir­kaç kör­pe ıh­la­mu­ru bi­le kes­ti. Ağaç­lı­ğı­nın ya­nın­dan ge­çen Pa­hom’un dik­ka­ti­ni be­yaz bir şey çek­ti; bir­kaç adım yak­la­şın­ca, ıh­la­mur ağaç­la­rı­nın sa­de­ce kök­le­ri­nin kal­dı­ğı­nı, az iler­ide de ka­buk­la­rı sıy­ırıl­mış ağaç­la­rın ol­du­ğu­nu fark etti, çok öf­ke­len­di.
“Kes­ti­ği bir tek ağaç ol­sa, dert de­ğil…” di­ye ge­çir­di için­den. “Aşa­ğı­lık he­rif bir sü­rü ağaç kes­miş. Ya­pa­nı bir eli­me ge­çir­sem, li­me li­me ede­ce­ğim.”
Sü­rek­li, bu­nu ya­pa­nın kim ol­du­ğu­na ka­fa yor­du. Ni­ha­yet, ‘Ke­sin­lik­le Si­mon yap­mış­tır; baş­ka kim­se ola­maz!..’ diye düşündü.
Gi­dip Si­mon’un çift­li­ği­ne bak­tı; bir şey gö­re­me­di ama Si­mon’un yap­tı­ğı­na da­ir ka­ra­rı da de­ğiş­me­di. Bir di­lek­çe ya­zıp mah­ke­me­ye ver­di. Si­mon du­ruş­ma­ya çağı­rıl­dı. Da­va­ya bir da­ha ba­kıl­dı, onun yap­tı­ğı­na da­ir ka­nıt bu­lun­ma­dı­ğı için sa­lı­ve­ril­me­si­ ka­rarı alındı. Pa­hom’un gö­zün­de, uğ­ra­dı­ğı hak­sız­lık bü­yü­müş­tü; bü­tün öf­ke­si­ni köy he­ye­ti­ne yan­sıt­tı:
“Hır­sız­lar si­ze rüş­vet ve­ri­yor…” de­di. “Na­mus­lu ki­şi­ler ol­say­dı­nız, hır­sı­zı ser­best bı­rak­maz­dı­nız!..”
Pa­hom kav­ga et­me­dik kim­se bı­rak­ma­dı. Evi­ni kun­dak­la­ya­cak­la­rı­na da­ir söz­ler de çalınıyordu ku­lak­la­rı­na. Elin­de­ki ara­zi­ler ço­ğal­ma­sı­na kar­şın, top­lu­mda­ki say­gın­lı­ğı za­rar gör­dü. Ara­dan ge­çen za­man için­de, pek çok ki­şi­nin ye­ni böl­ge­le­re ta­şı­na­ca­ğı söy­len­ti­si çık­mış­tı.
“Top­rak­la­rım­dan ay­rıl­ma­ma ge­rek yok…” di­ye ge­çir­di için­den. “Bi­ri­le­ri ta­şı­nır­sa, bi­zim ye­ri­miz bol­la­şır. On­la­rın sat­tı­ğı top­rak­la­rı alır ara­zi­le­ri­mi ge­niş­le­ti­rim. Ha­ya­tım iyi­ce ko­lay­la­şır. Hem bu hâ­li­min çok iyi ol­du­ğu falan yok.”
Pa­hom, bir gün evin­de otu­rur­ken yo­lu kö­ye dü­şen bir çift­çi­yi ko­nuk et­ti. Köy­lü­yü ağır­la­yan Pa­hom, ona ne­re­li ol­du­ğu­nu sor­du. Köy­lü, Vol­ga’nın di­ğer ta­ra­fın­dan gel­di­ği­ni, ora­da ya­şa­dı­ğı­nı be­lirt­ti. Pa­hom bu­nun­la il­gi­le­nin­ce adam pek çok ki­şi­nin ora­ya ta­şın­dı­ğı­nı söy­le­di. Bu köy­den de ora­ya ta­şı­nan­lar var­mış. Top­lu­lu­ğa ka­tıl­mış­lar; adam ba­şı yir­mi beş dö­nüm ara­zi da­ğı­tıl­mış. Top­rak bi­re bin ve­ri­yor­muş. Ora­ya sa­de­ce üs­tün­de­ki göm­lek­le ge­len köy­lü, ar­tık al­tı at, iki inek sa­hi­biy­miş. Pa­hom’un içi­ne kıs­kanç­lık ateş­le­ri do­lar­ken “Fark­lı bir yer­de de adam gi­bi ya­şa­mak müm­kün­ken bu­ra­da ne­den se­fil ola­yım? Bu­ra­da­ki ara­zi­le­ri­mi sa­tıp ala­ca­ğım pa­ray­la ora­da ye­ni bir ha­yat ku­ra­rım. Bun­ca ka­la­ba­lık bir yer­de in­sa­nın ba­şı hiç­bir za­man dert­ten kur­tul­maz. Yi­ne de ön­ce­den gi­dip bir ba­ka­yım…” di­ye dü­şü­ndü.
Ba­ha­rın son gün­le­rin­de yo­la çık­tı. Bir va­pu­ra bi­nip Vol­ga üs­tün­den Şa­ma­ra’ya geç­ti, yak­la­şık üç yüz mi­li de yü­rü­ye­rek geçip ada­mın sözünü et­ti­ği ye­re var­dı. Ora­da gör­dük­le­ri, ada­mın an­lat­tık­la­rı­nı doğ­ru­lu­yor­du. Her­ke­se ye­te­cek kadar ara­zi var­dı; her köy­lü­ye yir­mi beş dö­nüm­lük or­tak­la­şa eki­lip bi­çi­le­cek ara­zi ve­ril­miş­ti. İs­te­yen­ler pa­ra­sı­nı öde­yip bu top­rak­la­ra da­ha ucu­za sa­hip ola­bi­li­yor­du. Du­ru­mu ye­rin­de in­ce­le­yen Pa­hom, son­ba­ha­ra doğ­ru evi­ne dö­nüp, her şe­yi­ni sa­tıp sav­ma­ya baş­la­dı; ara­zi­si­ni ve hay­van­la­rı­nı sat­tı. Top­lu­luk üye­li­ğin­den çık­tı. Ba­har ge­lin­ce­ye dek bek­le­yip ai­le­siy­le be­ra­ber ye­ni va­tan­la­rı­na doğ­ru yo­la düş­tü­ler.
Pa­hom, ye­ni yurt­la­rı­na gel­di­ği sı­ra­lar­da, bü­yük bir kö­yün top­lu­lu­ğu­na alın­ma­la­rı için baş­vur­du. Ge­rek­li ev­rak­la­rı dü­zen­le­yip ih­ti­yar he­ye­ti­ne ver­di ve on­lar­dan üye­lik bel­ge­si­ni al­dı. Ken­di­si­nin ve oğul­la­rı­nın iş­le­me­si için be­şer his­se­den yüz yir­mi beş dö­nüm ara­zi emir­le­ri­ne ve­ril­di. Pa­hom, ge­re­ken bi­na ek­len­ti­le­ri­ni yap­tı. Ar­tık es­ki­sin­den üç kat da­ha faz­la ara­zi­ye sa­hip­ti. Top­rak, mı­sır ek­me­ye epey­ce uy­gun­du. Du­ru­mu es­ki­si­ne gö­re çok da­ha iyiy­di. Ge­niş me­ra­la­rı, eki­lip bi­çi­le­bi­lir top­rak­la­rı var­dı. Bes­le­ye­bi­le­ce­ği inek sa­yı­sı sı­nır­sız­dı.
Pa­hom, ilk za­man­lar ha­ya­tın­dan mem­nun­du; ama bir sü­re son­ra, bu­ra­da­ki top­rak­la­rı­nı da az bul­ma­ya baş­la­dı. İlk yıl, or­tak ara­zi­ler­den his­se­si­ne dü­şen top­ra­ğa buğ­day ekip bol ürün al­dı. Bu yıl da buğ­day ek­mek ni­ye­tin­dey­di fa­kat or­tak ara­zi­le­ri ye­ter­siz­di. Za­ten iş­le­di­ği top­rak­lar da buğ­day eki­mi­ne ay­rıl­ma­mış­tı; çün­kü o böl­ge­de sa­de­ce hiç sü­rül­me­miş na­das­lı top­rak­la­ra buğ­day eki­le­bi­li­yor­du. İki yıl­da bir buğ­day eki­len ara­zi­ler, üzer­le­rin­de­ki ot­lar bü­yü­yün­ce­ye ka­dar na­da­sa bı­ra­kı­lı­yor­du ve böy­le­si ara­zi­le­re ta­lep faz­la, top­rak ye­ter­siz­di. Bu yüz­den sü­rek­li kav­ga­lar çı­kı­yor­du. Hâ­li vak­ti ye­rin­de olan­lar bu­ra­la­ra buğ­day ek­mek is­ti­yor, yok­sul­lar­sa bu­ra­la­rı sat­ma­yı, en azın­dan öde­ye­cek­le­ri ver­gi­le­ri çı­kar­ma­yı is­ti­yor­lar­dı. Pa­hom, da­ha faz­la buğ­day ek­mek is­te­yen­ler­den­di; tu­tup bir al­sat­çı­dan bir yıl­lık top­rak ki­ra­la­dı. Eke­bil­di­ğin­ce buğ­day ek­ti; ürün bi­re bin ver­di ama bir me­se­le var­dı: Ara­zi, kö­ye çok uzaktı. Buğ­day­la­rın ne­re­dey­se on ki­lo­met­re ka­dar ta­şın­ma­sı ge­re­ki­yor­du. Ara­dan bi­raz süre geç­ti­ğin­de Pa­hom, ki­mi al­sat­çı­la­rın uzak çift­lik­ler­de ya­şa­yıp ser­vet edin­dik­le­ri­ni fark edin­ce, “Ta­pu­su ben­de olan bi­raz ara­zi al­sam, üze­ri­ne bir çift­lik evi yap­tır­sam her şey yo­lu­na gi­rer­di…” di­ye dü­şün­dü. Bu me­se­le­ye gün­ler­ce ka­fa yor­du.
Üç yıl bo­yun­ca top­rak ki­ra­la­yıp buğ­day ek­me­yi sür­dür­dü. İyi ürün alı­yor­du ve pa­ra bi­le bi­rik­ti­re­bi­li­yor­du. As­lın­da hiç ya­kın­ma­dan ya­şa­yıp gi­de­bi­lir­di ama her yıl top­rak ki­ra­la­mak için ter dök­mek gö­zü­nü yıl­dır­mış­tı. İyi ara­zi­ler ol­du­ğu bi­li­nen yer­le­re köy­lü­ler he­men do­lu­şu­yor ve bir an­da sa­tı­lı­yor­du. Eli­ni­zi ça­buk tut­ma­dı­ğı­nız­da ha­va alı­yor­du­nuz. Üçün­cü yıl, baş­ka bir çift­çiy­le bir­lik­te ça­yır ki­ra­la­dı­lar; ara­la­rın­da an­laş­maz­lık baş gös­te­rip de çift­çi­ler da­va et­tik­le­rin­de, ora­yı da sür­müş­ler­di. Da­va­yı kay­be­ttiler, pa­ra­la­rı ve emek­le­ri bo­şa git­ti.
Pa­hom, ‘Ken­di top­ra­ğım ol­say­dı, kim­se­cik­ler ka­rış­ma­dan ekip bi­çer­dim ve bun­lar­la uğ­raş­maz­dım…’ di­ye dü­şü­nü­yor­du.
Pa­hom, ken­di­si­ne top­rak ara­ma­ya baş­la­dı; bin üç yüz dö­nüm­lük top­ra­ğı olan fa­kat eli dar­da ol­du­ğu için bu top­ra­ğı sat­mak is­te­yen bir köy­lüy­le ta­nış­tı. Kı­ran kı­ra­na pa­zar­lık edip ya­rı­sı pe­şin, ya­rı­sı se­net­le öden­mek ko­şu­luy­la bin beş yüz rub­le­de ka­rar kıl­dı­lar. Ge­ri­ye sa­de­ce söz­leş­me yap­mak kal­mış­tı. O sı­ra­lar­da, yo­lu ora­dan ge­çen bir ya­ban­cı, atı­nı yem­le­mek için Pa­hom’un evi­ne gel­di. Pa­hom ya­ban­cıy­la ko­nuş­tu­ğun­da, onun hay­li uzak­tan, Baş­kır’dan dön­dü­ğü­nü, ora­lar­da on üç bin dö­nüm top­ra­ğın sa­de­ce bin rub­le ol­du­ğu­nu öğ­ren­di. Da­ha faz­la bil­gi­len­mek is­te­yen Pa­hom’a şun­la­rı söy­le­di ya­ban­cı:
“Ya­pı­la­cak en iyi şey, baş­kan­lar­la ah­bap ol­mak. Ben yüz rub­le eden bir ka­dın el­bi­se­si, ha­lı, bir ku­tu ça­yı hi­be et­tim, şa­rap ver­dim; bun­lar kar­şı­lı­ğın­da, ara­zi­nin her bir dö­nü­mü iki ka­pik­ten da­ha ucu­za gel­di ba­na.” Ya­nın­da­ki ta­pu­la­rı gös­te­ren ya­ban­cı:
“Top­rak­lar bir ır­ma­ğın kı­yı­sın­da; kan ek­sen can bi­ter…” de­di.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Altın Böcek ( The Gold-Bug) Hakkında Özet ve İnceleme Edgar Allan Poe

Editor

Hayaletin Çırağı

Editor

Neşter Müziği

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası