İspanya içsavaş sonrası döneminin belli başlı yazarlarından Luis Martín-Santos, 1924’te babasının askeri doktor olarak bulunduğu Fas’ın El-Araiş (Larache) kentinde doğdu. Madrid’de tıp öğrenimi yaptı, psikiyatri dalında uzman olduktan sonra Ciudad Real Akıl Hastanesi’nde çalışmaya başladı. Bu sırada yazın alanında da adı duyulur oldu.
Politik olaylara karıştığı savı ile ve düşünce suçu yüzünden dört kez tutuklandı; hatta her yıl verilmekte olan Pio Baroja Yazın Ödülü 1963’te iptal edildi, çünkü finale kalanlar arasında Luis Martín-Santos da vardı. Yazar, 24 Ocak 1964’te, daha kırk yaşındayken, o yıllarda yasadışı sayılan İspanyol Sosyalist İşçi Partisi’nin bir gece toplantısından dönerken kuşkulu bir araba kazasında yaşamını yitirdi.
Apólogos ve Tiempo de Destruccion adlı yapıtları ancak ölümünden sonra basılmıştır (sırasıyla 1970 ve 1975); Tiempo de Silencio (Sessizlik Zamanı) ise 1961 yılında yayımlanmıştır ama ilk baskıları falanjist Franco rejiminin katı sansürünce tırpanlanmış, pek çok bölümü, hatta sayfaları eksik olarak yayımlanabilmiştir. Ancak General Franco’nun ölümünden beş yıl sonra (1980) on altıncı kesin baskısını yapmıştır; biz sansüre uğrayan bütün bölümleri eklenerek 1990’da yayımlanmış olan otuz ikinci baskısını çevirimize temel aldık.
Tanınmış İspanyol eleştirmen ve yazın tarihçilerinden Ricardo Domanech’in “Bugün için eşsiz, belki de bir daha benzeri yazılamayacak bir yapıt” olarak nitelediği Sessizlik Zamanı, İspanyol içsavaş sonrası romanının bir dönüm noktasını oluşturur. İlk kez 1961 yılında yayımlanmış olmasına karşın romandaki olaylar 1949 İspanya’sında geçmektedir; bu dönem İspanyol yazarlarının üstü kapalı da olsa –ya da sürgüne gittikleri ülkelerden– yansıtmaya çabaladıkları yoksulluk, acımasızlık, sevgisizlik, kardeşin kardeşe düşmanlığı, ahlak kurallarının yok olduğu ve bilimin küçümsendiği gerçeği, Luis Martín-Santos’un romanında da ele alınmaktadır, fakat yazar yepyeni bir biçemle ve farklı bir perspektifle işliyor bu konuları, daha önce geçerli olan nesnelci kuralları önemsemiyor.
Olaylar bir bölüm dışında kronolojik bir sıra izliyor, anlatım temposu çok ağır ama betimlemelerde bu ağır tempo görülmüyor. Roman altmış üç bölümden oluşmaktadır, bölüm başlarında ne ad vardır ne de sayı. Birkaç satırlık aralıklarla ayrılırlar birbirlerinden. İçkonuşmayla başlayıp içkonuşmayla biten romanda anlatıcının sesi egemen; ses oyunlarının kişilerin düşüncelerine göre değiştiği bir biçemsel anlatı İspanyol romanı için bir yeniliktir.
Baş kahraman Pedro’yu hem kendi içkonuşmalarından hem de öteki kahramanların değerlendirmeleri ile tanıyoruz. Sessizlik Zamanı çok sesli bir söylevi andırıyor. Pedro’nun kendi düşünceleriyle, çevresindekilerin düşüncelerini yansıtan iç içe olan sesler: yalnızca insan sesi değil bu, bilimsel toplantılardan, kitaplardan, gazetelerden gelen sesler de karışıyor.
Bütün bunlar hiç yapay kaçmıyor, aksine Luis Martín-Santos’un eleştirmeci ve yergici yanını daha belirgin bir biçimde ortaya koymasını sağlıyor. Luis Martín-Santos’un İspanyol romanına getirdiği en önemli yeniliklerden birisi de kullandığı dildir: Bilimsel dil, halk dili, sloganlar, argo sözcükler, yüksek tabaka ile gecekondu insanının kullandıkları dil içiçedir, dille gerçek arasında bir uyum da söz konusu değildir; dili kullananla dil arasında bir koşutluk aramıyor yazar, okuması yazması olmayan bir insanı bilimsel sözcüklerle konuşturduğu gibi, bir bilim adamını da cahil bir insanın diliyle konuşturmaktan hiç çekinmiyor; kimi zaman da küçümsemek istediği kahramanlarını özellikle tumturaklı ve yapmacıklı bir dille konuşturuyor.
Luis Martín-Santos yeni yeni sözcükler üretiyor, o yıllarda İspanya’da İngilizceye olan özentiyle alay etmek istercesine İngilizce sözcükleri İspanyol sesbilgisine uydurarak –ice cream’i aicecrim, one-step’i uanestep yapıyor–, Fransızca sözcükleri değiştirerek –foie’yı fua yapıyor–, kimi zaman da İngilizce ve Fransızca sözcükleri birleştirerek yeni sözcükler üretiyor. Özel adları cins adlara dönüştürdüğü de oluyor: tanınmış Fransız mimar Le Corbusier’nin metinde lecorbusiera, film artisti Ava Gardner’ın avagarner olmaları gibi.
Ya da ironik bir anlatımla yeni gerçekçilik akımı (neorealismo), aşağı gerçekçilik (bajorrealismo) olup çıkıyor Martín-Santos’ta. Herhangi bir ürünün genel adını vermek yerine özel bir marka adını vermekle yetiniyor, söz konusu marka ülkede artık üretilmiyor bile olsa: Örneğin bira yerine bir bira markası olan mahou’yu kullanıyor.
Kimi cins ya da özel adları kendi sözcükleri ile veriyor: Örneğin kâğıt para demiyor da, hamiline muharrer diyor, Nobel Ödülü yerine de kuzey ödülü demeyi yeğliyor. Her şeyden önce tıp doktoru ve psikiyatr olan yazar tıp, biyoloji, anatomi, mikrobiyoloji terimlerini bol bol kullanıyor, kimi zaman Latince olarak kimi zaman da İspanyol sesbilgisi kurallarına göre değiştirerek. Sık sık kullandığı argo sözcükleri çok zaman argo sözlüklerinde bile bulmak olanaksız, çünkü bunlar da yazarın ürettiği yeni yeni argo sözcükler.
Noktalama işaretlerinde de belli bir kurala uymamış. Öte yandan çok az da olsa kısa tümcelerin hemen ardından bir-bir buçuk sayfalık uzun tümceler geliyor; kimi zaman böylesi uzun tümcelerin başlangıcı ile sonu arasındaki uyumsuzluğa karşın, nesnelci soğukluktan uzak, şiirsel anlatımı, içsavaş sonrası İspanyol romanındaki nesnelci, şiirsellikten uzak düzyazıya bir tepki olarak değerlendirilebilir. Eğretilemeler, karşılaştırmalar, söylevler, tekrarlar, içkonuşmalar sık sık görülüyor. Luis Martín-Santos’un örnek aldığı yazar İspanya’da yeni yeni tanınmaya başlayan James Joyce’tur, böylece yazar, ilk kez çağdaş İspanya yazını ile Avrupa yazını arasında bir köprü oluşturuyor.
Luis Martín-Santos için yazın, toplumsal eleştiri yapabilmek, duyumsadığı derin acıyı açıklamak için bir araçtır. İçinde bulunduğu koşullardan edindiği öznel deneyimden sıkça yararlanıyor. Özyaşam öyküsünü anımsatan anlar, mekânlar, olaylar az değil: karakol, tutukevi, hastaneler gibi. MartínSantos, daha önceki yazarların yaptıkları gibi eleştirilerini üstü kapalı yapmaya gereksinme duymuyor, zaten bu yüzden yapıtı her baskısında sansüre takılıyor.
Üstelik ironili bir biçimde eleştiriyor, bu ironiyi yalnızca kentsoylu sınıfı ya da seçkinleri yermek için kullanmıyor, aydın geçinen insanlara, bakanlıklarda ya da emniyette görevli bürokratlara, pansiyonlarda ya da genelevlerde yüz kızartıcı iş yapanlara da yöneltiyor. Altmışlı yıllara dek hemen hemen hiç unutulmamış olan işçi sınıfı konusuna pek değinmiyor, bu açıdan eleştirildiğinde de “amacının sınıflararası dengesizliği vermek olmadığını, bireyle toplum arasındaki anlaşmazlığı sergilemek” olduğunu söylüyor.
Martín-Santos ironiyi yer yer silah olarak kullanıyor ve bu yolla bireyin gözünü açmayı amaçlıyor. Miguel de Cervantes’e hayranlığını sık sık yineleyen Martín-Santos’un, bu XVII. yüzyıl İspanyol yazarının gerçeği ironiyle yansıtmasına nasıl hayran kaldığını Sessizlik Zamanı’nda sezinliyoruz. Kahramanlar arasında da koşutluk söz konusu: adalet ilkesi peşinde koşan, bu uğurda savaş vermeye kalkışan fakat yenik düşen Don Kişot ile, kendisini bilime adayan fakat toplumsal gerçeklerle yüzyüze gelince başarısızlığa uğrayıp bir köy doktorluğu ile yetinmek zorunda kalan Pedro; ya da Don Kişot’un uşağı Sancho Panza ile Pedro’nun yardımcısı Amador arasındaki koşutluk gibi.
Don Kişot ile memleketi Mancha arasındaki ilişkilere, bireyle çevre arasındaki çelişkiye Sessizlik Zamanı’nda da rastlıyoruz: Pedro ile Madrid arasında. Santos, yapıtına ironiyle karışmaktan kaçınmıyor, aksine metne giriyor, yorum yapıyor, bunu yaparken karşısındaki kişinin davranışına ayak uydurabiliyor, yeri geldi mi romantik ya da gerçekçi, kaba ya da nazik olabiliyor. Bu yüzden karşımıza çelişkili, karmakarışık, çalkantılı ve gerçeğe uyan bir evren çıkıyor.
Bunları yaparken yazar, yine de yaratıcılık görevinden vazgeçmeyip, her şeyi düzene koymaya çalışıyor. Zaten Luis Martín-Santos’a göre yazının toplum karşısında iki önemli işlevi var: “Birinci işlevi oldukça edilgin: toplumsal gerçeği vermek; ikincisi ise bir hayli etkin: toplumun kullanması için bir mitoloji yaratmak.” Santos, toplumsal gerçekleri ele almakla yetinmiyor, ironik bir dille tarihsel olguları da irdeliyor: kişileri, Avrupalılaşmaktan yoksun kalmış bir ülkenin prototipleridir.
Azgelişmişliğin ortaya çıkardığı sorunlardır Martín-Santos’un ele aldığı, ya da ülkesinin azgelişmişliğinin, geri kalmışlığının nedenleri. Roman kahramanı Pedro, henüz laboratuvarda fareler üzerinde kanser araştırması yaparken, bulacağı yeni bir ilaçla Nobel Tıp Ödülü’nü alacağı düşüne kapılır, fakat İspanya’nın bilim ve teknikteki geri kalmışlığını anımsayınca korkunç bir düş kırıklığına uğrar. İspanyol eleştirmen Gloria Doblado’ya göre: “İspanyol evreni, Martín-Santos’un klinik bakışıyla, Miguel de Unamuno’nun ya da Antonio Machado’nun aforoz ettikleri bando ve operetler İspanya’sına indirgenmiştir.”
Gerçekten de İspanya’nın o yıllardaki geriliği ve Avrupa’dan uzaklaşması Santos’un eleştirel oklarını üzerine çeker. Pedro’nun üzerinde çalıştığı fareler, İspanya’yı simgeler, kanser ise ülkenin tedavisi olanaksız hastalığı ile özdeşleşir. Bir tanı koyabilmek için yazar İspanya’nın bir otopsisini yapar; kahramanı Pedro’nun aracılığı ile Madrid’in değişik düzeylerdeki kesimlerine dalar: kırklı, ellili yıllarda açlığın, cehaletin egemen olduğu kenar mahalleleri, buraların insanlarını, yaşam koşullarını,
bireysel sorunları, bir lokma ekmek için kendilerini satan genelev kadınlarını, toplumun kokuşmasından sorumlu kurumları, varlıklı arkadaşı Matías aracılığı ile tanışma olanağı bulduğu kentsoylu sınıfının züppe, ukala, yarı cahil, bilgiçlik taslayan insanlarını, sanatçı kahvelerindeki aydın geçinen, sanatçı geçinen kimi insanları sergiler, hatta buraların kimi gedikli müşterilerini plajdaki insanlara benzetir. Kültür sefaletini, kültürel kısırlığı hep acıyla, fakat kara mizahla ele alır; bu arada adalet kurumlarını da sık sık diline dolar:
kısacık yaşamı boyunca dört kez –1957, 1958, 1959 ve 1962 yıllarında– cezaevine girmiş bir insanın ülkedeki adaletsizlikten, güneş girmeyen cezaevi hücrelerinden, buradaki acımasız görevlilerden söz etmemesi beklenemezdi. Luis Martín-Santos, bir bilim adamı ve düşünür olarak çağdaşlarıyla İspanyol toplumu karşısında aynı eleştiri ruhunu paylaşmış,
fakat daha önce de değindiğimiz gibi değişik bir perspektifle, değişik dil ve biçemle, içsavaşla kesintiye uğramış İspanyol romanını gelenekle bağdaştırmasını bilmiştir. Jose Antonio Gomez Martín’in de belirttiği gibi “Yalnız İspanya’da değil, tüm dünyada eleştirmenlerin üzerinde birleştikleri ortak nokta, Sessizlik Zamanı’nın içsavaş sonrası İspanyol romanının en iyi yapıtı olduğudur.”