Anselma, yaşlı ve emekli bir öğretmendir. Roma’daki evinde yıllardır yalnız başına yaşamakta, artık tanıyamadığı bu dünyada kendini gereksiz hissetmektedir. Her günü acı ve hüzün doludur. Bir yaz gecesi çöp tenekesinin dibinde terk edilmiş olağanüstü bir papağan bulur. Luisito adını verdiği papağan, Anselma’nın yüreğindeki buzları eritecek, sevgiyi yeniden keşfetmesini sağlayacaktır. Tüm bir yaşamıyla hesaplaşmayı göze alan Anselma, Luisito sayesinde, dünyanın ona unutturmaya çalıştığı yaşama sevincini yeniden duymaya başlayacaktır. Ta ki…
Yüreğinin Götürdüğü Yere Git’in yazarı Susanna Tamaro, bir gazete haberinden esinlenerek yazdığı yeni romanı Luisito: Bir Sevgi Öyküsü’nde, sevginin kurtarıcı gücünü yüceltiyor. Luisito, okurunu şaşırtan, duygulandıran ve eğlendiren çağdaş bir masal. Tekdüze ve sevgisiz bir yaşamın bağrındaki şiiri, güzelliği ve sevgiyi ortaya çıkaran küçük bir roman.
1
İlk anda şöyle bir irkiliverdi. Koca bir fare değilse, ne olabilirdi oradaki? Işık pek azdı ve plastik torbalardan, camlardan, teneke kutulardan, çürümüş yemek artıklarından başka bir şey görünmüyordu.
Bir keresinde televizyonda Kanada’da geçen bir belgesel seyretmişti. Orada çöp kutuları rakunlar için keyifli buluşma noktaları haline gelmişti; günbatımına doğru çam ormanlarından çıkıyor ve bütün bir gece boyunca minik kara elleriyle bu kutuları altüst ediyorlardı. Bir rakunla karşılaşmak bir sıçanla karşılaşmaktan çok daha farklı olurdu.
Oysa bizim buralarda çöp tenekeleri sadece sokak kedilerine, sahibi olmayan köpeklere, semiz ve yağlı lağım farelerine kucak açar; son yıllarda bunlara bir de annesinin rahminin sıcağından çıkıp süpermarket poşetinin soğukluğuyla doğrudan çöp tenekesine atılan yeni doğmuş bir bebeğe rastlama olasılığı da eklendi.
Ne yapacağına karar veremeyen Anselma, gözlerini o tuhaf sesin geldiği noktaya dikerek kımıldamadan durdu; elindeki torbanın sapları parmaklarını acıtmaya başlamıştı.
Aydınlık ve boş bir otobüs geçti. Sürücünün yorgun bir hali vardı ve gömleği terden sırılsıklamdı. Artık gece inmiş olsa bile en ufak bir esinti çıkmamıştı; ortalık son derece sakin görünüyordu.
Sıcaktandır, diye düşünerek koyu renkli plastik kapağı kaldırdı ve elindeki çöpleri kötü kokulu karanlığın içine attı.
Tam karşıdan karşıya geçiyordu ki, arkasından acayip bir gürültü yükseldi. Bu, kemirgenlere özgü bir ciyaklama olmadığı gibi yeni doğmuş bir bebeğin ya da uzun zaman aç kalmış bir köpek yavrusunun iniltisine de benzemiyordu.
Daha çok bir kurbağanın, bir kara kurbağasının sesini andırıyordu ama kurbağagillerden bir hayvancığın, yuva olarak kendine bataklık yerine birkaç metrelik pis bir asfaltı seçmiş olması mümkün müydü? Çürümenin oluşturduğu yapışkan sıvıların dışında, çevrede hiç su yoktu. Gene bir belgeselden öğrendiğine göre, hayvanlar toplumun onlara sunduğu yeni fırsatlara uyum sağlamak için alışkanlıklarını değiştirebiliyorlardı. Kurbağalar da rakunların yolunu seçmiş olabilirlerdi, çünkü “ekolojik platform” çevresinde böcek sayısı giderek artıyordu.
“Kruk.’”
Bu ses daha net bir biçimde yinelendiğinde yolun karşısına geçmişti bile.
“Kuruk”
Anselma bu kez hiç tereddüt etmedi: Dipte, canlı ve tuhaf bir yaratık gizlenmekteydi. Merakı korkusunu yendi ve oracığa atılmış eski bir süpürgenin sapını yakalayarak gerisin geri gitti. Dikkatli bir biçimde kâğıt çöplerini karıştırdı.
“Kroki”
Boş bir süt kutusunu oynatınca şaşkınlıktan donakaldı: Sanki gökkuşağının bir ucu yere inmeye razı olmuştu: Yeşilin, sarının, mavinin, kırmızının ve laciverdin arasından gözlerinin karası parlıyordu. Gözkapakları biraz düşük, başı hafifçe omuzlar araşma gömüktü; tabii bir papağanın omuzlarının varlığından söz edilebilirse.
Kendisine mi bakıyordu?
Arıselma bu izlenime kapıldı.
“Krak.”
“Krak!” diye yineledi Anselma kendiliğinden.
“Krak! Krak!”
Yardım çağrısı değilse neydi bu ses? Zavallı hayvancık kendini kötü hissediyordu, belki de günlerden beri bir şey yiyip içmemişti; bir kanadı kırılmış ya da daha beteri sıçanların iğrenç ısırıklarına maruz kalmış olabilirdi.
Anselma yavaş yavaş önlüğünün düğümünü çözdü, belinden çıkarttı ve onu kuşun üzerine attı. Çiçek desenli kumaşın altından cılız bir krak krak duyuldu.
“Krak!” diye yanıtlayan kadın, itiraz kabul etmeyen bir otoriteyle bohça haline getirdiği önlüğü aldı.
Beklediğinden çok daha hafif ve ılıktı. Bu beklenmedik hapishaneden canını kurtarmak istercesine, gagasını güçsüz bir biçimde oynatıyordu.
Anselma hızlı adımlarla evine uzanan kısacık yolu aştı. Yolu aydınlatan neon ışıkları altında her şey dümdüz görünüyordu. Yürüyor ve iki yüreğin çırpışını hissediyordu: Biri kendisinin, biri de elinde tuttuğu şu minicik şeyindi.
Evine girer girmez kuşu yerleştirebileceği bir yer aradı. Sandık odasındaki eski kanarya kafesini hatırladı ama bu fikri zihninden attı hemen: O çok küçük gelirdi. Kuşu bir ayağından bağlaması gerekecekti ama küvetin tıpasına bağlı olanın dışında minik bir zinciri yoktu. Zaten bunu nasıl becereceğini de bilemezdi.
En bilinen yönteme, yani delik açılmış ayakkabı kutusuna başvurmaktan başka çıkar yolu yoktu ama gene de büyük boyutlarda bir kutu gerekiyordu. Bir işe yarar diye kenara ayırdığı büyük kutuyu anımsayınca sandık odasına yöneldi.
O sırada telefonu çaldı. Ancak o zaman saatin on olduğunu fark etti. Evlatları, Giulia ve Massimiliano senelerden beri annelerini bu saatte arıyorlardı (çünkü bu saatte görüşme çok ucuzluyordu) ve sırasını hiç şaşırmadan bir hafta biri, ikinci hafta öteki arıyordu.
Kızı, canlı bir ses tonuyla, “Anne, benim,” dedi ve hemen deniz kenarına taşınmalarını, yetişkinliğe adım atan büyük torununun berbat karnesini, korku filmine yakışır bir biçimde, mor dokunaçlarıyla plajın dört bir yanını saran denizanalarını anlatmaya başladı.
Papağan parmakları arasında daha sert hareketlerle kımıldamaya başlayınca Anselma lafı kısa kesti.
“Kusura bakma, tam yatıyordum…”
“Şimdiden mi? Kendini iyi hissetmiyor musun?”
“Çok iyiyim ve…”
“Krak!”
“Anne… Yanında biri mi var?”
“Kim olacak canım?”
“Anne, bizi endişelendir m….”
“İyi geceler!” dedi ve kapattı.
Papağan gagasıyla parmağını en etli noktasından yakalamayı başarmıştı.
En sonunda kutuyu buldu ve başının çıkabileceği bir delik açıp kuşu içine koydu. Kartona birkaç tırnak darbesi attıktan ve birkaç zayıf isyan girişiminde bulunduktan sonra renkli kafa delikten dışarı çıktı.
“Krak, krak!”
Papağanlar ne yerdi? Anselma bunu bilmiyordu. Filmlerde korsanların sırtında duranların dışında, hayatında hiç papağan görmemişti. Çok uzun ömürlü oluyorlardı, bunu anımsıyordu ve kısa bir süre önce seyrettiği hayvanların beyinlerine ilişkin belgeselden öğrendiğine göre pek çok köpekten daha zekiydiler.
“Krak.’”
İlk iş olarak ona bir tas su ikram etti: Böylesine kısa ama güçlü bir dil hiç görmemişti; sanki bir parmağa benziyordu. Papağan uzun uzun ve küçük yudumlarla suyunu içerken, keyfinden gözlerini kısıyordu.
Sudan sonra Anselma küçük bir elma dilimi vermeyi denedi ve elma birkaç saniye içinde gaganın içinde yok oldu. Bu gerçek bir başarıydı! Alışılmış kırık yerine papağan şöyle kısa kısa yineledi: krak krak krak.
Bu onun teşekkür etme yöntemi miydi? Ansızın kendini gerçekten yorgun hissetti ve kutuyu da yanına alarak odasına çekildi.
Bu akşam yaşanan olaylar onu heyecanlandırmıştı. Hafif ve huzursuz uyudu. Çalışmakta olan vantilatör sanki her dönüşünde şunları yineliyor gibiydi: Neden aldın onu? Yalnız başına gayet iyiydin, şimdi başına dert olacak, neden aldın onu? Olduğu yere, kendi kaderine terk edebilirdin. Uykuyla uyanıklık arasında geçmiş yaşantısına ilişkin olay kırıntıları, yüsler ve durumlar zihnine üşüşmüştü. Vantilatörün havayı dalgalandıran kolları Her şeyin anlamı nedir? Her şeyin anlamı nedir, diye sorar gibiydi.
Tanyeri ağarmaya yakın penceresinin altından bir ambulans geçti. Saat yedi olduğunda, odanın loşluğunda bir krak sesi yankılandı ve ara vermeden başka bir krakk sesi kararlı bir biçimde bunu izledi.
Bunun üzerine Anselma, “İşte buradayım!” dedi ve hiç düşünmeden ekledi: “Luisito.”
O gece geçmişten süzülüp gelen pek çok görüntü arasında o da, liseden sıra arkadaşı Luisita da vardı. Onu, rüzgârlı bir günde, dağınık saçları, günbatımının altın renkli havasında kısılmış gözleriyle görür gibiydi.
Bellek gerçekten pek acayipti, kimi zaman bir sihirbaz gibiydi; silindir şapkasını şöyle bir sallıyor ve ebediyen unutulduğu sanılan anıları ortaya döküveriyordu.
Sözgelişi, bu görüntü okulun son yılında, sınıfla Venedik’e yaptıkları bir geziye aitti. Teknenin korkulu ğuna dayanmış olan Luisita gülümsüyordu. Okulun pek yakında bitecek olması, hayatın tüm olanaklarını önlerine sermesi, o ışıklı ilkbahar günü, gezilen yerlerin güzelliği ile birleşince o anları gerçekten çok özel kılmıştı.
Öğleden sonra Murano Adası’na gitmişler ve cam nesneler üreten bir atölyeyi ziyaret etmişlerdi. Güneş altında esmerleşmiş, beyaz fanila, lacivert pantolon giymiş bir adam, uzun bir kamışa üfleyerek hiç de zorlanmadan gözlerinin önünde olağanüstü nesneler yaratmıştı. Çıkmadan önce minik aynacıklara yapıştırılmış hayvancıklar satın almışlardı: Luisita kuğuları seçmiş, kendisi de uzun bir kararsızlık sonucunda minik kedilerde karar kılmıştı.
Onları yeniden Venedik’e götürecek olan küçük vapuru beklerlerken ellerinde kırılgan paketleri, şiirin ne olduğunu tartışmaya başlamışlardı.
“Bizlerin yaşamlarıyla, okulda öğrendiğimiz şiirler arasında ne ilişki var? Bir şiiri ezbere öğrenmek, bir teoremi bilmeye mi benzer yoksa daha farklı bir şey midir?”
Onu, asla aklına bile gelmeyecek bu tartışmalara sürüklemek Luisita’nın heyecanlı ve meraklı kişiliğinin sonucuydu.
“Yani sence ‘dik kenarlar üzerine çizilmiş kareler’ ve Hoşlanırım oldum olası bit ıssız tepeden dizesi arasında ne fark var?”
“Teorem bir yasa oluşturur,” diye çıkışmıştı Anselma, “pratik uygulaması olabilecek soyut bir şeydir.”
“Pekâlâ, şiirin pratik yanı nedir? Hiç. Şiir bir şeye yaramaz, karnımızı doyurmaz, geometri gibi ev yapmamıza yardımcı olmaz, hastalığımızı bile iyileştirmez.”
Anselma “Şiir olmadan da yaşanabilir mi demek istiyorsun?” demeyi göze almıştı.
Bu arada vapur kıyıya yanaşmıştı ve insanlar binebilmek için itişmeye başlamıştı.
“Elbette yaşanır! Belki daha bile iyi olunur. Çevrene bir bak, Beccalossi’ye, Saltimpalo’ya bak (bunlar hiç sevmedikleri arkadaşlarıydı); onların yaşamak için şiire gereksinme duyduğunu mu sanıyorsun? Onların tavuk gibi yolabilecekleri aptal bir kocayı yeğleyecekleri besbelli. Şiirin, ölümün ne anlama geldiğini asla merak etmeyeceklerdir. Onlar huzursuzluk, korku, kararsızlık nedir bilmeyeceklerdir; hayatları banyo küvetinin içinde yüzen plastik ördeğinkinden farklı olmayacaktır. Sakin, korunaklı ve ufuksuz. Kesinlikle benden, senden daha iyi yaşayacaklardır ama hayat gerçekten o mudur? Bu, arzu duyulacak bir yaşam mıdır? Ölüm döşeğinde ‘Bu olağanüstü bir serüven miydi?’ diye sordurabilecek bir yaşam mıdır? Yoksa bir yaşam putu mudur? Gizemi olmayan ve bununla karşılaşma hevesi taşımayan hayat bitmek bilmeyen esnemelerden başka nedir ki?”
Tam o anda, rastlantı sonucu Beccalossi esnemiş ve İki kız elleriyle ağızlarını örterek kahkahalara boğulmuşlardı. Chioggia Koyu batmak üzere olan güneşi yutmak ister gibiydi; güneşin son ışınlan, geçmekte olan teknenin ardında bıraktığı petrol şeridinin bir görünüp bir yok olan yağlı izini aydınlatıyordu.
Tartışmaları trende de sürmüştü.
“Hiçbir şeye yaramıyorsa, neden var?” demişti Anselma.
“Belki de, işe yaramayan şeyin bizi maymunlardan farklı kıldığını anımsatmak için vardır. Güzellik neye yarar? Merhamet neye yarar? Uyum neye yarar? Önemli şeyler asla bir işe yaramazlar.”
Yorgunluktan birbirlerinin omuzlarına dayanarak uyuyakalmadan önce Anselma şöyle fısıldamıştı: “O koyu renkli kütleden camın ışıltısının doğuşunu görmek harikaydı, değil mi?”
İstasyona varmadan az önce uyanmışlardı. Kızlar peronda vedalaşırlarken Luisita yanına yaklaşmıştı: “Hayatımın camın biçim almasından önceki hali gibi esnek ve ışıklı olmasını istiyorum.”
İstasyonun neon ışığı yüzüne sevimsiz bir gölge düşürüyordu.
“Bu bir istek mi, vaat mi?”
Luisita uzun, bakır rengi saçlarını sallayarak kahkahaya boğulmuştu.
“Bu bir kesinlik!”
Anselma da, “Ben de şiirin hayatımdan hiç ekşitmemesini arzu ediyorum,” demişti ama cılız sesi geçip giden bir trenin madenî gürültüsü tarafından yutulmuştu.
Okul yılları boyunca Anselma her zaman Luisita’ nın canlılığını kıskanmıştı. Herkesi büyüleyen kişiliği sayesinde arkadaşının hayatta çok büyük başarılar kazanacağına inanıyordu.
Ve başlangıçta böyle olmuştu.
Diplomadan hemen sonra öğretmenlik yarışmasını kazanmış ve onu uzak bir dağ köyüne göndermelerine karşın psikoloji diploması almayı ve çocuk resimlerinde renklerin anlamı üzerine bir kitap yayınlamayı başarmıştı.
Evlenmemişti ama olasılıkla hayatında bir kocaya yer yoktu. Daha okul yıllarında bazıları onun erkeklere ilgi duymadığını söyleyerek fesatlık ederlerdi. Anselma, o okul gezisinde Luisita’nın birdenbire elini kendi elleri arasına alması üzerine arkadaşlarının ne çok alay ettiğini hâlâ utanç içinde hatırlıyordu.
Gene de talihli bir hayat yaşadığı söylenemezdi. Kırk yaşına varmadan lösemiye yakalanmış ve hastalıkla kahramanca savaşmasına karşın hayatını kaybetmişti.
Anselma bu haberi bir öğleden sonra kocası ve çocuklarıyla denizden dönerken almıştı. Birbirlerinin izini yitireli yıllar olmuştu. Posta kutusunda bulduğu bir mektubunda Luisita hastalığını anlatmış ve son bir kez buluşabilirler mi diye sormuştu. Ama mektup çok geç gelmişti: Zarfın üzerindeki numarayı aradığında Luisita çoktan can vermişti.
Bütün o yıllar boyunca onun mezarını ziyaret edip bir çiçek bırakmayı hayal etmişti ama bunu da becerememişti.
O gece, arkadaşını belleğinin derinliklerinden bulup çıkartmasının nedeni vicdan azabı mıydı? Yoksa papağan, Murano camlarının kırılgan renklerini anımsattığı için mi bunlar düşmüştü aklına?
…