Mayısın ortaları olmasına rağmen gündüz yolculuk yapmak imkansızdı; güneş ikindiye kadar çöle mızrak gibi saplanır, kilometrelerce uzanan Tehame Çölü’nün soluduğu alevler nefesi tıkardı. Bunun için askerî mühimmat, buğday, şehriye, makarna, su dolu kırbalarla yüklü iki yüz civarında deve, at, katırla akşam üstü yola çıktılar. Tabura ve kervana kılavuzluk etmek amacıyla San’a’dan gelen birlikten bir hecin [1] süvari mangası Mülazım[2] Ali’nin kumandasında en önde gidiyor, diğerleri de peşlerinden geliyordu.
Celâleddin’in Hudeyde’de kalan Mehmed ile vedalaşması oldukça duygulu olmuştu. Harbiye’den sonra her ne kadar Celâleddin Samsun’da, Mehmed ile Rahmi Halep’ te ilk yıllarını geçirmişlerse de, burası ne Samsun, ne de Halep’ti; insanlar, coğrafya, hayat bambaşka idi. Kimbilir hikâyelerini dinledikleri olaylara benzer neler yaşayacaklardı! Seyrek sarı ot kümeleriyle benek benek örtülmüş kum tepelerinin arasında yürüyorlardı.
Hudeyde’den birkaç kilometre uzaklaştıktan sonra tepecikler, çalılar silindi, bomboş bir düzlük başladı. Ufukta hafif bir koyulukla belli olan, Hicaz çöllerinden başlayıp Hind Okyanusu’na kadar Kızıldeniz’e paralel uzanan dağlar sanki onlar adım attıkça geriye doğru kayıyorlardı. Bu yol, Yemen topraklarında şehirler arasındaki en işlek yoldu.
Her isyanda, her birlik değiştirmede askerler, ihtiyaçları götüren kervanlar buradan gelip gitmelerine rağmen görünürde yol diye bir şey yoktu; her şeyi silip süpüren rüzgârın önünde yumuşak, uysal kumlara bırakılan izler uzun süre dayanmıyordu. Yolcuların nerede olduklarını belirleyebilecekleri hiçbir nirengi noktası da bulunmuyordu.
Ne dere, ne tepe, ne de ağaç vardı… Yüreklere ürküntü veren, uzay gibi derinleşen uçsuz bucaksız bir sessizlikte, boz renkli yeknesaklığı insana gına getirten bir çölde tozu dumana katarak gidiyorlardı. Ayakların altında ezilen bu kumlar nice zalimliklerin kaynağıdır. Bünyelerinde üretip, besledikleri haşereler, mikroplar bin türlü hilelerle dev gibi avını kumlara yıkar; önce onun teri, sonra kanıyla susuzluğunu giderir; ardından da cesediyle beslenir…
Çöl hayatı zalim ve sinsidir; zaten bu ikisi ikiz kardeştir. Nice ölüm çığlıklarıyla örülmüş bu sessiz dünyada yaşayabilmek için, buranın tabiatı insanın kanına işlemiş olmalıdır. Biraz yabancılık mazlum görünen bu alemi vahşileştirir; muhatabını da kurbanlıklara dönüştürür. Batı ufkunda bir damlacık kızıllık kalmayınca, ışıl ışıl yıldızlar bütün haşmetleriyle göründüler. Gökte ışık cümbüşü, çölde alacalık hakimdi.
Karanlığın çökmesinden beri uzun zaman geçmesine rağmen, çöl gündüz emdiği güneşin alevlerini adeta durmaksızın püskürtüyordu. Yürüyenlerin arasındaki Mustafa hava yerine erimiş, kızgın kurşunu andıran ağır, katı bir maddeyi içine çektiğini zannetti; sırtından göğsüne doğru sanki bir bıçak saplandı; sol elini kalbinin üstüne koyup sendeledi; ayakları birbirine dolaştı ve kumlara yığıldı. Karaya vurmuş bir balık gibi ağzını birkaç kere açıp kapadı.
Yanındakiler “Kumandana haber verin! Kumandana haber verin!” diye telâşlı telâşlı bağırınca, koşarak yanlarına gelen Mülazım Celâleddin çömeldiğinde Mustafa’nın gözleri yıldızlara çakılmıştı. Matarasından avucuna su döküp yüzüne serpmesi boşunaydı. Mustafa’ya arkadaşları korkuyla bakıyorlardı. Hemşehrisi, onun gibi Kadınhanılı olan Adil ise bir başka türlü bakıyor, sanki bir kazaya beraber uğramışlar da şans eseri şimdilik kendisi kurtulmuştu.
Fakat çocukluk arkadaşında kaderini görüyordu. Burası Yemen’di; giden gelmezdi. İşte ilk fireyi vermişlerdi; ona sıra ne zaman gelecekti!.. Buğday çuvallarının yüklü olduğu bir devenin üzerine Mustafa’yı sırt üstü yatırıp urganla sıkıca bağladılar. Yola koyuldular.
Devenin her adım atışında Mustafa’nın başı sallanıyordu. Birkaç köpek havlamasının dışında, yıldızları silinmiş, doğusuna hafif alev vurmuş gök kubbenin altında uyuyan Bacil’de bir canlılık belirtisi görünmüyordu. “Ariş” denilen, dura sapları örülerek yapılmış, gelişigüzel serpilmiş evlerin ortasında bulunan kâgir binanın önüne geldiler.
Kapının üstünde “Bacil Nahiye Müdürlüğü” tabelâsı asılıydı. Hükümet Konağı’nın yanında, önlerinde nöbetçiler dikilen iki binadan biri jandarma kışlası, diğeri de karakoldu. Bu iki yapıyı diğerlerinden ayıran tek fark biraz daha büyük omalarıydı. Subaylar birliklerine istirahat verdiler; yükleri indirilen develer çöktürüldü, atlar ve katırlar bir araya getirildi.
Dinlenen çok sayıda hayvanın gövdesinden yayılan keskin koku havaya karışıyordu. Askerler sağa sola koşmaya, köpekler havlamaya başladılar; çünkü iki yerde kuyuların bulunduğunu fark etmişlerdi. Başlarındaki itişme kakışmayı önlemek için bölük kumandanları olaya müdahale etmek ihtiyacını duydular. Bir kuyunun başında Mülazım Celâleddin’i, diğerinde Mülazım Ali’yi görevlendirdiler. Gün ağarıyor, uzaktaki kıraç tepeler, çakıllı vadiler ortaya çıkıyordu.
Kaplarla suya gitmeye hazırlanan kadınlar görünmeye başlayınca subaylar askerleri kuyulardan uzaklaştırdılar. Çağırdıkları imam kısa zamanda Mustafa’yı yıkadı; birkaç subayla on kadar asker namazını kılıp, hükûmet konağının arkasındaki mezarlığa defnettiler. Gözünden yaş eksilmeyen Adil herkes gittikten sonra bir süre daha orada kaldı; mezarın başına siyah bir taş yerleştirdi. Nahiye Müdürü iki binbaşıyı evine kahvaltıya götürdü.
Subaylar askerlere yarım ekmekle birer baş soğan dağıttılar. Güneş bir ağaç boyu yükseldiğinde bile dehşetini duyuruyor, askerler hükûmet konağının, jandarma kışlasının, karakolun gölgesinde akşamı bekliyorlardı. Adil, yalnız başına mahzun mahzun oturuyor; Mustafa ile geçirdiği günler, çelik çomak oynadığı çimenler, koştukları yollar gözünün önüne geldikçe yaşlarını tutamıyordu.
Hele “Zeliha Teyze” dediği annesinin nasıl feryat edeceğini düşündükçe acısı derinleşiyordu. Bacil’den de akşam üstü hareket ettiler. Adil, her adım atışında Mustafa’dan uzaklaşmanın acısını duyuyordu. Mustafa ile aynı mahallede doğup büyümelerine rağmen onun gerçek kişiliğini askerlikte tanımıştı. Asker ocağında ana, baba, hısım akraba olmadığından bakışlar sadece arkadaşın üzerinde yoğunlaşır, duygular ve ruhlar barışıksa, hepsinin yerini alırdı.
Bunun için asker arkadaşı başkaydı. Zeliha Teyze, onları uğurlarken nasıl da içli bir sesle “Birbirinizden ayrılmayın!” diye bağırmıştı. Kısmet olup eve dönerse, onun yüzüne hangi yürekle bakacaktı… Başka oğlu yoktu; iki kızı vardı. Kocasını yıllar önce yitirmişti; tek dayanağı Mustafa idi… Çöl silinmeye yüz tuttuğu sırada hafif meyilli bir arazide tırmanıyorlardı. Arkalarında bıraktıkları kum denizi kül rengi koyulaşırken, gökyüzünde yıldızlar parlaklaşıyordu. Herkes ayrı bir âlemde yaşıyordu; kimisi annesiyle, kimisi kundaktaki yavrusuyla göz gözeydi…
Devamlı hafif meyilli yokuş çıkıyor, artan rüzgârın serinleştiğini, iklimin değiştiğini hissediyorlardı; ama bu onlar için derman olmuyordu. İyice takattan düşmüşlerdi; ne çare ki yürüyeceklerdi; başka seçenekleri yoktu. Hacil’in biraz dışındaki kışlanın bahçesine geldiklerinde subaylar birliklerine değişik yerlerde istirahat verdiler. Gün ağarmaya başladıkça karşıdaki tepeciğe doğru uzanan ilçe ortaya çıkıyordu. Bacil’i görenin burada böyle bir şehir hayal etmesi mümkün değildi. Kışlanın duvarına yaslanan Adil’in hayatı gözlerinin önündeydi. İki kardeştiler; küçük yaşta yetim kalmışlardı. Bir yaş büyük ağabeyi Hüseyin, ondan bir yıl önce asker olmuş, Şam’a gitmişti. Nice kereler annesinin, ıssız yerlerde ağabeyinin hatırasını anarak ağladığına rastlamıştı.
Kendisi de asker olunca, annesi hepten yalnız kaldı; şimdi onun için de ağlıyordur. Ellerini öpüp, Mustafa ile ayrılırlarken anneleri nasıl da gözyaşlarını siliyorlardı… Derin bir iç çekti; nemli bakışlarını arkalarında güneşin alev alev yalımlarının altında titreyerek uzanan çöle çevirdi…. Oradan gelmişlerdi; ne zaman döneceklerdi?…
Artık gece yürüyüşüne lüzum kalmamıştı; Hacil’de bir gün dinlenip sabaha karşı yola çıktılar; sıcak bastırmadan vadiyi geçerek dağa tırmanırlarsa, yol almaları kolaylaşırdı. Giderek iklim yumuşamakta, gök mavileşmekte, yeşil, hayatı müjdelemekteydi. Yedi saat kadar yürüdükten sonra önlerine çıkan vadi belki de Yemen’in en güzel bölgesiydi. Çölde kaybolan hayat burada adeta dağda taşta fışkırmaktaydı. Zümrüt gibi bezenmiş iki yamacın arasında billûru andıran bir derecik, güneşin altın rengiyle sarmaş dolaş akıyordu.
İnsanın içini okşayan hafif bir rüzgâr devamlı esiyordu. Derenin San’a’ya doğru yamacında ağaçlar gittikçe sıklaşıyordu. Çölde yanan askerler, buradaki orman havasında rahat nefes alarak yürüyorlardı. Her yerde tabiatın şen ve tükenmeyen canlılığı görünüyor, duyulan her seste, her yeşil yaprakta hayatın nabzı atıyordu. Hiç işitmedikleri kuş cıvıltıları ormanı şenlendiriyor, bugüne dek görmedikleri değişik renkteki kuşlar daldan dala uçuşuyordu. İki maymun koşarak büyük bir ağaca tırmandı. Dalların arasında kopardıkları çığlıklarla ormanı velveleye verdiler.
Kuşlar bağırarak havalandılar. Yeni gelen askerler ürktüler; Yemen’in dağlarının maymun kaynadığını nereden bileceklerdi? Fasılalarla dinlenmelerine rağmen gittikçe yorgunlukları artıyordu. Atlar, katırlar ve develer de ilk günkü gibi değillerdi; canlılıklarını kaybetmişlerdi. Askerler yokuşları tırmanırken adımlarını güç atıyor, dizleri, baldırları sızlıyor; tüfekleri, teçhizatları gittikçe ağırlaşıyordu. Adil, Bacil’de gömdükleri Mustafa’dan uzaklaşıp, sanki gurbette yol almıyor, gurbet onun içinde yürüyor, derinleşiyordu.
Akşam yaklaşırken dağın tepesindeki kayaların dibine kartal yuvası gibi kurulmuş Menaha ilçesine geldiler. Bir yerde kümelenen kâgir binalar vadilerde, tepelerde ağaçların, yeşilliklerin aralarına dağılmışlardı. Avlulardan bakan adamların, çocukların kılık kıyafetleri Hudeyde’de, Tehame Çölü’nde gördüklerinden tamamen farklıydı. Oradakiler incecik entari giyerlerken, buradakiler kalın elbiseleriyle soğuğa karşı temkinliydiler.
Kışlanın bahçesinde konakladılar. Tümen Kumandanı Miralay Hasip onları karşılayıp rahat bir gece geçirmeleri için bütün imkânlarını seferber etti. Sabah erken hareket ettiler. Aralarında derin vadilerin yer aldığı, dimdik yamaçlı, sivri dağların üzerlerinde hayvanların çiğnemesiyle oluşan patikalarda tek sıra halinde gidiyorlardı.
Çetin, geçit vermeyen, bıçak sırtı gibi sarp dağların birinden diğerine geçerken baş döndürücü uçurumlarla karşılaşıyorlardı. Öyle korkunç uçurumlardı ki hayvanlar bile sık sık tehlikeyi seziyor, basacakları toprağı önce ayaklarıyla yokluyorlardı.
Çoğu yerde süvariler iniyor, atları, hecinleri yedeklerine alıyorlardı. Bazı vadilerde, yamaçlarda karşılaştıkları bir arabanın geçebileceği genişlikte stabilize yol yapımı çalışmaları bu haşin dağlarda kimbilir ne zaman biterdi?..