Sen o zaman parasız yatılıdaydın. Anlatmadık bunları sana. Annem istemedi. “Aklı bizde kalmasın, dersine çalışsın yavrum, okusun da kurtarsın kendini,” dedi. Sana haftada iki üç kez yazdığım mektuplara koyamadım bunları, diyebilemedim. Doğum haberini verdiğinden beri düşünüyordum ama, anlatayım istiyordum. Bugüne kısmetmiş. Annemin de, babamın da inancı tamdı sana, biliyorsun. Benden pek ümitleri yoktu.
Oğlan çocuğu yerine sayıyorlardı beni. Okumaz bu, diyorlardı. İte kaka liseyi bitirir, sonra Susurluk’un içinden, olmadı Bandırma’dan, Karacabey’den bulur birini evlendiririz diye düşünürlerdi. Zaten dedeme kalsa, kız çocuğun okuması da neymiş. Kız evlat dediğin, memeleri dolunca oturur kocasının dizinin dibinde, ağzının içine bakar. Çocuğunu büyütür, salçasını, tarhanasını, turşusunu kurar biraz da örgü, dikiş geldi mi elinden, daha ne? Ah, canım dedem!
Dedem ne çok severdi beni, ne çok. Babam da seni. Onca borcun içine seni okutabilmek için girdi biraz da. Şimdi üstünden bunca vakit geçti diye bu kadar rahat diyorum bunu, alınma. Albayın Nihat sokmuştu onu bu ortaklık işine. Babam ki şunca yılın ırgat çocuğu, ne anlasın fabrikadan, muhasebeden, stopajdan, sacdan, Allahını seversen.
Fakirin umudu kazancından çok, borcundan az işte, ne yaparsın. Balıkesir yolundaki sac fabrikasına sermaye koyacaklar, civarın peynircilerine, yağcılarına teneke ambalaj satacaklar, bir yılda borcu temizlediler mi, iki, çok çok üç yılda feraha çıkacaklardı. Senesi gelmeden, Nihat çekti parasını işten. “Ben,” dedi babama, “Şofben parçası işine giriyorum.
Senin Allah yolunu açık etsin.” Senesi geçince de muhasebecisi, maliyecisi, ustabaşısı çekiştirmeye başladılar emanet kravatından babamı. Hani lisede bir Mesut Hoca vardı, yakışıklı, küfürbaz edebiyatçı; o vermişti. “Patron adamsın sen artık. İşçi milleti yavşaktır, Jilet gibi olmazsan, hürmet görmezsin,” demiş hatta. Sen yoktun, anlatmıyorduk bunları sana, moralin bozulmasın, derslerin kötülemesin diye. Tebligatlar, tebligatları kovaladı.
En sonunda devletin kiremit rengi kamyoneti yanaştı kapının önüne, neyimiz var neyimiz yok yükledi, götürdü. Annem, şaşkınlıktan yazık, banyonun açık yeşil paspasını kucaklamış, ağlıyor da ağlıyordu. Babam yoktu ortalarda, kayboluverdi. Bir müddet de görünmedi zaten. Hatırlarsın, Keşan’a gitti demiştik sana da. Yok efendim, orda bir arsa varmış da, asker arkadaşı illa tutturmuş da, “Gel, bir gör, beğenmezsen almazsın,” demiş de, bir sürü senaryo.
İki buçuk ay, birkaç parça üst baş, bir düdüklü tencere, annemin çeyiz sandığı, bir de banyonun yeşil paspasıyla alt katta, kuru kuruya yaşadık dedemlerde. Babamı hiç sevmezdim ben. Mıymıntılığı, ellerinin kabalığı, haki yeşil emanet kravatı ve seni benden daha çok sevişi çileden çıkartırdı beni. Yine de merak ediyordum.
Öyle, başına bir şey gelmiştir, alacaklılarının eline düşmüştür, bir yerlerde kendi canına kıymıştır diye değil, sen işkillenip kalkar geliverirsin diye, annem daha çok ağlayacak, dedem daha çok sövecek diye, üst katı bomboş görünce üzüntüden okuyamazsın diye.
Dedem de sevmezdi babamı. Dedem, bir beni severdi, bir de çarpık bacaklı Skoda kamyonetini. Beni yanma atar, Biga’nın, Çanakkale’nin, Ezine’nin, Bayramiç’in, Çan’ın panayırlarına, yağlı güreşlerine, hayvan pazarlarına götürürdü. Küçücük canımla, arkadaşıymış gibi yanında dolaştırırdı beni, kocaman insanmışım gibi konuşur, anlatırdı.
Çiçekli tokalar, ağzı gözü mürekkep lekesi gibi dağılmış bez bebekler, şekerli simitler alır, çoğunluğu çiftçi, celep olan arkadaşlarıyla çay boylarında, çınar altlarına kurulmuş gündüz sofralarında, azıcık ağzımın ucuyla rakılar içirirdi bana.
Panayırlarda Kent’e, Malbora’ya halka attırır, brandadan kuyruğuyla yarı beline kadar büyükçe bir akvaryumun içinde oturan Çingene denizkızını seyrettirir, tükürük köfteleri yedirirdi. Susurluk’ta da ayırmazdı beni yanından, basbayağı arkadaşı sanırdı. Bir tek cumaya gittiğinde, ben Deli Sabri’yle caminin avlusundaki kahvede oturur, onu beklerdim. Gitmeden bana ve Sabri’ye oralet söyler, “Uslu uslu oturun Sabri Abinle, e mi kızım?” derdi.
Sabri pek konuşmazdı. Zaten konuştuğunda da ne dediği anlaşılmaz, kendi dilince şarkılar söylerdi. Birdenbire oraletime tükürür, sonra neşeyle, bu hareketini alkışlardı. Ben zaten soğusun diye elimi sürmediğim oraletten bir yudum alamadan öylece beklerdim dedemi. Korkmazdım yine de Sabri’den. Saçlarımı okşadığında, durup dururken havayı yumrukladığında, ayakkabısını araba yapıp masanın üstünde gezdirdiğinde, yoldan geçen koca koca köpeklere sarıldığında bile.
Cumadan sonra ayran içmeye götürürdü beni dedem, Balıkesir yoluna. Ne çok isterdim halbuki onunla camiye gitmeyi. Anneannem bütün duaları belletmişti bana. Senesine hatim bile indirecektim. “Kızlar gitmez cumaya,” derdi dedem. “Seneye Kuran kursuna gidersin.” O sene bayram namazına götürmüştü ama beni, kurbanda. “Keşke, kızlar da gitseymiş cumaya,” demiştim. “Belki o zaman, bu kadar kötü kokmazdı halılar.” Gülmüştü dedem. Hatırlarsın, “yavrumun yavrusu” derdi bana; “karabiberim, badem şekerim” diye severdi.