Hâlâ kendini beğenmiş öküzün teki olsa da artık Daemon’a direnmekten vazgeçtim çünkü, off…. ona çılgınlar gibi âşığım.
Daemon’ın duygularından bir türlü emin olamıyordum ama son günlerde hiç tahmin etmediğim kadar ciddi olduğunu kanıtladı. Birlikte akıl almaz tehlikelerden geçmiş ve bölük pörçük ilişkimizi bir araya getirmeye kendimizi öyle kaptırmıştık ki şey ah tamam, söylüyorum işte: O yanımdayken tüm bedenimin titremesini dindiremiyorum, birlikteyken adeta ateş alıyoruz.
Ama bizim dışımızda bir sürü sorun var. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ailesini koruyamıyor, ona yardım etmeliyim.
Yaşadıklarımdan sonra artık eski Katy değilim. Bambaşka biriyim, geleceğim öyle belirsiz ki… Bizi sorunların çözümüne yaklaştıran her adım, aslında içinden çıkamayacağımız korkunç
bir organizasyonun parçalarına götürüyor.
Ölümler hâlâ acı veriyor, yardımlar en beklenmeyenden geliyor ve dostlar en ölümcül düşmanlara dönüşüyorlar ama biz geri adım atmayacağız. Sonunda dünyamız sonsuza kadar paramparça olsa bile.
Birlikte güçlüyüz… ve onlar bunu biliyorlar.
Kimse Daemon Black kadar baştan çıkarıcı olamaz! Lux serisi, Obsidiyen ve Oniks’ten sonra Opal ile ısınmaya devam ediyor!
1
Beni neyin uyandırdığından emin değildim. Yılın ilk harbi kar fırtınasında uğuldayan rüzgâr dün gece yatışmıştı ve odam sessizdi. Huzurluydu. Yan tarafıma döndüm, gözlerimi kırpıştırdım.
Çiy kaplı yaprakların rengindeki gözler, gözlerime dikilmiş -ti. Tüyler ürpertici şekilde tanıdık ama sevdiklerime kıyasla donuktu bu gözler.
Dawson.
Battaniyeyi göğsüme bastırarak yavaşça doğruldum ve karmakarışık saçlarını yüzümden çektim. Belki de hâlâ uykudaydım çünkü Dawson’ın, çılgınca, sırılsıklam ve büyük ihtimalle delicesine âşık olduğum oğlanın ikiz kardeşinin, neden yatağımın kenarına tünemiş olduğunu gerçekten hiç bilmiyordum.
“Şey, her şey… her şey yolunda mı?” Boğazımı temizledim ama sesim rahatsız edici çıktı, seksi olmaya çalışırmış da acınası biçimde beceremezmiş gibiydim. Annemin psikopat erkek arkadaşı Michaels beni ambardaki kafese kilitlediğinde attığım tüm o çığlıkların sesim üstündeki etkisi, bir hafta sonra bile hâlâ sürüyordu.
Dawson bakışlarını yere indirdi. Gür, kömür karası kirpikleri, olması gerekenden daha solgun, çıkık ve keskin hatlı elmacık kemiklerine yayıldı. Dawson hakkında öğrendiğim tek şey, defolu mal olduğuydu.
Saate göz attım. Sabahın altısıydı neredeyse. “Nasıl girdin buraya?”
“Kendim girdim. Annen evde yok.”
Başka birisi olsa ödüm kopardı ama Dawson’dan korkmuyordum. “Winchester’da kardan mahsur kaldı.”
Başını öne salladı. “Uyuyamadım. Uyumadım.”
“Hiç mi?”
“Evet. Dee’yle Daemon da etkilendiler.” Bana, sanki kelimelere dökemediğini anlatmak istercesine bakıyordu. Kahretsin, Dawson, Lux hapishanesinden kaçtığı için üçüzler düpedüz iğne üstünde oturuyordu çünkü günler birbirini kovaladıkça, Savunma Departmanı’nın ortaya çıkmasını bekliyorduk. Dee, erkek arkadaşı Adam’ın ölümünü ve sevgili erkek kardeşinin yeniden ortaya çıkışını hazmetmeye çalışıyordu hâlâ. Daemon, erkek kardeşinin yanından ayrılmamaya, onlara göz kulak olmaya çalışıyordu. Fırtına birlikleri daha evimize dalmamıştı ancak hiçbirimizin içi rahat etmiyordu.
Her şey gereğinden kolay gözüküyordu ve bu hiç de iyiye işaret değildi.
Bazen… bazen sanki bir tuzak kurulmuş da hepimiz dörtnala koşup tuzağa düşmüşüz gibi geliyordu.
“Ne yaptın?” diye sordum.
“Yürüyüş yaptım,” dedi, pencereden dışarı bakarak. “Buraya geri döneceğim aklımın ucundan geçmemişti.”
Dawson’ın maruz kaldığı, ona zorla yaptırılan şeyi düşünmesi bile kanımı donduruyordu. Göğsüme derin bir acı çöreklendi. Aklıma getirmemeye çalışıyordum çünkü düşününce Daemon’ı aynı pozisyonda hayal ediyor ve buna dayanamıyordum.
Ama Dawson… Onun birine ihtiyacı vardı. Uzandım, obsi-diyen kolyemi kavradım. “Biraz konuşmak ister misin?”
Tekrar başını iki yana sallayınca kabarık saç tutamları gözlerini kısmen örttü. Saçları Daemon’ınkilerden daha uzun, daha kıvırcıktı ve muhtemelen uçlarından biraz almak gerekiyordu. Dawson’la Daemon tıpatıp aynıydılar, ne var ki şu anda hiç de benzemiyorlardı ve bunun tek nedeni de saçları değildi. “Bana onu hatırlatıyorsun. Yani Beth’i.”
Ne yanıt vereceğimi bilemiyordum. Dawson da Beth’i, benim Daemon’ı sevdiğim kadar seviyorsa… “Yaşadığını biliyorsun. Onu gördüm.”
Dawson’la göz göze geldik. Gözlerinin derinliklerinde büyük bir mutsuzluk ve sırlar vardı. “Biliyorum ama o eski Beth değil artık.” Durakladı, başını eğdi. Daemon’ın saçının hep alnına düşen tutamı, Dawson’ın da alnına düştü. “Erkek kardeşimi… seviyor musun?”
Sesindeki keder içimi burkmuştu; sanki tekrar sevmeyi beklemiyor, hatta artık buna inanmıyordu bile. “Evet.” “Üzgünüm.”
İrkilip geriye sıçradım, battaniye elimden kayıp aşağı düştü. “Neden özür dileyesin ki?”
Dawson başını kaldırıp nefesini bezgin bir şekilde salıverdi. Sonra, hayal bile edemeyeceğim kadar hızlı hareket ederek parmaklarını tenimde, kelepçelerle boğuşmaktan oluşmuş, her iki bileğimi çevreleyen soluk pembe izlerde gezdirdi.
O lekelerden nefret ediyor, tamamen kaybolacakları günü iple çekiyordum. Onları ne zaman görecek olsam, oniks etime gömülürken çektiğim acıyı anımsıyordum. Sesimin nasıl zarar gördüğünü anneme açıklamak kolay olmamıştı. Dawson’ın aniden ortaya çıkışından söz etmiyorum bile. Kar fırtınasından önce Dawson’ı, Daemon’la birlikte görünce annemin yüzündeki ifade görmeye değerdi ama “kaçak kardeşin” eve dönmesine sevinmiş gibiydi. Uzun kollu gömleklerle gizlemek zorunda olduğum şu beneklere gelince… Soğuk aylarda bu yöntem işe yarıyordu ama yazın ne yapacağıma akıl sır erdiremiyordum.
“Beth’i gördüğümde onda da böyle izler vardı,” dedi Daw-son sessizce. Elini geri çekti. “Kaçma işinde gerçekten uzmanlaşmıştı ama onu her defasında yakalıyorlardı. Hep bu izlerden vardı ama genelde boynunun etrafında oluyordu.”
Başım döndü, midem bulandı; yutkundum. Boynunun etrafında mı? Ben… “Beth’i… Beth’i sık görüyor muydun?” SD tesislerinde hapisken en azından bir ziyarete izin verdiklerini biliyordum.
“Bilmiyorum. Zaman kavramım alt üst olmuştu. Başlangıçta bana getirdikleri insanlar sayesinde zamanı takip ediyordum. Onları iyileştiriyordum ve genellikle eğer… yaşarlarsa günleri sayabiliyordum, ta ki her şey dağılana kadar. Dört gün.” Pencereden dışarıya bakmak için geri döndü. Açık perdelerden tek görebildiğim kapkara gökyüzü ve kar kaplı dallardı. “Her şeyin dağılmasından nefret ediyorlardı.”
Tahmin edebiliyordum. SD ya da güya SD’nin içindeki bir grup olan Daidalos insanları başarılı bir şekilde mutasyona uğratmak için Luxenleri kullanmayı görev edinmişti. Bazen bu işe yarıyordu.
Bazense yaramıyordu.
Daemon’la Dee’nin, Dawson hakkında söylediklerini hatırlamaya çalışarak onu izliyordum. Dawson kibar, komik ve etkileyiciydi, Dee’nin erkek versiyonuydu ve Daemon’a hiç mi hiç benzemiyordu.
Ama bu Dawson farklıydı: asık suratlı ve soğuktu. Erkek kardeşiyle konuşmaması bir yana, bildiğim kadarıyla başına gelenlerle ilgili hiç kimseye tek kelime etmemişti. Gayrı resmi velileri Matthew, üstüne kimsenin gitmemesinin en iyisi olduğunu düşünüyordu.
Dawson nasıl kaçtığını bile hiç kimseye anlatmamıştı. Doktor Michaels, o ciğeri beş para etmez yalancı piç, sözümona Dawson’ı “serbest bıraktırma” adına bizi oradan oraya koşturmuş, böylece Dodge’dan kaçıp gidecek zamanı bulmuştu. Bu, mantıklı gelen tek açıklamaydı.
Diğer tahminimse çok ama çok daha karanlık ve daha çirkindi.
Dawson bakışlarını ellerine indirdi. “Daemon da… seni seviyor mu?”
Gözlerimi kırpıştırdım, kendime geldim. “Evet. Galiba.”
“Sana söyledi mi?”
Bu kadar çok sözcükle değil. “Tam olarak değil. Ama bence o da seviyor.”
“Söylemeli. Hem de her gün.” Dawson başını geriye atıp gözlerini yumdu. “Kar görmeyeli o kadar zaman olmuştu ki,” dedi, neredeyse özlem dolu bir şekilde.
Esneyerek pencereden dışarı baktım. Herkesin dört gözle beklediği o koca fırtına dünyanın bu küçücük noktasına çullanmış, Grant County’yi hafta sonu boyunca cehenneme çevirmişti. Okul, Pazartesi ve bugün tatil edilmişti; dün geceki haberlerde insanları mahsur kaldıkları yerlerden çıkarmanın hafta sonunu bulacağı söylenmişti. Kar fırtınası tam zamanında gelmişti. En azından Dawson konusunda ne yapacağımıza karar vermek için önümüzde bütün bir hafta vardı.
Okulda öyle gökten zembille inmiş gibi ortaya çıkamazdı ya.
“Karın böyle yağdığını hiç görmemiştim,” dedim. Aslen Kuzey Florida’dandım ve daha önce birkaç acayip tipi görmüştüm ama hiç böyle beyaz, lapa lapa değildi.
Dudaklarında küçük, kederli bir gülümseme belirdi. “Güneş çıkınca harika olacak. Göreceksin.”
Buna hiç şüphe yoktu. Her şey beyaz bir örtünün altındaydı.
Dawson havaya sıçradı ve aniden odanın diğer ucunda ortaya çıktı. Bir saniye sonra boynumda o sıcak karıncalanmayı hissettim ve kalbim hızla çarpmaya başladı. Dawson başını çevirdi. “Erkek kardeşim geliyor.”
Aradan daha on saniye geçmemişti ki Daemon, yatak odamın kapısında dikilmişti. Uykudan yeni kalktığı için saçları darmadağındı. Flanel pijama altı buruş buruştu. Üzerinde tişört yoktu. Dışarıda bir metre kar varken o hâlâ yarı çıplak geziyordu.
Neredeyse gözlerimi devirecektim ama bunun için gözlerimi, göğsünden… ve karnından ayırmam gerekiyordu. Cidden daha sık tişört giymeliydi.
Daemon, bakışlarını kardeşinden bana, sonra yine kardeşine yöneltti. “Hayrola? Pijama partisi mi veriyoruz? Ben davetli değil miyim peki?”
Dawson sessizce kardeşinin yanından geçti, koridora çıkıp gözden kayboldu. Birkaç saniye sonra sokak kapısının kapandığını duydum.
“Tamam.” Daemon iç çekti. “Birkaç gündür hayatım böyle işte.” Onun adına yüreğim sızladı. “Üzgünüm.”
Başını yan yatırarak yatağa yürüdü. “Erkek kardeşimin yatak odanda ne aradığı hakkında bilmem gereken bir şey var mı?” “Uyku tutmamış.” Eğilip yatak örtüsünü çekmesini izledim. Fark etmeden örtüyü tekrar tuttum. Daemon bir kez daha çekti, ben de zorlamadan bıraktım. “Uyuyamaması canınızı sıkı-yormuş.”
Daemon örtünün altına girdi, yan tarafına dönüp bana baktı. “Canımızı falan sıktığı yok.”
O varken yatağa sığmakta zorlanıyordum. Yedi ay önce -kahretsin, dört ay önce- bana okulun en seksi, en huysuz oğlanının yatağımda olacağını söyleseler kahkahayla gülerdim.
Ama çok şey değişmişti. Hem yedi ay önce uzaylılara da inanmıyordum.
“Biliyorum,” dedim, ben de yan döndüm. Bakışlarımı geniş elmacık kemiklerinde, dolgun alt dudaklarında ve o olağanüstü biçimde parlak yeşil gözlerinde gezdirdim. Daemon Noel kaktüsü gibi güzel ama dikenliydi. Aynı odada olup da birinci derece cinayet işleme isteğine yenik düşmeyecek hale gelmemiz epey zaman almıştı. Daemon, bana karşı hissettiklerinin gerçek olduğunu ispatlamak zorunda kalmıştı ve sonunda… bunu yapmıştı. İlk tanıştığımızda gezegendeki en kibar insan değildi ve daha sonra bunu cidden telafi etmesi gerekmişti. Annem beni hanım evladı olarak yetiştirmemişti. “Ona Bethany’yi hatırlattığımı söyledi.”
Daemon’ın kaşları çatıldı. Gözlerimi devirdim. “Düşündüğün anlamda değil.”
“Ne yalan söyleyeyim, kardeşimi ne kadar sevsem de yatak odanda olmasıyla ilgili ne düşüneceğimi bilemiyorum.” Kaslı kolunu uzattı, parmaklarıyla birkaç tutam saçımı yanaklarımdan çekip kulağımın arkasına soktu. Titredim, o da gülümsedi. “Bölgemi işaretlemem gerektiğini hissediyorum.”
“Kapa çeneni.”
“Ah, şu patronluk taslaman yok mu, öldürüyor beni. Feci seksi.”
“Hiç uslanmayacaksın.”
Daemon usulca yaklaştı, baldırını baldırıma bastırdı. “Annenin başka yerde mahsur kalmasına sevindim.”
Tek kaşımı kaldırdım. “Niyeymiş o?”
Geniş omzunu silkti. “Şu anda bunu hiç hoş karşılamazdı.” “Karşılamazdı, haklısın.”
Biraz daha kıpırdandıktan sonra bedenlerimiz arasında çok az bir mesafe kalmıştı. Vücudundan her zaman yayılan sıcaklık benim vücudumu sırılsıklam etmişti. “Annen, Will’le ilgili bir şey söyledi mi?”
İçim buz kesti. Gerçekliğe, korkutucu ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, kestirilemez gerçekliğe geri dönmüştüm. Yani Bay Michaels’a. “Geçen hafta söylediklerinden başka bir şey demedi. Yani Will’in bir konferans ve aile ziyareti için kasaba dışına çıktığını söylemişti, ikimiz de bunun yalan olduğunu biliyoruz.”
“Önceden her şeyi planlamış ki hiç kimse yokluğunu sorgulamasın.”
Will’in ortadan kaybolması gerekiyordu çünkü zorla yaptırdığı mutasyon hangi seviyede olursa olsun işe yaradıysa, biraz yalnız kalması gerekliydi. “Sence geri dönecek mi?”
Elinin tersini yanaklarımda gezdirirken, “Balataları sıyırmış olması lazım,” dedi.
Pek sayılmaz, diye düşündüm, gözlerimi kapatarak. Dae-mon, Will’i iyileştirmek istememişti ama eli mahkûmdu. İyileştirme, bir insanı hücresel boyutta değiştirmek için yeterli seviyede değildi ve Will’in yaraları da ölümcül sayılmazdı. O yüzden mutasyon ya kalıcı olacaktı ya da kaybolup gidecekti. Kaybolursa da Will geri dönecekti. Buna kalıbımı basardım. Kendi çıkarı için SD’ye karşı komplo kurmuş olsa da, beni mu-tasyona uğratanın Daemon olduğunu bilmesi, SD için değerliydi, bu yüzden onu geri almak zorunda kalacaklardı. Will bir sorundu, hem de büyük bir sorun.
O yüzden bekliyorduk… Bütün kötülüklerin üst üste gelmesini bekliyorduk.
Gözlerimi açınca Daemon’ın gözlerini benden ayırmadığını gördüm. “Dawson konusunda…”
“Ne yapacağımı bilmiyorum,” diye itiraf etti, elinin tersini boynumdan aşağıya, göğsümün çıkıntısının üzerinde gezdirerek. Nefesim kesildi. “Benimle konuşmuyor. Dee de ağzından cımbızla laf alıyor. Çoğu zaman kendini yatak odasına kapatıyor ya da ormanda dolaşıyor. Onu takip ediyorum, o da bunun farkında.” Daemon’ın eli kalçama geldi, oracıkta durdu. “Ama onun… ”
“Zamana ihtiyacı var, değil mi?” Burnunun ucunu öptüm ve geri çekildim. “Çok şey yaşadı Daemon.”
Parmaklarını sıktı. “Biliyorum. Her neyse…” Daemon o kadar hızlı hareket etti ki ne yaptığını fark edemedim, ta ki beni sırtüstü yatırana ve elleri yüzümün iki yanında tepemde dikilene dek. “Görevlerimi ihmal ettim.”
Böylece, olan biten her şey, bütün endişelerimiz, korkularımız ve cevaplanmamış sorularımız buhar olup uçuverdi. Daemon’ın böyle bir etkisi vardı işte. Başımı kaldırıp ona baktım, nefes almakta güçlük çekiyordum. “Görevlerinin” ne olduğundan yüzde yüz emin değildim ama hayal gücüm capcanlıydı.
“Seninle çok zaman geçiremedim.” Dudaklarını önce sağ, sonra da sol şakağıma bastırdı. “Ama bu, seni düşünmediğim anlamına gelmiyor.”
Yüreğim ağzıma geldi. “Meşgul olduğunu biliyorum.” “Biliyor musun?” Dudaklarını kaşımda gezdirdi. Başımla onaylayınca kımıldadı, ağırlığını tek dirseğine verdi. Boştaki eliyle çenemi yakaladı, başımı geriye yatırdı. Gözlerini, gözlerime dikti. “Sen nasılsın peki?”
Sahip olduğum iradenin her bir gramını kullanarak dikkatimi söylediği şeye verdim. “Yuvarlanıp gidiyorum işte. Benim için endişelenmene gerek yok.”
Pek inanmamış gibiydi. “Sesin… ”
Yüzümü buruşturdum ve boş yere tekrar boğazımı temizledim. “İyiye gidiyor.”
Başparmağını çenemde dolaştırırken gözlerinin rengi koyulaştı. “Yeterli değil ama hoşuma gitmeye başlıyor.” Gülümsedim. “Öyle mi?”
Daemon başıyla onayladı ve dudaklarını dudaklarıma getirdi. Öpücüğü tatlı ve yumuşaktı; etkisini her yanımda hissettim. “Çok seksi.” Ağzı tekrar ağzımın üzerindeydi, öpücük giderek uzuyor, daha ateşli bir hal alıyordu. “Buğulu sesle konuşman çok seksi ama keşke…”
“Yapma.” Ellerimi, yumuşak yanaklarına koydum. “Ben iyiyim. Ses tellerimden başka endişelenecek yeterince şeyimiz var zaten. Aslına bakarsan listenin üst sıralarında yer bulamaz bile.” Tek kaşını kaldırdı. Vay be, harbiden olgunca bir şeyler söylemiştim. Daemon’ın yüzünü görünce kıkırdadım, daha yeni edindiğim olgunluk tuzla buz oldu. “Seni özledim,” diye itiraf ettim. “Biliyorum. Bensiz yaşayamazsın.”
“O kadar da uzun boylu değil.”
“Hadi, kabul et.”
“Al işte. O koca egon yine engel oluyor,” diye takıldım. Dudaklarını çenemin alt kısmına getirdi. “Neye engel oluyor?”
“Mükemmel ambalaja.”
Kahkahayla güldüm.
“Sana söyleyeyim. Benim asıl mükemmel… ”
“İğrençleşme.” Ama titredim çünkü boyun çukurumu öpüşü kesinlikle kusursuzdu.
Bunu ona asla söylemezdim ama zaman zaman çirkin kafasını çıkaran… daha dikenli tarafı bir yana, şimdiye kadar karşılaştığım, mükemmele en yakın şeydi.
Kıvranmama neden olan bilmiş bir kıkırdamayla elini, kolumdan aşağıya, oradan da belimin üzerine kaydırdı, baldırımı yakalayıp bacağımı kalçasına doladı. “Sen de amma fesatsın.
Her açıdan mükemmel olduğumu söyleyecektim.”
Gülerek kollarımı boynuna doladım. “Ben de inandım. Sütten çıkmış ak kaşık seni.”
“Ah, asla o kadar iyi olduğumu iddia etmedim.” Vücudunun alt kısmı vücuduma iyice yapıştı ve kesik bir nefes aldım. “Ben senden daha… ”
“Yaramaz mısın?” Yüzümü, boynuna bastırdım ve derin bir nefes aldım. Üzerinde hep, taze yaprak ve baharata benzeyen bir kır kokusu vardı. “Evet, biliyorum ama yaramazlığının altında iyi birisin. Seni bu yüzden seviyorum.”
Daemon birden ürperdi, sonra da donakaldı. Kalbim tekleyerek attı. Ardından yan dönüp bana sımsıkı sarıldı. Beni öyle sıkı sarmalamıştı ki, başımı kaldırmak için eğilip bükülmek zorunda kaldım.
“Daemon?”
“Yok bir şey.” Sesi boğuklaşmıştı. Alnımı öptü. “Ben iyiyim. Daha… erken. Okul yok, annen de eve gelip tam adını bağırarak söylemeyecek. Bizi bekleyen o kaçığı da bir süreliğine aklımızdan çıkarabiliriz. Normal ergenler gibi uyuyakalabiliriz.” Normal ergenler gibi. “Hoşuma gitti.”
“Benim de.”
“Benim daha çok,” diye mırıldandım, neredeyse tek vücut olana kadar ona sokuldum. Kalbinin benimkiyle eş zamanlı atışını hissedebiliyordum. Mükemmeldi. İhtiyacımız olan buydu, yani normal olmanın sessiz anları. Sadece Daemon ve ben…
Beyaz ve büyük bir şey çarpınca ön avluya bakan pencere paramparça oldu; cam kırıkları ve kar içeri döküldü.
Daemon yuvarlanıp ayağa fırlayarak asıl Luxen formuna bürünürken, dehşet dolu çığlığım yarıda kesildi; Daemon ışıktan bir insan şeklindeydi ve öyle parlıyordu ki ona sadece birkaç değerli saniye boyunca bakabildim.
Vay canına, dedi Daemon’ın sesi, kendi düşüncelerimden süzülerek.
Daemon birisine sinirlenip kafayı sıyırmadığından dizlerimin üzerine kalktım ve yatağın kenarından baktım.
“Vay canına,” dedim yüksek sesle.
Normal olduğumuz değerli anlar, yatak odamın zemininde yatan bir cesetle sona ermişti.