Gururunun kurbanı olarak evlatlarına inancın ve hayatın gerçeklerini anlatamayan bir adam…
Zamansız bir şekilde hayatını kaybeden bir anne…
Bir parça merhamet bekleyen ihtiyar bir babanın ömrünü adadığı evlatlarıyla imtihanı…
Sabrını ve sevdasını nakış nakış işleyen tertemiz bir genç kız…
Acılar, aşklar ve bir ailenin dramı…
Yüzbinlerce okurunun tekrar tekrar tavsiye ettiği kitaplarıyla klasikleşen Ahmed Günbay Yıldız’dan, gerçek bir yaprak dökümünün bir solukta okunabilecek hüzünlü hikâyesi… Çünkü bir baba ağladığında, ağlar yerler ve gökler…
MAVİ GÖZYAŞI
Eğri çizgileri düzeltemedim,
Dediğim yollardan yürütemedim,
Hayasız ellerin porsumuş gülü,
Ah, seni gönlümce büyütemedim
Sana uçmayı öğretemedim çocuk… Anaç bir kuş kadar olamadım doğrusu.
Kendini nasıl koruyacak, nasıl beslenecek, nerelerde gezip dolaşacak, nerelerde
ve nasıl kanat çırpacaktın?..
Antremansızdın seni kendi başına bıraktığım zaman..
Kanatlarının daha gökyüzüne hasretini gidermeden
kopartılacağını bilemezdim…
Niçin dünyaya geldiğini, nelere karşı sorumlu olduğunu,
neyi nasıl yapabileceğini, neye nasıl inanabileceğini veremedim sana…
Bilemedim çocuk… Haram helal çizgisine çekilecek kesin çizgileri…
Bu kavramlara âşinâ bile değildin seni uçurduğum zamanlarda…
Hayat yollarındaki tehlikeli uçlara, göz alıcı renklerle parıldayan, dikkatini çekebilecek işaretler koyamamıştım… Uçurumlar, bataklıklar, insanı nasıl avlar, nasıl düşebilirdin tuzaklara? Suç benim öyleyse çocuk, katlanmam gerekecek senden gelecek bütün sıkıntılara. Çünkü günün gelmeden, doğruyu yanlışı ezberletmeden, kahrolası bir acelecilik yüzünden, kanatların gelişmeden uçurdum seni.
Horlanışım, belki varlığımdan tiksinti duyuşun, fikir uyuşmazlığı yüzünden terk edilişim bir yana, kem yerlerde basit işlerin adamı oluşun; hatta yaşadığın toplumun bile başbelası oluşun,
yanlış bir dünya görüşünün macera seline kapılıp tersine akışın, o, yasak hayatın zehrini içip çıldırışın, yüzkarası bir suçla kurşunlanıp kimliğinden dolayı seni buluşum…
Daha neler neler olabilir düşünceleriyle kararttığın dünyamı bir görsen…
Benim eksik dünya anlayışının, toplumun despot değer yargılarının faturası sana çıktı. Çünkü bu hayatı hazırladık.
* * *
Bürokrasinin doruk noktalarında bir adamdı…
Her imkanı vererek büyütmüştü çocuklarını…
Dört çocuğu vardı, bir kız, üç oğlan. Büyük oğlu Ekrem’le, onun küçüğü olan kızı Belkız’ı evlendirmiş, oturacakları dairelerini bile almıştı. İki oğlu kalmıştı yanında. Küçüğü Erkam, Ankara Ortadoğu Üniversitesi İnşaat bölümünde okuyordu.
Serdar, liseden sonra okumak istememişti… Gömlek değiştirir gibi iş değiştirmişti. Beğenmemişti babasının nüfuzunu kullanarak bulduğu işleri… Sınırsız bir hürriyet anlayışı vardı Serdar’da.
Emir altı, kölelik müessesesi gibi ağır bir yük vuruyordu omuzlarına… Sınırsız tahayyüllerinin açtığı ufuklar,
hep kolaylık ve maceradan yana bir dünya vaad ediyordu ona. İmkanlarının daha iyi olduğu bir iş bulduğunu ve gideceğini söyledi babasına…
Ana, olumsuz bir fikirle yaklaştı, kaygılarını vurdu açığa:
— Neyin eksik senin? Babanın bulduğu işlerin suyu mu çıktı?
Havayı bir gönlü vardı:
— Sen ne anlarsın işin iyisinden? Hem ben de sorumluluklarımı tek başına göğüsleyecek yaştayım artık..
Baba, değişik yönden yaklaştı. İtirazlar, arzuları doğururdu:
— Tamam git gitmesine, fakat bana önce yapacağın işten anlat.
— Kimin yanında, hangi şirkette ve hangi şehirde?
Beklemiyordu, hazırlıksız yakalanmıştı anlaşılan. Kekeledi.
Yüzündeki ifadeler değişti aniden:
— Şey, iş işte.