FANTASTİKTE YENİ BİR SOLUK VE SIRADIŞI BİR DÜNYA
Tarih ve fantastik kurgunun iç içe geçtiği, zekice kurgulanmış, sürükleyici ve nefes kesici bir roma
‘‘Temeraire, korkunç derecede eğlenceli fantastik bir seri’’
-STEPHEN KING
İngilizler tarafından ele geçirilen Fransız gemisindeki gani- metler arasında bulunan bir ejderha yumurtası çatlamak üzeredir. Türü ve tam olarak yumurtadan ne zaman çıkacağı bilinmeyen ejderha ve İngiliz gemisinin kaptanı Laurence, fedakârlık, sadakat ve sevgi dolu büyülü bir dostluğa doğru giden, 1800’lü yılların arka planını oluşturduğu macera dolu bir yola çıkarlar. Ama çok geçmeden bu muhteşem ikiliyi huzursuz edecek ve Çin’in İngiltere ve Fransa arasındaki olaylara karışmasını gerektirecek denli büyük bir sebep doğacaktır.
“Muhteşem bir anlatım… Kalbinizi hikâyenin daha en başından çalan karakterler… Bravo!”
-Booklist
“Kesinlikle bağımlılık yapıcı… Beyaz perdeye aktarıldığını görmek çok heyecanlı olurdu.”
-Ain’t It Cool News.com
“Büyüleyici bir hikâye… Sanki Jane Austen, Christopher Paolini’yle Zindanlar & Ejderhalar oynuyormuş gibi.”
-Time
1.BÖLÜM
ÇALKANTILI DENİZDE SALLANAN Fransız gemisinin güvertesi kanla kayganlaşmıştı; bir vuruş, hamleyi yapan adamı, hedefi kadar kolayca yere devirebilirdi. Laurence’ın savaşın en hararetli anında direncin ölçüsüne şaşıracak zamanı yoktu ama savaş ateşinin sersemletici bulanıklığının, kılıçların karmaşasının ve tabanca dumanının arasından bile adamlarını yüreklendirmek için bağıran Fransız yüzbaşının yüzündeki aşırı kederi görebiliyordu.
Kısa bir süre sonra güvertede karşılaştıklarında yüzündeki keder ifadesi hâlâ yerinde olan adam son derece gönülsüzce kılıcını telsim etti; geri çekmek istermiş gibi eli son anda kılıcın üzerine yan kapanmıştı. Laurence bayrağın indirilmiş olduğundan emin olmak için kafasını kaldırıp baktı, ardından kılıcı sessiz bir baş selamıyla aldı; Fransızca bilmiyordu ve daha resmî bir konuşma, Fransız toplarını susturmak için güverte altına inmiş olan asteğmenini beklemek zorundaydı. Çarpışmanın sona ermesiyle, kalan Fransızlar neredeyse oldukları yere çöktüler; Laurence otuz altı toplu bir firkateyn için beklediğinden daha az sayıda, hasta ve çökük avurtlu olduklarını fark etti. Pek çoğu güvertede ölü ya da Ölmek üzere yatıyordu; kafasını İki yana salladı ve hoşnutsuzlukla Fransız yüzbaşıya baktı: adam çarpışmaya hiç girmemeliydi. Reliant’ın en iyi şartlarda Amitie’den top ve adam olarak biraz daha üstün olduğu gerçeği bir yana, mürettebatı hastalık ve açlık yüzünden kırılmıştı. Üstelik yelkenler acınacak bir karışıklık içindeydi ve bu, savaş yüzünden değil, henüz bu sabah dinen fırtına yüzündendi; Reliant yaklaşıp bordalamadan önce yalnızca tek bir yaylım ateşi açmayı başarmışlardı. Yüzbaşının yenilgiden dolay: derinden sarsıldığı belliydi ama duygularına kapılacak genç bir adam değildi; onları böylesine ümitsiz bir çarpışmaya sürüklemektense adamlarıyla daha iyisini yapmalıydı.
“Bay Riley,” dedi Laurence, teğmeninin dikkatini çekmek için, “adamlarımız yaralıları aşağıya taşısın.” Yüzbaşının kılıcım kemerine astı; adamın, genelde olduğu gibi kılıcı kendisine geri verilerek onurlandın İm ayı hak etmediğini düşündü. “Bay Wells’e de haber verin.”
“Emredersiniz efendim,” dedi Riley, gerekli emirleri vermek için dönerek. Laurence gövdenin aldığı hasan görmek için tırabzana doğru ilerledi. Gemi oldukça sağlam görünüyordu ve adamlarına su çizgisinin altına ateş etmekten kaçınmalarını emretmişti; gemiyi limana götürmenin zor bir tarafı olmadığını düşündü memnuniyetle,
Saçları kısa kuyruğundan çıkmıştı ve gemiye göz gezdirirken gözlerinin önüne düşüyordu. Geri dönerken, alnında ve güneşten rengi açılmış saçlarında kanlı çizgiler bırakarak sabırsızlıkla saçlarını kenara itti; bu, ganimetini incelerken, geniş omuzlan ve sert bakışları yüzünden ona alışılagelmiş düşünceli ifadesinin aksine bilinçsizce, yırtıcı bir görünüş kazandırmıştı.
Wells, çağrılmasına karşılık olarak yukarı çıkıp yanına geldi. “Efendim,” dedi, kendisiyle konuşulmasını beklemeden, “affedersiniz ama Üsteğmen Gibbs ambarda ilginç bir şey olduğunu söylüyor.”
“Öyle mi? Gidip bakayım o halde,” dedi Laurence. “Lütfen bu beyefendiye,” Fransız yüzbaşıyı gösterdi, “bana kendisi ve adamları için şeref sözü vermesi gerektiğini, aksi takdirde kilit altında tutulmaları gerekeceğini söyle.”
Fransız yüzbaşı hemen yanıt vermedi; acı nacak bir ifadeyle adamlarına bakıyordu. Alt güvertede küçük gruplar halinde tutulabilmek” elbette çok daha iyi olurdu ama bu şartlar altında geminin tekrar ele geçirilmesi gerçekten imkânsızdı; adam yine de duraksadı, başını eğdi ve sonunda daha da perişan bir bakışla, “Um rendi,” dedi.
Laurence hafifçe başını salladı. “Kamarasına gidebilir,” dedi Wells’e ve ambara inmek için döndü. “Tom geliyor musun? Harika.”
Hemen arkasında Riley ile merdivenlerden indi ve üsteğmenini onu beklerken buldu. Gibbs’in heyecanlı yuvarlak yüzü hâlâ terle parlıyordu; ganimeti limana o götürüyor olacaktı ve gemi bir firkateyn olduğu için, gemiye kaptan olarak atanacağından neredeyse emindi. Laurence çok mutlu değildi; Gibbs görevini makul bir şekilde yapmış olmasına karşın, göreve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından zorla atanmıştı ve yakın arkadaş değildiler. Üsteğmeni olarak Riley’yi istemişti ve fırsat verilmiş olsaydı, şu an onun yerinde Riley olacaktı. Görevin doğası buydu ve iyi talihi yüzünden Gibbs’e karşı bir kin beslemiyordu ama yine de Tom’un kendi gemisine sahip olduğunu gördüğünde sevineceği kadar sevinemi
“Pekâlâ; ne buldunuz bakalım’” diye sordu Laurence Ele geçirilen gemideki malları listeleme ışını boşlayan tayfalar, ambarın kıç bölgesine doğru garip bir şekilde yerleştiril mis bir bölmenin etrafına toplanmıştı
“Efendim bu tarafa gelebilir misini/?’ dedi Gibbs “Açılın,” diye emir verdi ve Laurence aylaların, ambarın arka tarafına inşa edilmiş duvardaki bir kapı eşiğinin ununu açtığını gördü; kereste barız bir biçimde etrafındakilerden daha açık renk olduğu için kapının yeni olduğu her halinden belliydi.
Eğilerek alçak kapıdan geçen Laurence kendini garip görünüşlü küçük bir odada buldu. Duvarlar gemiye gereksiz ve oldukça fazla bir ağırlık ekleyerek metalle güçlendirilmiş ve zemin eski yelken beziyle doldurulmuştu; ayrıca son zamanlarda kullanılmamış olmasına karşın köşede bir kömür sobası vardı. Odadaki tek eşya, kabaca bir insanın beli boyunda ve genişliğinde büyük bir sandıktı ve sandık metal halkalara bağlı kalın halatlarla yere ve duvarlara sabitlenmişti.
Laurence meraktan içinin kıpır kıpır olmasına engel olamıyordu ama bir anlık bir mücadeleden sonra heyecanını bastırmayı başardı. “Bay Gibbs, sanırım içinde ne olduğuna bakacağız,” dedi yana çekilerek. Sandığın üstü iyice çivilenmişti ama sonunda pek çok istekli tayfaya boyun eğmek zorunda kalmıştı; adamlar zorlayarak kapağı açtı ve dolgu malzemesi olarak kullanılmış samanın bir kısmını çıkardı ve pek çok baş görmek için aynı anda ileri uzandı.
Kimseden çıt çıkmıyordu. Laurence sessizce, saman yığınının ortasında yükselen yumurtanın parlak kabuğuna bakıyordu; inanması oldukça güçtü. “Bay Pollitt’e haber veria” dedi sonunda; sesi yalnızca birazcık gergin çıkmıştı. “Bay Riley, şu halatların sağlam olduğundan emin olun lütfen.”
Yumurtaya bakmakla o kadar meşguldü ki, Riley hemen yanıt veremedi; ardından silkinerek dikkatini topladı ve çabucak, “Emredersiniz efendim,” dedi ve bağlantıları kontrol etmek için eğildi.
Laurence sandığa yaklaşıp dikkatle yumurtaya baktı. Kendi deneyimlerinden kesin bir şey söyleye memesine karşın yumurtanın içeriğine kesinlikle şüphe yoktu, tik şaşkınlığı geçerken deneme amaçlı uzanıp çok dikkatli bir biçimde yüzeye dokundu; yüzey pürüzsüz ve sertti. Yumurtaya zarar verme riskine girmek istemeyerek elini neredeyse anında geri çekti.
Bay Pollitt, iki eliyle de merdivenin kenarlarına tutunup tuttuğu yerlerde kanlı izler bırakarak garip tarzıyla ambara indi; denizci değildi, karadaki birtakım bilinmeyen hayal kırıklıklarından sonra otuzlarının sonlarına doğru gemi doktoru olmuştu. Yine de cana yakın bir insandı ve elleri ameliyat masasında her zaman en şaşmaz eller olmasa da mürettebat tarafından oldukça sevilirdi, “Ne vardı, efendim?” dedi, ardından yumurtayı gördü, “Aman Tanrım.”
“Bu bir ejderha yumurtası demek ki?” dedi Laurence. Ses tonundaki zafer sevincini bastırmak çaba gerektirmişti.
“Ah kesinlikle, Yüzbaşı. Yalnızca boyutları bile bunu gösteriyor.” Bay Pollitt ellerini önlüğüne sildi ve yumurtanın boyutunu görmek için sandıktan biraz daha saman çıkardı. “Vay canına, oldukça sertleşmiş; karadan bu kadar uzakta ne yapmaya çalıştıklarını merak ediyorum.”
Bu İyiye işaret değildi. “Sertleşmiş mi?” dedi Laurence sertçe. “Bu ne anlama geliyor?”
“Yumurtanın yakında çatlayacağı anlamına geliyor. Emin olmak için kitaplarıma bakmam gerekiyor ama Badke’nin Bestian”sinde yumurta tamamen sertleştiğinde çatlamasının bir hafta içinde gerçekleşeceğini yazdığını hatırlar gibiyim. Türünün ne olduğunu söyleyebilmem için ölçüm İplerimi getirmeliyim.”
Hızla uzaklaştı ve Laurence Gibbs ve Riley ile bakışınca. İki adam etrafta oyalananlar tararından kulak misafiri olunmadan konuşabil meleri için yanına sokuldu. “Uygun bir rüzgârla bile Madeira’ya en az üç hafta uzaklıktayız değil mi?” dedi Laurence sessizce.
“En iyi olasılıkla, efendim,” dedi Gibbs başıyla onaylayarak.
“Bununla buraya nasıl geldiklerini hayal bile edemiyorum,” dedi Riley. “Ne yapmak niyetindesiniz efendim?”
Bu zor durumu fark edince başlangıçtaki sevincini yerini gittikçe ümitsizliğe bırakan Laurence boş boş yumurtaya baktı. Loş fener ışıklarında bile yumurta mermer gibi parlıyordu. “Ah, biliyorsam kahrolayım, Tom. Ama sanırım gidip Fransız yüzbaşıya kılıcını geri vereceğim; bu kadar gözü dönmüş bir şekilde çarpışmasına şaşmamak lazım.”
Ne yapacağını bilmesine karşın, oldukça tatsız olan tek olası çözüm vardı. Yumurta sandıkla beraber Reliant’a nakledilirken Laurence kara kara düşünerek izliyordu: Fransız subayları dışındaki tek keyifsiz adam oydu. Onlara kıç güvertesinin serbestliğini vermişti ve tırabzanların üzerinden somurtarak yavaş süreci izliyorlardı. Etraflarındaki bütün denizcilerin yüzünde gizli, şeytani bir gülümseme ve işi olmayan tayfalar arasında epey bir itiş kakış vardı ve taşıma işini yapan ter…