“Affet beni, Peder, günah işledim!”
İşte Tate, o bir dedektif. Christchurch’ün en yeni ve öldürmekten vazgeçmeyen psikopat seri katilinin izini sürmek üzere zorlu bir yarışa girişti. O, ölülerin bile güvende olmadığı dehşet dolu bir dünyaya istese de istemese de bulaştı. Katili bulmakta başarılı olamazsa yargılanacak tek kişi Tate’in ta kendisi olacak…
“Yeni Stephen King.”
NDR, Almanya
“Cleave’in tarzı baş edilemez, tahmin edilemez ve heyecan doludur. Okurken midemi zaptedemiyorum. Gerçekten. O kadar iyi…”
Jack Heath
“Sürükleyici ve tamamen gerçekçi bir polisiye.Cleave takip edilmesi gereken bir yazar.”
Tess Gerritsen
“Paul Cleave’in kitapları sıradan gerilim romanlarında olmayan bir enerjiye sahip.”
Listener
“Mezarcı, bazı yönleriyle Edgar Allan Poe ve Stephen King başyapıtlarını oldukça andırmakta.”
***
Mavi tırnaklar
Beni buraya getiren, soğuk havada titreyerek dikilmeme neden olan şey onlardı. Mavi tırnaklar bana değil, başka birine aitti; daha önce hiç tanımadığım ölü bir adama. Bu öğleden sonra derimi yakan Christchurch güneşi gitmişti. Alışık olduğum türden dengesiz bir hava vardı. Bir saat önce terliyordum.
Bir saat önce izin alıp sahile gitmeyi istiyordum. Şimdi, bunu yapmadığıma memnunum. Kendi tırnaklarım da maviye dönüyor olabilirdi, ama bakmaya cesaret edemiyordum.
ölü bir adam yüzünden buradaydım. Ama önümde, yerde yatan adam değil, morgda olan yüzünden. Vücudu makasla kesilip açılan, sonra oyuncak bir bebek gibi dikilen bir adama göre oldukça sıradan görünüyordu. Arsenik zehirlenmesinden ölen bir adam için oldukça sıradan.
Paltomun önünü sıkıca kapattım, ama soğuğa karşı bir yararı olmadı. Daha kalın giyinmeliydim. Bir saat önceki parlak güneşe bakmalı ve günün nereye doğru gittiğini tahmin etmeliydim.
Mezarlık çimleri bazı yerlerde, özellikle de bahçıvanların uğramadığı ağaçların etrafında uzundu ve sanki bir fırtınanın merkeziymişim gibi benim etrafımdan her yöne dağılıyorlardı. Çimler ayak trafiğinin yoğun olduğu yerlerde kısa, güneşin bütün nemi kavurduğu yerlerde kahverengiydi. Yakındaki ağaçlat gürültüyle çatırdayıp mezar taşlarının üstüne palamut bırakan kalın meşelerden ibaretti. Palamutlar mermerlerin üstüne düşüp, SOS veren ölü kemikleri gibi ses çıkarıyordu. Hava morg kadar soğuk ve rutubetliydi.
Yağmur damlalarını, daha yüzümde hissetmeden önce kazıcının ön camında gördüm. Gözlerimi, küf kaplı mezar taşlarının şehre doğru yayıldığı, ölülerin toplanıp şehre doğru ilerlediği ufka çevirdim. Rüzgâr hızlandı, meşe yaprakları hışırdarken dallardan daha fazla palamut düştü. Bir tanesi boynuma çarpınca irkildim. Uzanıp yakamdan çıkardım.
Kazıcının motoru gürültüyle çalışırken, kapıda çıkıntı yapan aşın kilolu sürücüsü yerinde kıpırdandı. Burada olmaktan dolayı benim kadar heyecanlı görünüyordu. Yüzünde büyük bir dikkat ifadesiyle bir sürü levyeyi itip çekiyordu. Kazıcıyı mezarın yanına yerleştirirken motor hıçkırık tutmuş gibi ses çıkarıyordu. Kepçesi sertleşmiş toprağa girerken kazıcı sarsılıp zorlandı. Pozisyon değiştirdi, kepçe toprakla birlikte havaya kalkarken kabin döndü, toprak yandaki brandanın üstüne boşaldı. Mezarlık bekçisi bizi yakından seyrediyordu. Şiddetli rüzgâra karşı sigara içmek için mücadele ediyor; elleri de neredeyse omuzlan kadar titriyordu. Bana tam olarak anlayamadığım bir şekilde baktı. Belki de insanlarla yalnızca çok kısa bir süre için göz kontağı kurabiliyordu. Yanıma gelip birisini son dinlenme yerinden çıkardığım için şikâyet etmeyeceğini umdum. Etmedi; yalnızca boş toprağa bakmaya devam etti.
Kazıcının titreşimleri ayaklarımdan geçip yukarıya çıkıyor, bacaklarımı titretiyordu. Arkamdaki ağaçlar da bu titreşimi hissedebiliyordu, çünkü enseme düşen meşe palamudu sayısı gittikçe artıyordu. Ağaçların gölgesinden ayrılıp yağmura çıkarken toprağın üstünde uzanan köklerden biri yüzünden neredeyse ayağımı burkuyordum. On beş metre kadar ileride, boyutları olimpik yüzme havuzu kadar olan küçük bir göl vardı. Çevresi tamamen mezarlıkla kaplıydı ve yer altı akıntılarıyla besleniyordu. Mezarlığı ölüm için popüler bir yer haline getiriyordu, ama eğlence için değil. Mezarlardan bazıları göle yakın olduğu için tabutların nemden etkilenip etkilenmediğini merak ettim. Suyla dolu bir tabut çıkarmak üzere olmadığımızı umdum.
Sürücü durup, bu soğukta bütün o levyeleri oynatmak hararet yapan bir ismi; gibi elini alnından geçirdi. Eldiveni derisinde yağlı bir iz bıraktı. Meşe ağaçlarına ve yeşil çimenlere, hareketsiz göle baktı. Bir gün kendisi de oraya gömülmeyi planlıyor olabilirdi. Burayı gören herkes aynı şeyi düşünüyordu. Gömülmek için güzel bir yer. Güzel ve manzaralı. Huzurlu. Sanki fark edermiş gibi. Sanki birisi gelip bütün ağaçlan kesse bunun farkına varabilecekmişsin gibi. Yine de insan bir yere gömülecekse burası gördüğüm pek çok mezarlığa üstün gelirdi.
Mezar taşlarının arasında ilerleyen ikinci kamyonet, onu çepeçevre saran kırmızı bir şerit ve camındaki kabarık zarlarla süslenmişti, ama aylardır temizlenmemiş, kapıların ve tamponların kenarındaki paslarla ilgilenilmemişti. Kamyonet mezarın yanında durdu. Direksiyondaki gri tulumlu kel adam aşağıya inip ellerini cebine soktu, gösteriyi seyretmeye başladı. Yan koltuktaki genç adamsa cep telefonuyla oynamaya başladı. Toprak yığını gittikçe artarken yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Yağmur damlalarının göle düştüğünü, küçük damlacıkların havaya sıçradığını görebiliyordum. Gölün kıyısına doğru yürüdüm. Her şey kazıcının işini yapmasını seyretmekten daha iyiydi. Titreşimi hâlâ hissedebiliyordum. Küçük toprak parçaları gölün kıyısına doğru yuvarlanarak suya dökülüyordu. Gölün kenarında keten çalıları, eğrelti otları ve birkaç kavak ağacı vardı. Uzun sazların gökyüzüne doğru yükseldiği sırılsıklam dallar ve yapraklar kıyıya birikmişti.
Kepçenin tabutun kapağına süründüğünü duyunca kazıcıya baktım. Kara tahtaya sürtünen tırnakların çıkardığına benzeyen ses, soğuktan daha fazla ürpermeme neden oldu. Mezarcı da artık iyice titriyordu. Üşümüştü ve sinirliydi Kazıcı geldiğinden beri kendini mezar taşına zincirleyip, konuklarından birini çıkarmamızı engellemeye çatışacağını düşünüyordum. Yaptığımız şeyin ahlaki sonuçlan konusunda söyleyecek çok şeyi vardı. Tabutu onu içine koymak için çıkanyormuşuz gibi davranıyordu.
Kazıcı operatörü ve kamyonetle gelen iki adam burunlarını ve ağızlarını örten maskelerini takıp mezara atladılar Kazıcıdaki aşın kilolu adam bu anı tekrar tekrar prova etmiş birinin rahatlığıyla hareket ediyordu. Üçü de Öteki dünyaya giden bir geçit bulmuş gibi gözden kaybolmuştu. Aşağıda biraz zaman geçirdiler Belli ki zinciri tabutla kazıcı arasına bağlamanın bir yolunu bulmaya çalışıyorlardı. Zincir takılınca sürücü yerine oturdu, diğerleri mezardan çıktı. Adam alnını tekrar sildi. Ölü çıkarmak terleten bir işti.
Kazıcı tabutun ağırlığıyla sarsılırken kamyonet çalışıp biraz geriye gitti. İki motor şiddetle sarsılırken kıyıdan biraz daha toprak yuvarlanıp göle döküldü.
Göle beş metre kala yüzeye kabarcıkların ve bir çamur parçasının yükseldiğini gördüm. Ama başka bir şey daha vardı. Petrol lekesine benzeyen koyu renk bir şey.
Tabut kamyonetin arkasına konurken tok bir ses çıktı. Tabutun ağırlığıyla yayları biraz gıcırdadı. Üç adamın kendi aralarında konuştuklarını duyabiliyordum. Motorların sesini bastırmak için neredeyse bağırmaları gerekiyordu. Mezarlık bekçisi ortadan kaybolmuştu.
Yağmur şiddetleniyordu. Suyun altından yükselen koyu renk şey yüzeye çıktı. Devasa, siyah bir balona benziyordu. Bu devasa balonlardan daha önce de görmüştüm. Hep umulandan başka bir şey oldukları ortaya çıkardı.
“Hey, dostum, şuna bir bakmak isteyebilirsin,” diye seslendi adamlardan biri.
Ama ben başka bir şeye bakmakla meşguldüm.
“Hey? Beni duyuyor musun?” Ses daha yakından geliyordu. “Bakman gereken bir şey var”
Bana doğru gelen kazıcı operatörüne baktım. Mezarlık bekçisi de bana doğru yürüyordu. İki adam suya bakıp bir şey söylemedi.
Siyah kabarcık aslında bir kabarcık değil, bir ceketin sırt kısmıydı. Suda asık duruyordu ve futbol topu büyüklüğünde bir şeye yapışıktı. Bu şeyin saçları vardı. Ve ben daha adama cevap veremeden yüzeye kabarcıklarla birlikte başka bir şey daha çıktı. Ve göl geçmişle bağlarını koparırken bir tane daha.
***
Bu dava haberlere hiç çıkmamıştı, çünkü bir dava olmamıştı. Ne kadar önlemeye çalışırsanız çalışın, yasanım her gün olan sıradan bir parçasıydı. Cenaze ilanlarının verildiği arka sayfalarda, bu dünyanın John Smithleriyle, sevgili ve çok özlenecek olan anne babalar ve nineler dedelerle birlikte çıktı. Bir adamın yaşlanıp ölmesine dair basit bir hikayeydi.
Hepsini okumuştum.
Her şey iki yıl önce başlamıştı. Bazı insanlar sabah kalkıp sahanda yumurtalarını ve portakal sularını mideye indirirken cenaze ilanlarını okur, geçmişten fırlayıp gelecek bir isim ararlardı. Birkaç dakikayı geçirmek için çılgınca bir yoldu bu. Hastalıklı bir piyango gibi kimin numarasının çıktığını görmeye çalışmak… Bu insanların sayfanın sonuna ulaştıklarında tanıdıkları kimseyi görmeyince mi yoksa tanıdıkları birini görünce mi rahatladıklarını bilmiyordum. Bir neden arıyorlardı; birisini arıyorlardı, bir bağlantı kurmak ve kendi ölümlülüklerini hissetmek istiyorlardı.
Henry Martins. Tıpkı İki yıl önce olduğu gibi bu sabah da onunla ilgili haberleri kütüphanenin veri tabanından çıkarıp, insanların onun ölümü hakkında söylediklerini okudum. Fazla bir şey yoktu. Ama zaten bir insanın hayatını beş satırlık bir metinde özetlemek çok zordu. Gideni ne kadar özleyeceğini anlatmak zordu. Henry için üç gün boyunca aile ve arkadaşları tararından on bir yazı yazılmıştı. Kimse duyduğu keder içinde “öldüğüne memnunum” gibi bir şey söyleyerek isimi kolaylaştırmıyordu, bütün ölüm ilanları birbirinin aynıydı; sıkıcı, duygusuz. En azından adamı tanımadığında karşıdan öyle anlaşılıyordu.
Henry Martins’in kızı, yaşlı adam gömüldükten bir hafta sonra merkeze gelmiş, ofisimde oturup bana babasının öldürüldüğünü anlatmıştı. Bense öldürülmediğini söylemiştim. Öldürülmüş olsaydı adli tabip bunu fark ederdi. Adli tabipler bu işe yarardı. Kadının şüphe yolunda kararlı adımlarla ilerlediğini görmek zor değildi. Ona konuyla ilgileneceğimi söylemiş, bunun için birkaç şeyi kontrol etmiştim. Henry Martins, geride büyük bir aile ve bir sürü müşteri bırakan bir banka müdürüydü, ama mesleği cebini başka insanların parasıyla doldurması için bir fırsat değildi. Kızının “önsezisi’ne ayırabileceğim kısa süre içinde hayatını olabildiğince incelemiştim, ama garip bir şey dikkatimi çekmemişti.
İki yıl sonra, rüzgâr gücünü artırırken Henry Martins’in tabutu arkamda zincirlerle yukarı çekiliyordu. Ve Henry Martinsin karısı, şimdi ikinci kocası da öldüğü için rozeti olan herkesten kaçmaya çalışıyordu. İkinci kocasının mavi tırnakları onun zehirlendiğini gösteren ilk işaretti. Şimdi iki yıl öncekiyle aynı pozisyonda olmadığım için Henry’nin kızı benimle konuşmamıştı. Zihnimi serbest bırakmak ve olmuş olabilecekleri düşünmek çok kolaydı. O zaman daha fazla şey yapabilirdim.
Bir cinayeti çözebilirdim. Başka bir adamın ölmesini engelleyebilirdim. Jüri hâlâ Bayan Martins’in erkekler söz konusu olunca şansının mı. yoksa kararlarının mı kötü olduğunu belirlemeye çalışıyordu.
Hızlanan yağmur, suyun yüzeyinde binlerce minik dalga yaratıyordu. Mezarlık bekçisi geri çekilmiş, suya bakıyordu Kötü
hava yavaş, yavaş kaybolur gibi oldu; sesler ve titreşimler de öyle, Geriye bir tek önümde yüzen, her biri yaş, cinayet, kötü şans gibi şeylerin kurbanı olan üç ceset kaldı.
Üç işçi yanıma geldi. Dördümüz suyun önünde dikildik; suda üç ceset vardı: Sanki hepimiz sosyalleşmek için bir tanesiyle eşleşmiştik, ama bir kişi açıkta kalıyordu. Bu olay sessizlik gerektiriyordu; hiçbirimiz aramızda oluşan sessizliği bozmak istemiyorduk. Suya biraz daha toprak döküldü, suyu bulanık kahverengiye çevirdi. Cesetlerden biri tekrar suya batıp gözden kayboldu. Diğer ikisi bize doğru yaklaşıyor, hareket etmeden yüzüyordu. Suya atlayıp onları çıkaracak değildim. Çırpınıyor olsalar bunu tabii ki yapardım. Ama çırpınmıyorlardı. Onlar ölüydü; belki de uzun süredir Durum acil görünüyor olabilirdi, ama gerçekte değildi. Cesetlerin ikisi de yüzükoyun duruyordu ve ikisi de giyinikti. Bir davete gidiyor olabilirlerdi. Bir cenaze ya da düğün törenine. Eğer ipler olmasaydı. Cesetlere bağlanmış yeşil ipler vardı.
Kazıcının sürücüsü, gözleri onu yanıltıyormuş gibi iki gözünü de kısmış, dikkatle cesetlere bakıyordu. Kamyonetin şoförü ağzı açık, elleri kalçalarında dikiliyor, yardımcısı bu iş fazla mesai yapmasına neden olacakmış gibi durmadan saatine bakıyordu.
“Onları çıkarmamız lazım,” dedim. Ama artık iki ceset de kıyıya sürükleniyordu.
Bugün kuru kalmayı planlamıştım. Bir tane ceset görmeyi planlamıştım. Şimdi her şey sallantıdaydı.
“Neden? Zaten bir yere gidecek değiller,” dedi kamyonetin şoförü.
“Diğeri gibi dibe batabilirler”
“Onları neyle tutacağız?”
“Tanrım, bilmiyorum. Bir şeyle. Bir dal filan olabilir. Ya da elleriniz.”
“Ellerimi kullanacak değilim,” dedi. Diğer ikisi de hızla başını sallayarak onayladı.
“Peki, ya halat? Elinizde halat vardır, değil mi?”
“Şuradaki,” diye işaret etti kamyonetin şoförü, bize yakın olan cesede bakarak. “Üzerinde zaten halat var.”
“Çürümüş görünüyor Kamyonette yeni halatlarınız vardır, değil mi?” diye sordum. Hepimiz aynı anda kamyonete bakarken çalıştığını duyduk.
Mezarlık bekçisi şoför mahallinde oturuyordu.
“Neler oluyor?” dedi kamyonetin şoförü. Kamyonete doğru koşmaya başladı, ama yeterince hızlı değildi. Mezarlık bekçisi vitesi takıp hızla uzaklaşmaya başladı. Tabut yerine bağlanmadığı için kamyonetin kenarına çarpıp yere düştü, ama kırılmadı.
“Hey, buraya gel, buraya gel!” Adam kamyonetin peşinden koşmaya başladı, ama aradaki mesafe hızla artıyordu.
“Nereye gidiyor?” diye sordu kazıcının operatörü.
“Burası hariç herhangi bir yere herhalde.” Cep telefonumu çıkardım. “Kazıcıda halat vardır, değil mi?”
“Var, bekleyin.”
Polis merkezini aradım, eskiden tanıdığım bir dedektife aktanldım. Ona durumu anlattım. Bana ayılmamı söyledi. Mezarlıkta cesetlerin olmasının normal olduğunu söyledi. Onu cesetlerin gölün dibinden çıktığına ikna etmek biraz zamanımı aldı. Şaka yapmadığıma ikna etmek için de bir dakika daha
“Dalgıç da getir,” dedim telefonu kapamadan önce.