Aslında benim için 28 Şubat, 28 Şubat’tan önce başlamıştı… Hasan Cemal, “Kürtler” kitabının 280. sayfasında, 14 Şubat 1996’da tuttuğu şu notu aktarır: “Dinç Bilgin (Sabah gazetesi sahibi) hafta başı Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’le başbaşa görüştü. Mehmet Altan ve Koray Düzgören’le ilgili memnuniyetsizliğini bildirmiş.
Zafer Mutlu bu ikiliyi uyaracak. İşine son vermek söz konusu değilmiş.” Hasan Cemal’in kitabını okuduktan sonra şöyle yazmıştım: “Benimle ilgili memnuniyetsizlik bildiren kim? Şimdi bir savcı bulunursa anayasal suç işlemekten yargılanacak bir darbeci. Rahatsız olmaması garip olurdu. O günler…
Demokrasilerde askerî darbelere yer olmadığını söyleyenlerin mağdur olduğu… Darbecilerin de sanki Dünya Savaşı’nın efsane komutanlarıymış gibi postallarının askerî müzeye konduğu garip bir dönemdi.” Bugün on beşinci yıl dönümünü yaşadığımız ve benim için biraz daha erken başlayan “28 Şubat” ise aşağı yukarı bir yıl sonra resmen ve alenen sökün etti… 28 Şubat 1997’de yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla “postmodern” darbe başlamış oldu.
Daha sonra bir canlı televizyon yayınında, yaşananların “post-modern darbe” olduğunu itiraf eden dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri’nin doğrudan gazete patronunu araması, yazılarımın birkaç gün kesilmesi ve ardında daha hızla artan bir rahatsızlık döneminin başlaması için ise çok beklememe gerek kalmadı.
20 Ekim 1997 tarihinde yayımlanan “Yeni Memur Maaşları” başlıklı yazım, 28 Şubat darbecilerinin yıldırımlar yağdırmasına yetti… O yazıda şunları yazıyordum: “Cuma günkü gazetelerde ‘kuruşu kuruşuna memur maaşları’ anonsları yer alıyordu.
Memur maaşlarının yayımlandığı listeler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ndeki güç dengelerini, hükûmetin topluma nasıl baktığını, son örtülü darbenin ‘görünür sebebi’ olan eğitimin ‘maaşlar açısından’ aynı oranda önemli olup olmadığını gösteren bir harita gibiydi…
Tabloları incelerken, ‘birinci derecenin dördüncü kademesinde’, yaşamını eğitime adamış bir öğretmenin yeni maaşına rastladım. Maaşı 65 milyondan 83 milyona çıkıyordu.
Aynı konumdaki bütün diğer meslekler, öğretmenlerden daha fazla kazanıyordu. Öğretmenler siviller arasında gadre uğrarken, sivillerle ‘üniformalı bürokratlar’ arasında da büyük maaş farkları göze çarpıyordu. Meslek yaşamının en az yirmi beş yılını çocukları yetiştirmeye veren, birinci derecedeki emekliliğe yaklaşmış bir öğretmen, ‘onuncu derecenin birinci kademesindeki’ bir astsubay çavuş kadar maaş almaya layık görülmüştü.
Astsubay çavuşun maaşı da aynı birinci derecedeki öğretmeninki gibi 63 milyondan 83 milyona çıkmaktaydı. ‘Sekiz yıllık eğitim’ martavalı maaşlar gündeme gelince sırıtmaktaydı. Yaşamını mesleğine adamış bir öğretmene, uğraşısının ve devlet derecelenmesindeki merdivenin başındaki bir çavuş kadar maaş öngörülmüştü.” Yazı yayımlanınca tornadan çıkmış gibi tıpa tıp birbirine benzeyen askeriye menşeli mektup aldım…
Öğretmenlerden ise çıt çıkmadı… 28 Şubat Cuntası bu yazıdan bir zaman sonra,17 Kasım’da “muhalif gazetecileri” Güneydoğu’ya davet etti. Şırnak’ta askerî karargâha girer girmez, “maaşlar” yazımın karşı duvardaki panoya raptiyelendiğini gördüm. Ve o yazının ardından da askerlerin maaşlarının yayımlanmasından vazgeçildi.
Onuncu yılını idrak eden AKP Hükûmeti’nde de bu gelenek değişmedi… Hatta yargı mensuplarının maaşları da askerî maaşlar gibi sırra kadem bastı, kamu maaş listelerinden çıkarıldı. 28 Şubat öncesi ve sonrasında bir yandan şimdilerde Diyar-bakır’dan Mardin’e kazdıkça topraktan kemikleri fışkıran kayıpların öldürülmelerine hız verilmiş, diğer yandan general iken mi bankacı, bankacı iken mi general oldukları anlaşılmayan darbecilerin gözetiminde bankaların soyulmasına girişilmişti.
Aradan on beş yıl geçti ama hâlâ bunların hesabı sorulmadı. Geçenlerde, 28 Şubat ile ilgili olarak atılan çok yeni ve sınırlı bir adım ise YÖK’deki Çevik Bir’in gizli talimatlarını da içeren dosyaların incelemeye alınması oldu. Bu gelişmeyi okuyunca gülümsedim…
On beş yıl önceki post-modern darbenin “izlerini” aramaya başladığımız ilk durak olan YÖK de, otuz iki yıl önceki bir başka darbenin, 12 Mart 1980 darbesinin tüm üniversiteleri “kışlalaştıran” hamlesinin hâlâ sapasağlam duran kurumuydu. On beş yıl önceki darbe henüz yargılanmadığı gibi Anayasası ve altı yüz yasasıyla dimdik duran “12 Eylül Rejimi”ni de siyaset hâlâ ortadan kaldırmamıştı. Biz çok genç bir toplumuz… Toplumun ortalama yaşı 28,5…
Ayrıca en ağır travmaları bile 23 günde unutuyoruz… Bu ortam ışığında bakıldığında bizim bugünkü genç nüfusun büyük çoğunluğu 28 Şubat döneminde 13 yaşındaydı, 1980 darbesinde ise doğmamıştı… O nedenle bazı şeyleri anımsatmakta yarar var… Biz 28 Şubat’a, çok özgür yaşadığımız ve toplumsal tartışmaların bugünkünden çok daha ileri düzeyde olduğu Turgut Özal Dönemi’nden sonra geldik… Üstelik darbeler 28 Şubat’ta da son bulmadı…
Ardından da 27 Nisan 2007 yılında, parlamentoyu feshederek erken seçime gidilmesine neden olan bir “e-muhtıra” yaşandı. 12 Eylülcülerin yargı önüne çıkacak olmasına, Balyoz, Ergenekon gibi çok olumlu gelişmelere, mevzuat değişmese de yaşanan daha sivil ve demokrat jestlere rağmen 28 Şubat gibi 27 Nisan’ın failleri de henüz yargı önüne çıkarılmadı.
Referandum sonrasında askerî bürokratların Çankaya’daki 29 Ekim Resepsiyonu’nu boykot etmelerini, 30 Ağustos öncesi genelkurmay ve kuvvet komutanlarının topluca istifalarını da anımsadığımızda, “asker” sorununun geri dönüşü olmayacak bir berraklıkta kurumsal olarak henüz çözümlenmediğini görüyoruz. Acaba neden?
Bunun cevabını, 4 Ağustos 2001 tarihindeki “Türkiye’nin kronik sorunlarını, özgürlükleri evrensel standartlar ölçüsünde genişleterek çözmek yerine, bu sorunlardan kendilerine iktidar imkânları yaratmaya çalışarak ülkeyi kilitleyen politikacı tipi”nden söz ettiğim “Müslüman-Demokrat Parti ihtiyacı…” başlıklı yazıda şöyle aramıştım: “Ama Türkiye’de amaç ‘gerçekler’ peşinde koşmak değil, amaç ‘kovboylar ile Kızılderililer’ kavgasında taraf olmak.
Askeriye ile cami cemaati üzerine siyaset yapıp onların türküsünü çalmak. Böyle olmasa Türkiye çağdaş demokrasi ilkelerinin yer aldığı ‘Paris Şartı’ etrafında toparlanıp ileriye bakar. Avrupa’nın duruşunu da kendi siyasal avantasına göre yorumlama ilkelliğine düşmez. Kemalizm ile demokrasi ayrımını keskinleştirir.
Baskıcı ‘din devleti’ ile özgürlükçü ‘Müslüman-demokrat’ kavramları arasındaki farkı netleştirir… Bir türlü normal mecrasına yerleşemeyen dinsel hassasiyeti kendine siyaset malzemesi yapan Necmettin Erbakan da Ankara tipi bir politikacı. 28 Şubat Kararları’nın altındaki imzalardan biri ona ait. Kokuşmuş rejimin keskin bir resmi olan Susurluk’a ‘fasa fiso’ diyen o.
Türk halkının zenginlik ve özgürleşme taleplerini gerçekleştirecek proje üretmek yerine sadece ‘başörtüsü’ ya da ‘Taksim’e cami’ gibi dar kapsamlı siyasette ısrar ederek ufkumuzu daraltanlardan biri de o. Yeryüzü demokrasilerinin yerine Ortadoğu diktatörlüklerine el uzatarak işe başlayan da gene başkası değil…
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de demokrasinin unsuru olacak bir anlayışın tanımlamasını yeniden yapıyor. Hem Müslüman hem demokrat olacak bir anlayışın gerekliliğini bir daha vurguluyor. Hem Müslüman hem demokrat olmanın pratik ifadesi de, ‘ideolojisiz bir devletten’ yana olmak… ‘Müslüman-demokrat’ olmanın en temel noktası ‘ideolojisiz bir devletten’ yana olduğunu açıkça ortaya koymaktır.
Bu ancak bireysel özgürlüklerin genişlemesi, devletin herkese eşit mesafede hizmet vermesi ve hukukun etkinliğini gözetleyen bir odak olması ile mümkündür. Eğer birileri ‘din devleti’ peşinde koşarsa, başka birileri de ‘askerî devlet’ peşinde koşar.” 28 Şubat’ın 15. yılında, “12 Eylül Rejimi’nden AB Standardında bir demokrasiye geçip geçmeyeceğimiz” hâlâ bir muammadır… Siyasetçiye, 12 Eylül rejimini berhava etmek yerine ele geçirmek daha cazip geliyor…
Bu ise 28 Şubatların, 27 Nisanların yeniden yeniden yaşanmasına neden oluyor… Tüm darbeleri yaşadım… Turgut Özal Dönemi’ndeki çok derin değişimlerin ardından 28 Şubat’ı ve 27 Nisan’ı da gördüm… Elinizdeki “Cami Kışla Parantezinde Türkiye” kitabı, yaşanan tecrübeler ışığında bu açmazın geride bırakılması için atılan bir çığlığı bir kez daha atıyor… Umarım duyulur.