Hayatımın on iki yılı sokaklarda geçti. Bir zamanlar İstanbul karakollarının yarısını gezmişimdir. Ama seyahat olsun diye değil, tutuklu olarak. Hatırladığım kadarıyla da cezaevine giriş sayımın yedi olması lazım. Ama beraat ettiğim ve yakalanmadıklarımı da saysaydım yukarıda yazmış olduğum rakam tabii ki çok daha yüksek olurdu. Zaten hep yakalanınca da işin zevki kalmazdı ki.
Bu kitabı okuduğunuzda yaşamın bazı gerçeklerini çok daha iyi görebileceğinize inanıyorum. Anlatmak istediklerim, toplumda hep ‘Acaba’ düşünceleriyle zihinleri kurcalayan ama ‘Yaa, öyleymiş!’ denerek geçiştirilen konuları içermektedir.
Ayrıca belirteyim, ben öyle üç-beş diplomalı bir uzman falan da değilim. Ben sadece gözlemlerime dayanarak bu kitabı yazmaya karar verdim. Çünkü görmek, gerçekleri yansıtabilmenin en iyi yoludur. Aynı zamanda 1970’li yılların sonundaki İstanbul’u da daha iyi tanıyacağınıza inanıyorum.
Anlatacaklarım 1970’li yılların sonlarına doğru yaşayan alt tabakadaki bocalamalardır. Konumuzun zenginlerle zaten alakası olamaz. Çünkü onlar maddi varlıklarının vermiş olduğu rahatlıkla her sorunlarına çare bulmaktadırlar. Anlatılamaz, hatta bazen dillere destan bir aşkla noktalanan evlilikler vardır. İlk cicim günleri harikadır.
Geleneksel bir Türk erkeği için eşinin çalışması hep bir aşağılanma duygusu olarak algılanmıştır: “ Hemşerim, bizde kadın çalıştırılmaz. Kadın dediğin çamaşır yıkar, bulaşık yıkar, temizlik yapar. Ve bir de erkek çocuk doğurdu mu?… Kadın dediğin işte böyle olur arkadaş” nakaratları ne romanlara ve ne Yeşilçam filmlerine konu olmuştur.
Buraya kadar her şey Yeşilçamvari bir şekilde olumlu gibidir. Çocuğun dünyaya gelmesi bir aileye tabii ki büyük bir mutluluk verir. Ama bir de ilk çocuğun kız doğmasından dolayı varolan eziklikler de vardır. Bir bakmışsınız, altı çocuk doğmuş ama hepsi de kız. “Ulan karı, bu sefer de erkek doğurmazsan senin var ya…” Kadının yapabileceği tek şey “Aleyküm selam” dercesine boynunu bükmektir.
Bizim konumuz doğacak çocuğun cinsiyeti değil, geleceğinin ne olacağıdır. Altı-yedi yaşındaki bir çocuğa büyüdüğünde ne olacağını sorduğunuzda, kızsa, hemen doktor, hemşire, hostes oldu gitti işte. Erkek çocuğu da doktor, pilot, subay, mimar, mühendis oldu mu bu ailenin sırtı bir daha yere gelir mi hiç? Gelelim yıllar sonrasına:
Adam ev geçindireceğim diye kırk yaşına gelmeden saçı beyazlamış, kamburu çıkmış bir vaziyette. Meyhane muhabbetlerinde bahaneler klişeleşmiştir zaten, ‘Ah ulan, zamanında ne paralı aile kızları peşimdeydi ama ben bu uyuz kadını almışım işte. Yoksa, şimdi en kral lüks otellerde âlem yapıyor olurdum.
Lan garson, yarım şişe rakı daha ver bana oğlum.’ Akşam eve giren evin temel direği erkek efendi bir de, ‘lan karı, yatağımı hazırlansana’ diye nara atınca iş tamam sayılır. ‘Ağaç yaşken eğilir’ atasözünü erkek ağzından pek düşürmez ama her nedense çocuğuna veya çocuklarına kötü örnek olduğunu hiç düşünemez.
Altı yaşında bir erkek çocuğu ikide bir bakkala içki almaya gönderilirse sonunda tabii içkinin ne olduğunu merak etmeye başlayacaktır. Bir de erkek evlat sahibi olduğu için dokuz ya da on yaşındaki çocuğuna içki içiren babalar vardır. ‘Benim oğlum erkek adam içki de içer, sigara da içer, kumar da oynar.’
Hatta babaya göre kız evlatlar erkek evladın her dediğini yapmak zorundadır. Ama kız evladın aşağılanışı, baba sevgisinden uzak kalması ve daha birçok neden, çocuğun evden soğumasının başlangıcı olmaktadır. Artık sıra kızın içindeki isyanların galip geleceği günü beklemeye kalmıştır. Erkek kardeşe göre sevgiden yoksun büyümüş olan kız çocuğunun okuması da çok görülürse siz bu kızdan hayır bekleyin artık.
Canım, hepsi de kötü olacak diye bir kural yoktur tabi. Ama çevrede ne kadar çok kötü yola düşmüş kadın olduğuna bakınca, rakamların % 50’yi geçtiği hemen anlaşılabilir. Ya telli duvaklı gelin olup da evlenen her genç kız çok mu mutlu oluyordur sanıyorsunuz?
Yine güzel geçen cicim ayları ve çoğunlukla aynı sınıftan gelmiş olan kocanın babasından öğrendikleri ve yine Yeşilçam senaryolarının tekrarı. Az da olsa kız çocuğunun kaderinden bahsettim. Gelelim erkek çocuğa. Ya bakkaldan babasına almış olduğu sigara ve içki. Ya bazı babaların yapmış olduğu gibi çocuk yaşta alıştırılmak.
Ya da arkadaş çevresinin, ‘sen erkek değil misin aslanım’ telkinleri gencecik bir çocuğu alkol ve sigaraya itmeye yeter de artar bile. Ve bir ay sonra bu körpe ciğerli genç elli metreyi koştuğunda nefes nefese kalır. ‘Ulan, sigarayı da, içkiyi de bırakacağım anasına satayım’ demekle bu alışkanlıklar bırakabil-seydi, yıllar sonra Bakırköy A-Matem Servisi’nde yatmaya hiç gerek kalmayacaktı. Hele ilk gençlik aşkını hesaba katarsak iş iyicene çığırından çıkacaktır.
Lise’nin önünde buluşup pastane muhabbetleri, sahilde gezmeler, ‘Seni çok seviyorum, ben sensiz yaşayamam’ dediği halde evlenen kaç çift vardır? Maddi sıkıntılar çeken ailenin artık büyümüş olan erkek çocuğu çaresiz bir iş edinir ve çalışmaya başlar. Kazanç doğal olarak azdır. Ama sigara, meyhane, kızı pastaneye götürme derken haftalık bitiverir.
Eve para veremeyince de, ‘oğlum, burası otel mi lan,’ azarıyla genç kendisini iyice dışlanmış ve zayıf görmeye başlar. Bu işe çare bulmak zorunda olduğunun bilincine varır varmasına ama … Orta tabakanın üzerindeki ailelerin çocukları gibi özgürce yaşayabilmesi için de gerekli olan tek vize, paradır, para.
Ve sonunda bir gün karar vermek için yine meyhaneye oturuverir. Çünkü ona göre birkaç kadeh içtiğinde çok daha rahat düşünebilecektir. Ayakta bile duramadığı bir anda karar verdiğine inanmaktadır. Ve o genç, artık her şeyi göze almıştır.