“Biz de onu en zoruna hazırlarız.”
-Leyl Suresi 10. Ayet
Şairler de pek uyumaz. Onlar da çoğunlukla gece çalışır; tıpkı katiller gibi. Aradaki fark, iş başındayken yorulan bir şairin uykuya dalma özgürlüğü varken, katilin böyle bir özgürlüğünün olmamasıdır. Katil, gecenin çökmesini ve rüzgârın esmesini bekler. Herkes uykuya daldıktan sonra silahını temizler, planını gözden geçirir.
Yazacağı bir mısra yoktur onun, değiştireceği bir yazgı vardır. Oysa bir yazgıyı silahıyla değiştirmeye niyetlenmiş bir katilin yazgısı, birkaç mısrayla değişebilir birden. Çünkü şiir bazen, silahtan daha öldürücüdür.
Ve aşk, insanı sınamak için ona Tanrı tarafından verilen karşı konulamaz duyguların en güçlü olanıdır. İnsanı şair de yapar, katil de.
Onlar, ya ölümsüz bir aşkın şairleri olacaklardı, ya da ölümlü olmaya baştan yazgılı aşkların katilleri…
Tanrı, en zoruna kimi hazırlamıştı?
***
Biz de onu en zoruna hazırlarız.
Kur’an-ı Kerim
Leyl Suresi 10. Ayet
*
tanrıçan. pateriça’n. ah pina’n!
çözülüverince kurdele
dağılınca saçları yedi adaya eşit
patladı mürekkebin şişesi
gitti. çare yok.
şimdi kalemin gövdesini suyumla doldur
lakin bil ki bundan böyle
ne yazarsan ak kâğıtta su izi
neyi ansan tuzludur
adanın adamı
gittin
çözülüverdi kurdele
saçların dikenli tel
ruh ruh rum ve türk
patladı mürekkebin şişesi
sustuk
sustu adam
lâl oldu ada’n
tanrıçam. pateriça’m. ah pina’m!
adamın adası
-1-
Oturduğu masaya konan minik bir serçenin kanat sesiyle irkildi. Serçe, birkaç saniye tahta masanın üzerinde durdu ve sonra aniden uçtu. Kırıntı bulmak bir serçenin en mühim işi olmalıydı ancak o masada kırıntı yoktu. Serçe için doğal olan gitmekti. İpucu bulmaksa şüphe duyan bir adamın en mühim işiydi. Rüzgâr, aç serçelerle şüpheci adamların birbirlerinden pek de farklı olmadığını düşündü; tıpkı şairlerle katillerin birbirlerinden pek bir farkı olmadığı gibi. Onlar yaşarken öldürür, öldükten sonra da anılırlardı çünkü. Babası artık ölü bir şairdi; o ise öldürmeye yeminli bir masum. Bu adanın, serçeye vermediği kırıntıyı kendisine sunup sunmayacağını henüz bilmiyordu. Onun için doğal olan gitmek mi olacaktı yoksa kalmak mı; bunu ancak zaman gösterecekti.
“…tanrıçam. pateriça’m. ah pina’m!” Rauf Karaatlı’ya ait şiirin bu son dizesini bir kez daha okuduktan sonra başını annesinin günlüğünden kaldırdı. İçini çekti. Ciğerlerine doldurduğu öfkeli soluğu sigarasının dumanıyla birlikte bıraktı ve sıkıntılı bakışlarla çevresini incelemeye koyuldu. Dar sokaktaki bu kahveye, sırf ismi ilgisini çektiği için girdiğinden beri ilk kez dikkatle bakıyordu. Hayat Kahvesi’ydi. Güzel isimdi. Dinlendiren bir Portekiz fadosu çalıyordu. Vücudu ince olsa, yürüdükçe her yana savurduğu parçalı ve rengârenk eteğiyle bir İspanyol dansçısını andıracak olan orta yaşlı kadını gördü yine. İlk geldiğinde onu karşılayan güler yüzlü kadın kahvenin sahibiydi. İşler, mevsim güze çaldığından olsa gerek; çok sakin yürüyordu. Kadın ise belki de bu sebepten yürümüyor salınıyordu sanki. Yalnızca birkaç masa doluydu. İlk kez geldiği bu ada, dalgaların üşümeye çekilirken yapayalnız bıraktığı kızgın kumlar gibi terk edilmeye başlanmıştı. Önce telaş biterdi böyle yerlerde. Sonra sesler. Sırasıyla cılızlaşarak terk ederdi seslerin tümü. Önce kornalar susardı, sonra müzik, sonra uğultu, en son çocuklar… Onlar da gittiğinde yaz biterdi. Sezonu kısa, müptelaları dışında henüz keşfedilmemiş; kirletilmek için yakında keşfedilecek, sevimli, tarih kokan, dar sokakları Arnavut taşlı avuç içi kadar bir ada… Cunda.
Tek kulağının memesine bir yığın halka küpe geçirilmiş genç barmen, etrafa bir bakış atıp yine işine dönüyordu. Şişeler içinde birbirine karıştırdığı farklı içkileri çalkalıyor, kim bilir ne kadar havalı göründüğünü düşlüyor, kendi kendine gülüyor, bu şekilde onu ne kadar az kişinin gördüğüne hayıflanıyordu sanki. Keşke aylardan Ekim değil de Temmuz olsaydı der gibiydi; kimsenin izlemediği bir oyunun sahnesinde yapayalnız oynar gibi… Bu düşler içinde olmasa belki içkisini daha sert, en azından olması gerektiği gibi hazırlayabilirdi; kim bilir. Rüzgâr, boş bardağını hafifçe ileri iterek İspanyol etekli kadının ilgisini çekti. Kadın iki adımda masaya yaklaştı ve tazeleyeyim mi der gibi gülümser bir bakışla aldı bardağı. “Biraz sonra,” dedi Rüzgâr. Kısacık kesilmiş, rengi sarıdan kızıla dönük saçlı kadının gülümseyişi, öfkesi Rüzgâr’ınki kadar koyu biri üzerinde ancak kısa süreli bir etki bırakabilmişti. Bardağı alıp uzaklaştı; eteklerini savurarak…
Rüzgâr, annesinin günlüğüne ve öfkesine geri döndü. İsimlerine, içeriklerine ve yazılış biçimlerine bakılırsa bir ikileme olduğu belli olan şiirlerin kayıtlı olduğu sayfanın altına, bu kez kadınca harflerle ve kadınca duygularla düşülmüş notu okumadan önce saatine baktı. Onur’la randevularına birkaç dakikadan fazla kalmamıştı. Dakikliğiyle ünlü arkadaşının bu özelliğini yitirip yitirmediğini düşünürken belli belirsiz gülümsedi. Gülümseyişini her seferinde ve haftalardır en baş düşmanıymışçasına donduran, hüznü öncekilere benzer ağırlıktaki nota döndü.
“Mutsuz bir kadın için komşu düğününün dans pisti, yangın yeridir. Kalkmak istemez, kaçmak istersin… Dans başlamış da kalkmışsan mecbur; kaçmak kâr etmez artık, yanmak istersin,” diye başlıyor ve devam ediyordu. Satırlar arasındaki yangının ortasında kalmak istemedi. Epeydir yanıyordu zaten; annesini gömdüğünden, günlüklerini bulduğundan beri. Kadın, babasının her şiirinin altına buna benzer notlar eklemişti. Râna… Hayatını derin bir mutsuzluğun gölgesinde yaşayan, bu mutsuzluğu taşıyamadığı gün de yapayalnız ölen kadın. Bu mutsuzluğun derinliğini işte bu notlardan, üstelik ölümünden çok sonra öğrendiği kadın… Annesi.
Bardağının durduğunu sandığı boşluğa uzandı. Kadının az önce onu alıp gittiğini hatırladı. Çocukluk arkadaşı Onur, az sonra gelecekti. İçkisini tazelemek için onu beklemeye karar verdi. Onur dersine iyi çalışmışsa birazdan ipuçlarına kavuşacaktı ve kendini, az önce masasına konup bir kırıntı bulamadan uçup giden serçeden çok daha şanslı hissedecekti. Her şey bu adada olmuştu. Annesini mutsuzluğun koyu gölgesi altında yaşamaya mahkûm eden öteki kadın ve Rauf Karaatlı. Babası. Büyük şair. Ödüle doymayan, alkışa kanmayan, yaşarken öldürmüş, şimdi hâlâ anılan adam. Katil.
Bahçede, İspanyol eteğin farklı renklerdeki her parçası ayrı bir yere savrulurken, annesinin rengi solmuş yüzünün hatları gözlerinin önüne geldi. Artık babasıyla aynı evde yaşayamayacağını ve gitmeye karar verdiğini ona açıklarken kadının yüzünde beliren o ifadeyi hatırlayınca içi burkuldu. Aniden yukarı kalkan kaşlar. Açılan ağız. O ağzı kapatmak için koşturan bir el. Islanıveren yanaklar. Titreyen bir çene. Sonrası sessizlik ve hıçkırıklardı… “Gitme” diyemeyen bir kadın yüzünün acılaşan hatları. O hatları hatırladığında kendi hatası da geldi aklına. Seni bırakıp gitmemeliydim.
Onur, bahçe kapısından girdi, etrafına kısa bir bakış attı ve pırıl pırıl bir gülümseyişle iki adımda Rüzgâr’ın oturduğu kırıntısız tahta masaya ulaştı; cebinde onlarca ipucuyla. Rüzgâr, annesinin hatlarına ve kendi hatalarına dalmışken eski dostunun yanı başında belirdiğini fark etmemişti. Onur, ona saniyelerle ölçülebilecek bir süreyle baktı. Kısacık kesilmiş siyah saçlarının çevrelediği esmer ve sert hatlı yüzünün içinden masmavi bir deniz gibi bakan gözlerinin nasıl da dalgın ve dargın olduğunu anlaması çok sürmemişti.
“Hey!” dediği an mavilik içinde birkaç ışık, olduğu yerde kıpırdadı. Dargınlık kalıcı gibiydi fakat dalgınlığı silinivermişti yüzünden. Rüzgâr saatine baktı.
“Şaşmamacasına bir dakiklik. Değişmemişsin,” derken, yerinden kalktı. Uzandı ve sımsıkı sarıldı arkadaşına. Eliyle karşısındaki sandalyeyi işaret etti ve kendi de oturdu. “Bekletmeyi öğrenebilecek kadar büyüyemedim sanırım,” diyordu Onur otururken.
Karşılıklı gülümsediler. Bir süre konuşmadan öylece birbirlerine baktılar. Onur’un alnı, daha otuzlu yaşlarında olmasına rağmen açılmaya başlamıştı. Rüzgâr, onun babasını hatırladı ve buna şaşırmadı. Babasına çekmiş, ondan almış olmalıydı kazançları gibi kayıplarını da. Rüzgâr, Onur’un kayıp birkaç tel saçı ile kendi hayatından çalınmış kayıp kelimeleri kıyasladı… O daha şanslıydı. Arkadaşını kıskandı. Onunki gibi bir babaya çekmenin, açılan bir alna rağmen büyük bir onur olduğunu düşünürken hüzünlendi. Sağlam adamdı onun babası. Kendi babasına hiç benzemezdi.
Gülümseyişi ise aynıydı. İçten, yalın ve şimdi bunlara ek olarak bir parça da endişeli. Endişelenmesi normaldi. Birkaç hafta önce onu aramış ve deyim yerindeyse bir katile? yardım ve yataklık etmesi için yalvarmıştı. Güven duygusu hak edene bir kez teslim edildiğinde geri alınmaya gerek duyulmayan, unutulmuş bir borçtu ve Onur, Rüzgâr’ın hayatında bu borcu verip de peşine düşmeyeceği tek kişiydi. Üstelik çocukluk arkadaşı, Ayvalıklı bir kızı sevmiş ve kalkmış İstanbul’dan buraya göçmüştü. Bunca yıl sonra hayatı, okudukça nefret ve merak ettiği bir aşk hikâyesini çözmek için Rüzgâr’ı ta Londra’lardan bu adaya savurduysa başka kimden yardım isteyebilirdi ki…
Onur ise Rüzgâr’a bakarken tedirgin olmuştu. Çocukken basket takımının maçlarında potaya sokamadığı her top için nasıl hırslanıyorduysa, o hırs yüzünden nasıl da doluveriyorduysa gözleri öfkeli yaşlarla; yine öyleydi. Kim bilir kaç top daha çemberden geçmeden yitip gitmişti hayatında. Gerisi ise aynıydı. Yine anlamlı ve dokunaklı bir hüzünle sarmalanmış bir yüz, yine kendinden sürmeli kirpikler, yine gizem, yine hep gün yüzüne çıkarılmamış mavi şiirler fısıldayan laciverde çalmış gözler… Babasının adının arkasında saklı kalmaya mahkûm olmuş adsız şiirler… Ödülsüz, alkıştan mahrum ve alışılmadık…
***
“Hiç kilo almamışsın.”
“Senin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim,” diye cevap verdi Rüzgâr.
“Bira göbeği o,” dedi Onur, hafifçe karnına dokunarak. Rüzgâr bu kez güldü. Çevresine kısa ve memnun bir bakış attıktan sonra konuştu.
“Bu adada normaldir. İnsanı bir küfeye döndürebilecek her şey var burada. Mis gibi bir koku, huzur, huzursuzluk, aydınlık ve sır.”
“Sevmişsin Cunda’mızı ha?”
“Doku, kiliseler, Rum evleri ve deniz harika ama asıl bana getirdiklerin belirleyecek burayı sevip sevmeyeceğimi. İpuçlarınla ya tapacağım bu adaya ya da çekip gideceğim,” deyip gülerken, İspanyol etekliye işaret etmişti bile. Kadın iki adımda ve savurarak geldi malûm parçaları.
“Ne alırsın diye sormayayım,” dedi Rüzgâr Onur’un göbeğini işaret ederek. Onur, “Sorma,” diyerek gülünce, “soğuk bir bira ve buzlu viski lütfen,” dedi kadına. Kadın uzaklaşır uzaklaşmaz arkadaşına döndü.
“Ne buldun Onur? İyi durumda değilim. Çılgınca bir merak ve heyecan içinde oradan oraya savrulup duruyorum. Hoşbeşi sonra yapalım desem darılmazsın değil mi? Nasılsa bir süre kalacağım. Daha epeyce vaktimiz olacak.”
“Haklıymışsın. Adı Gece,” diyerek hemen konuya girdi Onur. “Meydanda oturuyor. Çocuk parkının hemen karşısında, restore edilmiş bir Rum evinde.”
“Başka?”
“Tuhaf biriymiş. Baban öldükten sonra delirdiğini düşünenler bile var.”
“Adaya ne zaman yerleşmiş?”
İçkileri taşıyan tepsi masaya konuldu ve Onur, servis biter bitmez cevapladı soruyu.
“Üç yıl önce.”
“Bu olamaz. Babam on yılı aşkındır onunla olmalı. Annemin bütün notlarına ve şiirlerin söylediklerine bakılırsa bu süreç bu kadar kısa olamaz.”
“Bundan eminim Rüzgâr. Tartışmasız, üç yıl önce yerleşmiş. Bunu bizzat evi satın aldığı emlakçıdan öğrendim. O evi satın almadan önce başka bir evde ya da pansiyonda yaşadığını bilen ya da gören yok. Kimse geçmişini detaylı bir şekilde bilmiyor zaten. Buraya İstanbul’dan geldiği ve babanla çok sıkı görüştükleri dışında neredeyse hiçbir şey bilinmiyor. Anlatılanlar da zaten kadının çevresiyle konuştuğu zamanlardan kalma bilgiler. Sessiz biri olarak tanınıyor ve baban öldükten sonra da tamamen susmuş. Yani yaklaşık bir yıldır bu durumda. Ailesi hakkında hiçbir şey bilinmiyor. Kimseyle ilişkisi yok. İhtiyaçlarını buradan değil Ayvalık’a gidip oradan karşılıyor. Bunu, esnafla bile konuşmak zorunda kalmamak için yaptığı tahmin ediliyor. Bu sebeple de pek sevilmiyor. Geleni yok. Gideni yok. Bir tek evinin hemen bitişiğindeki evde oturan bir fotoğraf sanatçısı komşusu varmış. Adamın kadına âşık olduğunu söyleyenler var; aynı zamanda bunun çaresiz bir ilgiden ibaret olduğunu söyleyenler de… Onunla görüştüğüne şahit olanlar çoğunlukta ama bunun sıradan bir komşuluk ilişkisinin dışına çıktığına dair bir kanıt yok. Anlayacağın mühim bir bilgi değil. Kayda değer bir şey öğrenemedim adam hakkında. Onu da tuhaf ve silik biri olarak tanımladılar. Kadın, Rauf Abi öldükten sonra içine kapanmış. Babanı o bulmuş çünkü.” Sustu, hafifçe öksürerek boğazını temizledi ve devam etti.
“Yani ölüsünü.”
Rüzgâr’ın yüzü kıpırtısızdı. Onur devam etti:
“Eski model pembe bir cip kullanıyor. Sabah daha gün doğmadan kalkıyor. Çok gerekmedikçe arabasını almıyor. Hemen her gün Pateriça Köylerine yürüyor. Bu mühim, zira o köyler merkezden epeyce uzak ve üstelik metruk. Arabasını almayıp yürüyerek gitmesi dikkati epeyce çekmiş. Genellikle siyah giyiniyor olduğu da… Geceleri çıkmıyormuş. Onu herhangi bir barda ya da kahvede görene rastlanmamış. Buna rağmen bu esrarengiz tavrından ötürü adada epeyce ünlü. Çoğu kimse ondan ürküyor ve sadece karşıdan izlemeyi yeğliyormuş. Adalı, kendine dâhil edemediğiyle bir süre uğraşır ve sonra peşini bırakır zaten.”
“İlginç… Az önce annemin günlüğünde babamın iki yeni şiirine daha rastladım. Her ikisinde de hitap edilen kadının gittiğine dair bir serzeniş var. Dur bak, hemen bulup sana da okuyayım.”
Rüzgâr, Onur’un cevabını beklemeden önündeki defteri karıştırdı ve az önce okuduğu şiirlerin arasından seçtiği birkaç dizeyi okumaya başladı:
gittin
çözülüverdi kurdele
saçların dikenli tel
ruh ruh rum ve türk
patladı mürekkebin şişesi
sustuk
sustu adamın
lâl oldu ada’n…”
“Şimdi sen böyle anlatınca, kadın babamı ölümünden önce terk etmiş de sonradan duyduğu pişmanlık yüzünden bu hâle gelmiş olabilir diye düşünmeden edemiyorum.”
“Bu işin peşini bırak Rüzgâr. Ölen ölmüş, giden gitmiş. Annen için gerçekten çok üzüldüm, hepimiz üzüldük ama bu takıntı seni hasta eder. Seni hiç o telefon konuşmamızdaki kadar öfkeli ve kararlı görmedim. Gelip geçici bir öfke olduğunu ummuştum ama bakıyorum ki ciddisin. Tıpkı topu potaya sokamadığın anlardaki gibisin. Biz güler geçerdik, sen günlerce hırpalardın kendini. Hırslandıkça hırslanır, geceler boyunca çalışırdın; ta ki bir sonraki maçı alana kadar… Çözmek için uğraşma. Bunun ne annene ne de babana bir faydası yok artık. Erkeklerin kaçamaklarını biliriz. Baban bir kadına kapılmış ve anneni mutsuz etmiş. Senin asıl derdin, onun üzgün ölmüş olması değil. İtiraf et bunu kendine. Senin derdin, Londra’ya kaçar gibi gittikten sonra ihmal ettiğin annenin yıllarca acı çektiğini sonradan öğrenmiş olman. Gidişinin öfkesini babana yöneltmişsin, hepsi bu. Vicdan azabı duyuyorsun. Bu kadın ya da başka biri… Ne fark eder ki? Baban ünlü bir şairdi. Duygularıyla beslenen, yazdıklarıyla yaşayan bir hayal adamıydı. Öyle bir adamın karısı olmak elbette kolay olmayacaktı. Yani annenin acıları senin suçun değil be koç! Kendine gel, tatilini yap, gel şu adada güzel birkaç gün geçirelim ve sonra evine dön. Yemeklerine, lezzetlerine, müşterilerine dön. Senin hayatın o. Uğraşma bu işle. Burada dinlen. Bize gel, Arzu sana mantı açsın, geldiğini duyunca nasıl da sevindi…”
Rüzgâr, arkadaşının hiç bitmeyeceğini sandığı öğütlerini bıçak gibi kesti:
“Tek derdim annem değil, evet. Onun çektiği mutsuzluk yalnızca bir örtü. Kalın, kirli ve ağır bir örtü ve bu örtüyü annemin ölüsünün üzerinden kaldırmayı çok istiyorum; kabul ama asıl derdim babam. Oğlunu bir şair olacakken bir aşçıya döndürmeyi özenle başarmış bu adama olan nefretim. Onun bencilliği, onun pervasızlığı, onun kadınları, onun aşkları, onun çekiciliği, onun bende olmayan ve olsa zerresinden bile tiksineceğim her şeyi…”
“Sana geçmediğini düşündüğün yeteneği.” dedi Onur.
Kesilen bu kez bir ses, bir cümle değil, dürüst bir el tarafından tutulmuş kör bir bıçağın ucuyla girilen yaralı bir hayvanın etiydi. Rüzgâr sustu. Bir süre sessizce içkilerini yudumladılar. Küpeli, içkileri bu kez sert hazırlamıştı; ya da Rüzgâr’a öyle geldi. Başı hafifçe dönmeye başlamıştı sanki.
“Onu tanımak istiyorum Onur. Onu görmek. Annemde olmayıp da onda olan şey neymiş; babamda bilmediğim, göremediğim ne varmış öğrenmek istiyorum.”
“Bu ne işe yarayacak sence?”
“Öldürmeme.”
“Babanı mı, kendini mi?”
“Babamı.”
“Of be oğlum! Uçmuşsun! Gitmişsin! Kayıplara karışmışsın sen! O zaten öldü.”
“Adı var Onur. Adı yaşıyor. O adı hayranlarının kalbinden silmeye gücüm yetmeyebilir ama bir kadının kalbinden silebilirim.”
“Böylelikle huzura ereceksin öyle mi?”
“Böylelikle ruhumun katil tarafından arınacağım ve şair olmam için bütün engeller kalkacak önümden.”
“Sen zaten şairsin Rüzgâr. Senin tek engelin kendindin. Gitmeyi ve sebzelerle uğraşmayı sen seçtin!”
“Hayır. Ben seçmedim! Bana bunu o biçti!”
“Bu sayede bir servet sahibi oldun ahmak! Londra gibi bir yerde dört ayrı restoran! Türk yemekleri! Bankada istif edilmiş milyarlar! Sınırsızca özgür olduğun bir hayat! Kadınlar! İnsan daha ne ister? Bana bir bak! Çocukluğunu bir arada geçirdiğin şu arkadaşına bir bak! Aşkı uğruna sürüklenip geldiği bu yerde zeytinden yağ çıkaran bir adam oldum ben! Hayalimi hatırla! Ben de hep oyuncu olmak isterdim, unuttun mu? İşte hayat böyle bir şeydir oğlum. Tutar yakandan ve savurur bambaşka bir yere… Hayallerinin çok ötesine ya da berisine bir yere… Ben kimi öldüreyim şimdi? Aşkımı mı? Bana sahneler yerine zeytin bahçelerini layık gören kaderimi mi? Duygularını da öldürme ve yazmaya dön Rüzgâr. Onları da öldürme saçma sapan bir hırsın peşinde koşarken.”
“Kelimelerim Onur… Onlar çoktan öldüler. Onları öldüren de ölecek.”
Onur, yorgun bir soluk bıraktı ve ne söylese kâr etmeyeceğini anladı. Birasından üç dört aralıksız yudum aldı. Arkadaşına el uzatamıyor olmanın çaresizliğini yutkundu ve sordu:
“Nerede kalacaksın peki? Rauf Abi’nin evinde mi?”
“Hayır. Onun oğlu olduğuma dair en ufak bir şüpheye düşmemeli o kadın. Nasılsa burada beni kimse tanımıyor. Bu bilgiyi ona verecek kimse yok. Şimdilik bir pansiyona yerleşeceğim. Ev konusunu, işler yolunda giderse sonradan çözerim. Ona bir yabancı gibi yaklaşacağım. Öyle sokulacağım. Onu tanıyacağım. Babama olan aşkını dökülecek bana. Sonrasını bilmiyorum… Ben de hesaplamadım.”
“Babanı nasıl öldürmeyi planlıyorsun peki? Bıçak? Silah? Ok? Zehir?” Bir kahkaha attı. Rüzgâr’ın gözlerindeki mavilik, korkutucu bir sessizlikle parladı. Fısıldar gibi çıktı sesi; aç bir serçenin gagasından:
“Onu, sevdiği kadının kalbinde öldürerek öldüreceğim.”
“Nasıl yapacaksın?”
“Kadını kendime âşık edeceğim. Tabii genç erkeklerden de yaşıtları kadar hoşlanan biriyse. Sonra anneme döneceğim ve rahat uyumasını söyleyeceğim. Senin ihtiyarın aşkı ölümsüz değilmiş bak. Boşuna çekmişsin onca acıyı. Kendini boşuna hırpalamışsın. Acıların, seni ondan daha büyük bir şair yapmış da haberin bile olmamış diyeceğim.”
“Tersi olmasın? Sakın bir intikam uğruna onu kendine âşık etmeye çalışırken sen âşık olmayasın?”
Rüzgâr, inanamaz bir bakışla baktı Onur’a.
“Kadın senden bile genç Rüzgâr. Boşuna bu işin peşini bırak demiyorum sana. Bu işte bir yanlışlık, bir saçmalık, bütüne uymayan bir eksik parça var, inan. O kadın, babanın sevgilisi olamayacak kadar genç! Rauf Abi on yılı aşkın bir süredir bu kadınla birlikteydiyse, kadın daha ergenliğine girdiğinde başlamışlar demektir ki bundan emin olursak, ben de… Yo, hayır… Haddimi aşmayayım. En iyisi susayım. Ben sevmedim bu hikâyedeki kokuyu.”
Rüzgâr, huzursuzca yerinde kıpırdandı. Çaresiz bir savunma dürtüsüyle önüne yığdığı defterlere, babasına ait şiir kitaplarına, tuttuğu notlara, annesinin günlüğüne dokundu; kimini açtı, kimini kapadı, Onur’a o kadının babasının sevgilisi olduğunu ispata hazırlanır gibi bir çabaya girişmek üzereyken bunun çok gereksiz olduğuna karar verip bıraktı ve arkasına yaslandı. Kalbinin çarptığını fark etmişti. Babasına duyduğu nefret, intihar saldırısına hazırlanan bir bombacının zihnindekiler kadar taşlaşmış ve silinemez olduğu halde, şimdi bu nefrete ve gerçekliğe bir yenisi daha eklenmişti. Babası kendinden yaşça çok küçük bir kadınla bir birliktelik yaşayacak kadar aşağılık bir adamdı demek ki. Çünkü doğru kadının peşinde olduğundan emindi. O kadın, Gece’ydi. Şiirler hep ondan söz ediyordu. Bu adada birlikte yaşamışlardı. Bunu herkes biliyordu. Derin bir soluk aldı, etrafına bakındı. Aslında en çok merak ettiği soruyu sormaksa konuşmanın en sonunda gelmişti aklına.
“Peki, sen onu gördün mü?”
“Evet.”
“Güzel mi bari?”
Onur, içini çekti ve endişeli bir ses tonuyla mırıldandı:
“Güzel falan değil oğlum. En az şu adanın kiliseleri kadar yıkık, korkutucu ve muhteşem.”
Sustular.
Viskiyi bu kez her nedense sert, ya da olması gerektiği gibi hazırlamış olan barmenin değiştirdiği CD’den Charles Aznavour’a ait bir parça yayılmıştı bahçeye. Plus Bleu Que Tes Yeux… Rüzgâr aklından, ‘Çaldıkları parçanın adını değil küpeli, şu İspanyol etekli kadın bile bilmiyordur,’ diye geçirirken, defterin açık kalmış sayfasında Râna Hanım’a ait, Rüzgâr’ın henüz okumadığı bir not daha yazılıydı:
“İhanet edeni, edilenden daha önce yanına almak Tanrı’nın en büyük ihanetidir. Çünkü ne intikam için bir şans tanımıştır arkada kalana, ne de af için.”
-2-
Yan yana dizilmiş çelik kapılardan birini açtıklarında ve beyaz örtüyü kaldırdıklarında göreceği sahne karşısında hissedecek olduklarını düşünmüyordu o an. O an yalnızca, karnının içinde nabız gibi atan ve az sonra patlamaya hazırlanan bombanın, geleceğini bambaşka bir mecraya kurduğunu bildiği saatinin sinir bozucu sesini duyuyordu. Önce kapı, sonra örtü… Açıldıkları an yıkılacaktı her şey.
Haberi aldığında akşam çökmek üzereydi. Şehrin uğuldayan sesi, yoran bütün renkleri, körleştiren ışıkları, son bir haftadır kulaklarından, gözlerinden ve tüm benliğinden uzaktı. Çevirisini yetiştirmek istediği kitabın üstünde çalışıyordu. Evde çıt çıkmıyor, Almanca satırların Türkçeleşirken anlam kazanan, çoğalan, çoğaldıkça daha da uzayan cümleleri arasında, aklından bu işi bitirir bitirmez çıkacağı tatili geçiriyordu. Bu, mezun olup ülkesine geri döndükten sonra aldığı ilk mühim işti ve hakkıyla yapıp göze girmesi gerekiyordu. Saçlarının uçları kırılmış, kemirilmekten tırnaklarının etrafındaki etler kalkmıştı. Masanın üzeri, içi izmarit dolu kül tablaları, kâğıt etiketleri dışarı sarkmış çay poşetlerinin dibine yapışıp kaldığı bardaklar ve yarısı içilmemiş kahve fincanlarıyla doluydu. Yaz gelmek üzereydi ve İstanbul devriliyordu üstüne.
Bir ölüm haberi almak için sessizlikten daha ürkütücü bir an, akşam saatlerinden daha çaresiz bir zaman dilimi olamazdı. Ortalık bu denli karışıkken gelmemeliydi ölüm; hele ölen kişi şu dağınıklığa inat, hayatı boyunca sinir bozacak kadar düzenli yaşamış biriyse. Öldüğünde bile sanki tam yaşadığı mutsuzluğundan, yarım yaşadığı mutluluğundan intikam alır gibi gönderiyorsa haberini. Öylesine düzen dışı, pervasız ve saygısızca…
Bir trafik kazası olmuştu ve ölen kadının çantasından çıkan cep telefonunun aranan son kişisi denenmiş, cevap alınamamıştı. Sonraki numara kendisine aitti. Bu sebeple rahatsız edilmişti. Aynı çantadan çıkan kimlikte Mitsa Doğanay yazıyordu. Telefonun son arama kayıtlarında aranan ikinci kişi olarak adı geçtiğine göre ölen şahsın bir yakını olduğu düşünülmüştü. Eğer ki öyleydiyse metin olsundu. Araba, emniyet şeridinde farsız ilerleyen bir traktöre arkadan hızla çarpmış ve direksiyondaki kadın oracıkta ölmüştü.