Roman (Yerli)

Mete Han – Büyük Hun Hakanı

“Hunlar; Gök’ün gururlu çocuklarıdır!”

Hunlardan söz ederken, böyle yazmaktadır, eski Çin Kaynakları…

Mete Han, “Gök’ün gururlu çocuklarını” yüksek ideallere taşıyan, onlara Dünya Hâkimiyeti Mefkûresini aşılayan Başbuğ’dur. “Tam yirmi altı devlet aldım! Yirmi altı budun üzerine hakan oldum!” diyerek ifade etmiştir bu görüşünü.
“Bütün yay çeken budunları Hun yaptım!” diyerek, birleştirici bir Türk Milliyetçiliği’nin ilk tanımını yapmış. TURAN‘ı gerçekleştirmiştir.

Büyük Hun İmparatorluğu’nu kuran Hun Türk Hakanı Mete Han’ın, görkemli hayatını anlatan, tamamen tarihi gerçeklere dayanılarak yazılmış bu roman, Türk Tarihi’nin çok önemli bir dönemine ışık tutmaktadır.

***

BEN!

Acunun *1 büyüklüğü hakkında hiçbir fikrim yoktu. Yaşadıklarımla, gördüklerimle bir şeyler söylemem gerekleydi, yalın bir kararlılıkla, “Çok büyük!” derdim. O kadar! Obamdan, yurdumdan çıkmamış, yakındaki dağlardan, ormanlardan öteye geçmemiştim. Yaşım gereği, bu geziler bile fazlaydı benim için. Acunun küçük bir parçasında yaşarken, onun büyüklüğü hakkında gerçek bir bilgi edinmem mümkün müydü? Dağların yücelerinden, gözümün erdiği yerlere bakınca farkına vardığım görkemin etkisi ile şunu söylerdim:

“Acun çok büyük! Sonu yok gibi!”

Sonsuz bir acunda yaşıyor olmak düşüncesi, beraberinde “Merak” duygusunu coşturuyordu. Bu merak da öğrenme isteğini… Acun’da bizden başka yaşayanların olması, ötelere kadar gidebilme, görebilme isteği… Sonsuzluk, sonsuz bir kavram olarak, ulaşılacak menzillerin anlatımında karşılık buluyordu.

Sonsuzluk…

Sonsuzluk kavramına yabancı değilim. Sonsuz Gök’teki Tanrı’nın varlığını kabul etmiş olan bir budunun *2, güçlü bir uruğunun *3 üyesiyim. Soylu bir uruğun!

Soylu olmak çok önemlidir! Nereden gelip, ne olduğumuzu bilmemiz, atalarımızın yiğitlikleri ile övünmemiz, üstünlük sağlar bize. Geçmişte yaşananların gururu, geleceğimize ışık tutar.

Baş eğmez, özgür, sözünü geçiren ve hakkını koruyan bir urug olduğumuzdan yurdumuzu korumakta zorlanmayız. Yağılarımız *4 çekinir bizden. Çekinmek zorundadır.

Gök sonsuzdur!

Gök! Bizim her şeyimizdir. Dostumuzdur. Gök’te doğduk, Gök’e uçacağız. Gök bizim inandığımız, bağlandığımız ve altında yaşamaktan kıvanç duyduğumuz örtümüzdür. En büyük çadırımızdır. Gök’ü görmeden yaşamak çok zor gelir. Bu nedenle çadırlarımızda bile Gök’ü görmemizi sağlayan tündük *5 bulunur. Tam tepede, Gök’e açılan bir delik… Buradan, çadırımızın içine yansıyan ışıklarıyla; Ay’ı, yıldızları gözleyerek uyumak en büyük mutluluğumuzdur.

Gök’te ne varsa dostumuz, yardımcımızdır. Güneş ve Ay aydınlığımızdır. Yıldızlara bakar, yolumuzu, yönümüzü, geleceğimizi belirleriz. Gök’ü karartacak, yıldızları kapatacak bulutlara bile tahammülümüz yoktur, bize bereketli yağmurlar getirseler bile!

Bilge kişiler sürekli Gök’ü, sonsuzluğu anlatırlar bize. Sonsuzluk bilgisini, sonsuzluğa erişmekle sınırlarlar. Sonsuzluğa erişince Tanrı kutunun, mutluluğun ve sonsuz huzurun bulunacağını söylerler.

“Son” yoktur. Olamaz. Eğer bir son olsaydı, yitirdiklerimizin bir anlamı olmasa gerekti. Oysa yitirdiklerimizin kaybolmadığını biliyoruz. O nedenle, uçmağa varmak *6 hiç zor gelmez bize. Acundan göçenlerin, nereye gittiklerini, gittikleri yerde neler yaptıklarını, nasıl mutlu olacaklarını, onları nasıl mutlu edeceğimizi, bizden ne beklediklerini biliriz!

Bilmek…

Eksilmeyen, sürekli anlatılarla yüklenen bilgi dağarcığımızı, sıcak ve yenilenmiş tutmamız sağlıyor bilmemizi! Geçmiş anlatılır! Budunumuza ait her şey öğretilir. Kim olduğumuz, atalarımızın neler yaptıkları, özellikleri, özellerimiz, kutsallarımız… Her zaman bizimle olan, atalarımızın ruhlarının varlığı… Bilmek, varolmaktır!

Öğrenme yaşımız geldiğinde, öğrenecek çok şeyimiz vardı. Anlatmaya sınar, sorularla rahatsız ederdik büyüklerimizi. Büyüklerin bir görevi de biz çocukları, gençleri yetiştirmek değil miydi? Görevlerini yapmaya zorlardık eğer kendiliklerinden anlatmazlarsa, özellikle kocamış savaşçılar sormamıza gerek bırakmadan bunu mutlulukla yaparlardı. Anlatacak çok şeyleri olurdu.

Yaşamamız, hayatta kalmamız için de gerekliydi öğrenmek. Zorlu bir hayat bekliyordu bizi. Belki dünden daha kolay, belki dünden daha zor, belki dün kadar zor, ama zor! Tanrı’nın bize buyurduğu hayat tarzını sürdürmek, dayanmak var olmak için…

Bizden olmayan birilerinin, kabul etmekte zorlanacakları kadar zor! Fakat bizi var eden de bu “zor”du. Başka türlü bir hayatı kabullenmemiz, sevmemiz mümkün olamazdı! Bizleri biz yapan, kişilik ve kimlik kazandıran hayar bu hayattı! Bir Çinli gibi yaşayamazdık, örneğin. Bir Tunghu, bir Yüeçi gibi davranamazdık.

Biz, Tanrı’nın Gök’te yarattığı, yere gönderdiği Hunlar…

“Hun olmak, Hun kalmak kolay değildir, ama çok güzeldir!” demişti Atam, “Asla unutmayın bunu! Başka bir şeyle değiştirmeyi düşünmeyin! Kendiniz olmaktan çıkıp, diğer budunlar gibi olmak, onlara benzemeye çalışmak, benzemek, çok kötüdür. Hun, Hun olarak doğar! Hun olarak yaşamalı ve Hun olarak uçmağa varmalıdır. Bizden olmayanlara öykünmek onursuzluktur!”

“Onursuzluk!”

Bu kavramı tam olarak anlamak için yaşım küçüktü. Öğrenmem için zaman gerekiyordu. Diğer budunları tanımam gerekiyordu. İşte, öğrenme zaman diliminin içine girmiştim. Her şey daha hızlı, daha gerçek, daha vazgeçilmez hale gelmişti. Değişiyordum, gelişiyordum. Büyüyor, büyürken öğreniyordum! Bu değişimi içime sindirmekte zorlanmıyordum da. Çünkü öğrendiğim gibi yaşıyordum. Acun, öğrendiklerimi uygulamam için her türlü imkânı sunuyordu önüme.

Adım Salık!

Hun budunun yiğit erlerinden olmaya çabalayan bir yeni yetme…

Biliyorum, adımın anlamını merak ediyorsunuz! İki bahar geçti ben ad alalı! Tam dokuz bahar gördüm, dokuz yaş aldım. Ad alalı ise yalnızca iki bahar oldu. Yedi baharı, adsız yaşadım ben!

Erlerin ad alması çok zordur budunumuzda. Ad almak için önemli bir şey yapmak, yiğitlik göstermek, büyük bir işi başarmak gerekir. Adı, erin her şeyidir. Hem acunda, hem Tanrı katında yer tutması, kabul görmesi için gereklidir, öylesine, sıradan bir ad alırsanız, yarın uçmağa vardığınızda nasıl yer edineceksiniz Gök’te? Sizi nasıl çağıracaklar? Nasıl karşılayacaklar? Ruhunuz nasıl dolaşacak özgürce? Duaları, adanan kurbanları nasıl kabul edeceksiniz?

Sorulara nasıl cevap verebilirsiniz ki adınız yoksa?

Her Hun çocuğu gibi, çok uğraştım ad almak için. Kendimi tehlikelere artım. En zorlu avlara katılıp en büyük avı vurmaya çabaladım. Çalıştım! Didindim! Her işe koştum, yapabildiğimce.

Tanrı yazgısı ile hiç beklemediğim bir anda, hiç beklemediğim bir gün adımı verdiler bana. Obamızın kocalarından, bilgelerinden, sözü dinlenen, dediği bellenen Danış Ata verdi adımı. Ne büyük övünçtü benim için! Ne büyük övünçtü oğuşum *7 ve atam için!

Danış Ata’yı anlatacağım size zamanı gelince. Onu tanımalısınız!

Önce nasıl ad aldığımı, neden bu adı aldığımı anlatayım!

Büyücektir bizim obamız. Kalabalıktır. Çok savaşçısı vardır. Attan, koyundan, sığırdan kalabalık sürülerimiz vardır. Birkaç da deve bulunur. Sürülerimiz yaylıma çıkınca, acun titrer ayak seslerinden. O kadar çoktur… Dolayısıyla, zengindir obamız. Güçlüdür de. Diyelim ki gerekti, üç bin yay geren yiğit çıkıverir ortaya. Üstelik bunların tamamı seçkin savaşçılardır. Daha küçük, daha büyük yaştakileri sayarsak, bu sayı beş bin olur. Bu çok önemli bir sayıdır. O nedenle obamızın, boy beyinin gözünde yeri önemlidir. Büyüklerimiz; sayılır, sevilir. Sözü dinlenir Hun budun içinde.

Hun budunun yapısını anlatmam gerek! Büyükten küçüğe doğru başlarsak; Hun budun bir boylar birliğidir. Boylar, soyluluk sırasına göre değerlenir. Beş büyük Hun boyu vardır. Çok sayıda küçük boylar, büyük boylara bağlıdır. Boyların başında büyük yetkileri olan, ama boy ulularına danışarak hüküm veren, boy beyleri bulunur. Boy beyinin her buyruğuna uyulur. Sonra uruglar gelir. Uruglar boyları oluşturan daha küçük birimlerdir. Onlar da oğuşların birleşimi ile ortaya çıkar. Örnek olarak, Atamın başında bulunduğu birlik bir oğuştur. Oğuş büyüdükçe, oğuşun erleri ayrılıp kendi oğuşlarını kurabilirler. Kalabalıklaştıkça, oğuşlar birleşip ayrı bir urug, uruglar birleşip ayrı bir boy olabilirler. Bu, başımızdaki uluların dileğince gerçekleşen oluşumlardır. Ama budun tektir. Hun budunu bütün bu yapılanmaya rağmen yaşamaya, adını korumaya devam edecektir.

Dönelim ad alma öyküme…

Dostumuz olduğu gibi, yağımız da çoktur bizim. O nedenle her zaman dikkatli olmalıyız! Obamızı korunaklı yerlere kurarız. Ona göre yerleşir, önlemler alırız. Sürekli sakçılar *8 görevlendirilir, dört bir yanı gözleyen. Sakçılar için Topraktan, gözetleme ve gizli sakçı yerleri yapılmıştır.

Çok baskınlara uğradık. Daha doğrusu, baskına niyetlendi yağılar. Her seferinde de derslerini verdik onların.

İşte ben, böylesi bir baskın sonrasında adlandım!

O gün, konduğumuz yere yakın olan ormanda avlanmaya çıkmıştım. Yedi yaş, ormanda ok atmak, tavşan, tilki avlamak için uygun bir yaştır. Yanımda iki dengim yoldaşımla av kovalarken, silahlı birilerinin pusuya yattığını, obamıza saldırmak için geceyi beklediğini fark ettik. Onlar bizi görmedi. Gizlendik bir yere ve kim olduklarını, kaç kişi olduklarını, neler düşündüklerini, nereden, nasıl saldıracaklarını öğrendik konuşmalarından. Yüeçilerden, başıbozuk bir birlikti. Yüeçiler, bize yağılık eden bir budundur. Güçlü ve sayıca bizden kalabalıktırlar. Çokluk olmalarına güvenirler. Aramızda dostluk anlaşması olduğu halde, zaman zaman böylesi çapulculuk yaparlar işte! Eğer hazırlıksız yakalanırsak, yaptıkları genelde yanlarına kâr kaldığı için cesaret ederler buna.

İki yoldaşımı gözcü bıraktım ve gizlice uzaklaştım oradan. Koşarak obaya döndüm. Koştum çünkü atım yoktu. Bineklik at edinecek yaşa gelmediğimi söylerdi atam.

Biz Hunlar, atlarla iç içe yaşarız. Atsız bir hayatı düşünemeyiz bile. Gündelik işlerimizde kullandığımız atlara binebilir obanın çocukları. Ben de ancak gerektiğinde o atlara binerdim. Gerçekten işe yarar, bir savaşçı atım, bir ulagam *9 olmamıştı henüz.

Çok iyi koşarım! Denklerim içinde kimse geçemez yarıştığımızda.

Neredeyse nefes almadan, durup dinlenmeden, yağılara gözükmeden obaya koştum. Atamın yanına gidecek zamanım yoktu. Atbaş’ın *10 çadırına vardım. Neredeyse bayılacaktım yorgunluktan. Olanları, gördüklerimi, duyduklarımı anlattım. Harekete geçmekte, obayı uyarmakta bir an beklemedi Atbaş. Atlandı, obamızın yiğitleri. Hayvanlarımız, mallarımız, korumaya alındı. Otlaklardaki sürüleri güden çobanlara haber salınıp geri çağrıldı. Baskın yollarına pusular kuruldu. Hazırlıklarını yapıp. Yüeçi çapulcularını bekledi savaşçılarımız.

En küçükten en büyüğe, hepimiz obamızı korumaya hazırlandık.

Gecc yarısı saldırdılar. Güya baskınla yok edeceklerdi bizi. Ama hazırladıkları tuzağa kendileri düştüler. Çok kanlı bir savaş oldu. Hiçbirini sağ komadık. Hepsi yok edildi. Haince saldıranları yok etmek töremizde var! Onlara “Aman!” dileme fırsatı bile vermedik. Baskına gelenler, basılmışlardı.

Bu baskını haber verdiğim için çok övgü aldım. Obayı bir baskından kurtarmıştım. Oba Atbaşı, beni yanına alıp Danış Ata ya götürdü. Yaptıklarımı anlattı ve ad vermesini diledi.

“Salık” dedi Danış Ata “Adı Salık olsun! Adını ben verdim yaşını Tanrı versin! Adıyla nam salsın!”

“Salık” çok güzel bir addır. “Haberci, haber veren” anlamındadır, Hun dilinde. Bu adı gururla taşıyorum, ömrüm yettiğince de taşıyacağım.

Çoğu dengim ad aldılar. Ad almayanlar da var tabii! Onlara genelde “Adsız” diye ya da bedensel bir özelliği ile seslenilir. Her çocuk nefret eder bu şekilde ad takılmasından. Çünkü takılan adlar kalıcı olabilir. Uğraşacaklar! Ben nasıl uğraştıysam onlar da bir ad hak edene kadar durmayacaklar. Töre böyle! Töreyi bozmak, karşı gelmek, uygulamamak olmaz! Atam der ki: “Bizi diğer budunlardan ayıran, bizi özel yapan şeydir töre. Töreyi uygulamada taviz vermek, bizi, Hun olmaktan çıkarır.”

Bir keresinde sordum:

“Töre değişmez mi atam?”

“Değişir elbet!” dedi “Değişir, ama töreyi değiştirip, kendi töresini koyacak olan kişinin, yiğitler yiğidi olması gerek. Öyle her bey, her han töre koyamaz! Koymaya kalksa da bir işe yaramaz! Kimse uymaz koymaya çalıştığı töreye!”

Bu söz usumun *11 bir köşesinde! Öylece yerleşmiş. Töre koyacak yiğidi bekliyorum! Düşlerime giriyor bu yiğit. Belki pek çok Hun eri aynı düşü görüyor. Çünkü budunumun layıkıyla yaşamadığına, acunda hak ettiği saygıyı görmediğine inanıyorum. Çekinerek yaşamamalıyız. Hiçbir buduna baş eğmemeli, haraç vermemeliyiz. Ama Yüeçiler başımıza bela. Günbatısında yaşayan Yüeçiler… Gündoğusundaki Tunghular da yağımız! Kızılyandaki *12 Çinliler de…

Son zamanlarda Çinliler, orada yaşayan Hun boylarını otlaklarından etmek, Sarı Irmak’ın karayanına *13 sürmek için uğraşıp duruyorlar. Biz dc etkileniyoruz bu zorlamadan. Otlaksız kalan Hun boyları daha yukarılara çıkmak zorunda kalıyorlar. O nedenle belirli bir göç yolumuz yok artık. Bizim bellediğimiz otlakları, çekinerek kullanıyoruz.

Atam anlatır: Çin, devlet olmadan önce beyliklerden oluşuyormuş. Sayıları yüzden fazlaymış bu beyliklerin. Kendi aralarında savaşıp duruyorlarmış. Bu yüzden çok rahatmışız. Çünkü Çin çerileri, eğitimlerini ve varlıklarını birbirleri ile savaşmak üzere kurdukları için bizimle baş etmeleri, sayıca çok olmalarına rağmen, mümkün olmuyormuş. Atı fazla kullanmayan, kullanamayan, yaya savaşçılardan ve ağır, hantal savaş arabalarından oluşan bu beylik savaşçılarını kolayca dağıtıp yenebiliyormuşuz. Daha sonra, büyük beylikler, küçükleri sahiplenerek büyümeye, güçlenmeye başlamışlar. Sayıları önce yirmi civarına inmiş. Sonra yedi, sonra üç…

Atam der ki “Yakın zamanlarda Çou Hanedanı bütün beylikleri hâkimiyet altına aldı. O andan itibaren bizim hayatımız daha da zorlaştı!”

Biz de bir araya gelsek, bütün Hunlar birleşsek, haklarından geliriz Çin’in. Ama her boy, neredeyse her urug kendi başına yaşar, kendi başına karar verir. Yardım istendiğinde birbirinin yardımına gider. O kadar!

Bir ara boyları bir araya getirmeye çalışan bir beyin adı dolaşıyordu ortalıkta. Ama sonra ne oldu bilmiyorum.

Tanrı’nın bize uygun gördüğü yaşama tarzıdır boylar halinde olmamızın nedeni. Göçer hayatı seçmiş, sürülerinin peşinde uygun otlak arayan, aramak zorunda olan boyların başka türlü bir hayata geçmesi için yeni töreler gerekir.

Obamız bütün Hun Obaları gibi konargöçerdir. Gücümüz sayesinde sahip çıktığımız yaylak-kışlak ve oba yeri üçlemesinde bir dönüşüm içinde gider geliriz. Obamızın yerini asla boşaltmadığımız, burayı korumak için sürekli er bıraktığımız için kalıcı bir yurdumuz var. Oysa pek çok uruğun böyle bir talihi yoktur. Sürekli gezerler.

Kimi zaman, yetersiz kalan odaklar için kavgalar, savaşlar çıkar uruglar arasında. Bu savaşlar büyür, boy savaşlarına döner. Çok kan aktığı zamanlar olmuştur geçmişte. Ne kadar acıdır aynı budunun insanlarının kavgası, ama otlak ihtiyacı özellikle kurak mevsimlerde bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor. Bunun çözümü, her boyun, her uruğun yeterince otlağının olmasıdır. Ona da yağılarımız engel olmaya çalışır. Böylece bir sıkıntıdır sürer gider işte!

Adım Salık!

—-

*1– Acun: Dünya
*2– Budun: Millet, ulus, halk
*3– Urug: Aileler birliği
*4– Yağı: Düşman
*5– Tündük: Çadırların üst kısmında bulunan açıklık.
*6– Uçmağa varmak: Ölmek. Göğe yükselmek Cennete gitmek.
*7– Oğuş: Aile
*8– Sakçı: Nöbetçi
*9– Ulaga: Savaş atı
*10– Atbaş: Oba reisi. Bütün atlıların başı anlamında…
*11– Us: Akıl
*12– Kızılyan: Güney
*13– Karayan: Kuzey

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Ateş ve Kadın

Editor

Dijital Kale

Editor

Millete Mektuplar

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası