Hürrem Sultan ve Kanunî Sultan Süleyman aşkının en narin meyvesiydi,
güneş ve ay; Mihrimah…
Hürrem gibi zeki, Kanunî gibi güçlü ama onlar kadar bahtlı değildi. Onca ihtişamın, gücün ve varlığın içinde aşksız bir ömür sürdü.
Mihrimah’a gönlünü kaptıran, kavuşamadığı aşkını eserlerinde adeta ilmek ilmek işleyen bir ustaydı; Mimar Sinan…
Bir savaş meydanı bir araya getirmişti onları. Birbirlerine karşı besledikleri aşk yüzyıllara meydan okuyacak kadar güçlüydü; ancak bu, onları bir arada tutmaya yetmedi. Mihrimah’ı bunca acıyla baş başa bırakan şey kaderi miydi yoksa annesi mi?
Mihrimah Sultan ve Mimar Sinan’ın unutulmaz hikâyesiyle birlikte, dönemin büyülü atmosferine kapılıp, aşka ve umuda dair bir yolculuğa çıkacaksınız.
***
ÖNSÖZ
Tarihi bir hikâye yazmanın zorluğunu bu roman ile anlamış oldum. Gerçi bütün romanlarımda yaşayan kahramanlar hangi devirde ise, o devrin tarihine, sosyal, ekonomik olaylarına değinmeden ve bunun için oldukça ciddi araştırma yapmadan yazmam. Şu var ki, eğer roman kahramanı ve diğer kahramanlar tarihe geçmiş, gerçek birer kişilik ise, araştırma işini çok daha ciddi ve çeşitli kaynakları tarayarak yapmanız gerekiyor. Bu tip romanlarda yazara kurgulama sahası olarak, anlatımda ki akıcılık, estetik ve kahramanların neyi, nasıl, hissettiklerini, yani duygularını, tarihi kayıtlara girmeyen yaşamlarındaki bazı ayrıntıların nasıl olabileceğini hayal etmek ve hikâyeye yerleştirmek kalıyor. Şüphesiz kurgu yapılacaktır. Kupkuru, tarihi olduğu gibi yazarsanız, sadece tarih yazmış olursunuz. Ancak yine de, yapacağınız kurguların tarihi gerçeklere ve kronolojik tarihe asla ters düşmemesi zorunluluğu vardır.
İkinci zorluk ise ulaşabildiğiniz tarihi kaynakların her zaman aynı bilgiyi içermemesinden, bazen, muhakkak yazılmıştır diye düşündüğünüz bir bilgiye hiçbir şekilde, hiçbir yerde rastlama şansını elde edememenizden kaynaklanıyor. Kısaca şunu anlatmaya çalışıyorum. Ben roman yazarıyım, tarihe sadık kalmaya azami özeni gösteriyorum. Belki erişemediğim bazı bilgiler veya karşılaştığım çelişkiler, ufak da olsa yanlışlar yaptırmış olabilir. Siz değerli okuyucularımızdan özellikle rica ediyorum ki, bu hikâyeyi önce bir roman olaak görünüz. Beş yüz yıl evvel yaşanan olayları, aşkları, katliamları her ne kadar o devrin insanının gözü ile görmeye, kalbi ile hissetmeye ve kalemi ile yazmaya çalıştıysam da benim 21. yüzyılda yaşadığım gerçeği de yadsınmamalı.
Ümit ediyorum, hatta inanıyorum ki, bu romanı beğeneceksiniz. Hem Hürrem Sultan’ı, hem Mihrimah Sultan’ı başka bir açıdan göreceksiniz. Bu görüş bugüne kadar okul sıralarında başlayarak bize öğretilen birçok bilgiye ters de düşebilir. Ama insanların her zaman, başka kişileri görmek istediği gibi görmeye teamülleri olduğu gibi, bize yakın bulduğumuz kişilerin hatalarını ve suçlarını başkalarına yükleme gibi de bir zaafımız da vardır.
Yaptığım bu yoğun araştırmanın sonucun da şöyle bir fikre inandım. Tarihçi de olsa insani zaaflarının etkisinde kalabiliyor insan. Mutlu, huzurlu ve zevkli okumalar!
Naşide Gökbudak
Haziran 2012
1. BÖLÜM
Mihrimah Sultan zarafeti, temiz kalbi, iyi niyeti ve şanssızlığı ile anılan halası Hatice Sultan’ın kucağında mutlu ve huzurlu bir şekilde oturuyordu. Çevresinde birçok insan, birçok cariye olduğu halde kucağında huzur içinde oturabildiği sadece beş kişi vardı: annesi Hürrem Sultan, ağabeyi Mehmet, kendisine bakmakla görevli Gülpembe cariye, halası Hatice Sultan ve bazen aylarca göremediği Padişah babası Sultan Süleyman. Mihrimah sarayda neler döndüğünü, nasıl kıldan ince kılıçtan keskin bir hayat içinde olduklarını anlayacak yaşta değildi henüz. Zaten başka bir hayat da bilmiyordu. Sarayda yaşayan herkesin, hatta cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın bile hep hissettiği ölüm kokusundan, kin ve nefretten henüz tam olarak haberi yoktu. O, sarayın altın yaldızlı tarafında gördüğü ışıltılarla avunuyordu; gerçekten içten gelerek veya gelmeyerek gösterilen sevgi sahnelerinden ise bir yere kadar mutlu oluyordu. Aslında tüm çocuklar seveni veya sevmeyeni, güveniliri veya güvenilmezi çok çabuk algılayabilirlerdi. Neden diye sorulduğunda mantıklı bir cevap alınamazdı belki ama bir çocuğun minicik kalbinin ve henüz tam kapasite ile çalışmasa da küçük beyninin yanılmayacağı şüphesizdi. Mihrimah da bir çocuktu ve tüm çocuklar gibi bunları yaşıyordu. Nitekim halasının kucağında ne kadar mutlu ve huzurlu ise, karşısında oturan Valide Sultan’ın, yani babaannesinin bakışlarından, kendini incelemesinden o kadar rahatsız ve gergindi. Valide Sultan kibirli ve otoriter bakışlarını herkesten fazla sevdiği kızı Hatice Sultan’a çevirdi.
“Bu minik sultanı fazla şımartmıyor musun Hatice’m?” Hatice Sultan tüm içtenliği ile gülümserken bir taraftan da Mihrimah’ın, beline doğru sarkmış uzun saçlarını okşuyordu.
“Validem, o daha bir çocuk, hatta öyle büyük bir çocuk bile değil, bebeklikten henüz çıkmış çok güzel, cana yakın bir çocuk. Her çocuk gibi sevilmeye ihtiyacı ve hakkı var, sizce de öyle değil mi?” Valide Sultan hep dik tuttuğu başını biraz daha dikleştirdi.
“Hayır,” dedi. “Bence hayır. O cihan sultanı, Sultan Süleyman’ın tek kızı. Sıradan bir çocuk gibi değil, bir sultan gibi yetiştirilmelidir. Bu kadar nimetin bazı fedakârlıkları da olmalı! Değil mi?”
Hatice Sultan bir an “O henüz ne nimetin ne de fedakârlığın ne olduğunu biliyor. Sadece küçük bir çocuk ve her çocuk gibi bazı şeyleri yaşamalı,” demek istedi; ama ne validesine, ne de başka birine karşı fazla direnen bir insan olmamıştı hiçbir zaman. Kaldi ki Valide Sultan’a karşı diretilemezdi de. Son söz yine bu mağrur ve kudretli kadının olurdu. Hatice Sultan validesini severdi, sayardı ama birçok konuda onunla aynı görüşü, aynı duyguları paylaşamıyordu. Ve biliyordu ki, Mihrimah, Hürrem Sultan’ın kızı değil de Mahidevran’ın veya Gülfem Sultan’ın kızı olsaydı, herkesten önce kendisi koyduğu kuralları gevşetecek, kız veya erkek olsun, torununu şımartacaktı. Tıpkı Mahidevran’ın tek şehzadesi Mustafa’ya çocukluğundan beri yaptığı gibi. Ve yine geçenlerde Daye Hatun’dan duyduğu Anadolu’da halk arasında söylenen bir sözü hatırladı. Kayınvalideler, oğullarının çocuklarını severken “Yavrumun yavrusu, yarısı da yılan yavrusu” diye severlermiş. Mihrimah ise Valide Sultan’ın nazarında “Yavrumun yavrusu yarısı da Hürrem’in yavrusu,” idi. Yine onun nazarında Mihrimah’ın yarısı, yılan yavrusu olmaktan da daha beter, daha da tehlikeliydi; çünkü Hürrem Sultan her türlü kötülüğün, entrikanın kaynağı idi.
Hatice Sultan bir süre sessiz kaldı. Verecek cevabı vardı ama veremezdi. Karşısındaki Valide Sultan’dı. Ve kendisini hep kollayan, hep koruyan annesiydi.
Küçük kız konuşmaları tam olarak anlayamasa da kendisi ile ilgili fakat kendisinin iyiliğine olmayan şeyler olduğunu hissedebiliyordu. Halasına biraz daha sokuldu.
Tam o sırada müthiş çığlıklar duyulmaya başlanmıştı. Mihrimah halasına daha da çok sokuldu. Çocuk küçülmeye, adeta kaybolmaya çalışıyor gibiydi, kim bilir… Fatih Sultan Mehmet tarafından, İstanbul’un nadide manzaralı, fazla yüksek olmayan bir tepesinin üzerinde 700.000 metrekare alan üzerine kurulmuş bu uçsuz bucaksız sarayın her köşesinde çığlıklar yankılanıyor gibiydi. Acaba bu çığlıkların babaannesinin kendisine takındığı tavırla bir ilgisi var mıydı? Niçin kızmıştı, ne kadar kızmıştı? Bilmiyordu ama korkuyordu. Hatice Sultan da gerilmiş, kalbi çarpmaya başlamıştı. O, sarayda uygulanan bu dehşet verici terbiye sistemini de entrikaları da hiç mi hiç sevmiyor, ayak uyduramıyordu. Zaten fazla güçlü olmayan manevi âlemi bu gibi olaylar karşısında fazlaca sarsılıyordu. Fısıldar gibi konuştu:
“Validem yine haremde olay var galiba.” Valide Sultan başını yine dikleştirdi. Bakışlarını bir anlık Mihrimaha döndürdü. Sonra hemen kupkuru bakışlarını kızına çevirdi. Valide Sultan güzel bir kadındı. Kırım Hanı’nın kızıydı. Kısmen de olsa eğitimli ve zarif bir kadındı. Ancak bu zarafeti dış görünüşü ile sınırlı kalıyordu. Manevi dünyasının ne durumda olduğunu bu güne kadar kimse çözememişti. Hatta böyle bir dünyası var mıydı? Ondan da kimse emin değildi. Belki de vardı da, kendince imparatorluğun korunması, yönetilmesi için, kalbinin veya vicdanının sesini duymayacak kadar güçlü bir iradeye sahipti. Gayet doğal bir şeyden bahseder gibi kızına cevap verdi.
“Olur tabii, uğursuz Moskof cariye saraya girdiğinden beri ne düzen ne huzur kaldı.”
Haykırışlar yükselerek devam ediyordu. “Suçsuz ben! Almadı ben! Kurtarın beni” gibi bozuk Osmanlıcası ile yine genç bir cariye derdini anlatmaya, yardım istemeye çalışıyordu. Hatice Sultan bu suçlamaya cevap vermedi. Çünkü Hürrem Sultan’ın bazen aşırı ve hırslı davranışları oluyordu ama bu davranışların çoğu anası Valide Sultan ile Mahidevran’ın kışkırtmalarından ve ona karşı sergiledikleri düşmanca tavırdan kaynaklanıyordu. Sanki kendileri de Hünkârlarının yataklarına o yollarla girmemiş, sanki kendileri de bu itibarı kaybetmemek için çaba sarf etmemişlerdi. Hürrem’in tek farkı, daha cesur, daha akıllı, daha kurnaz olmasıydı. Ve büyük bir ihtimalle yatakta çok daha dişiydi. Cihan padişahına, cihan padişahı olduğunu, kendisinin de bir cariye olduğunu unutturuyordu ve ona sadece erkek olmanın zevkleri ve mutluluğu ile bir gece yaşamanın eşsiz hazzını sunuyordu.
Haremi yönetme konusunda, Valide Sultan’dan sonra en yetkili mevkiiyi işgal eden Daye Hatun, ağaların iki kanatlı kapıyı açması ile hızla Valide Sultan’ın dairesine daldı. Önünde saygı ile eğildikten sonra anlatmaya başladı: “Valide Sultan’ım, cariyeler, Rus cariye Yahoşa’yı boğmaya kalkmışlar. Harem ağaları ve ben bir faciayı zor önledik. Kızın boğazına ip geçirmiş boğmaya çalışıyorlardı. Bugün yapamadılar ama kafalarına koydularsa bir gün muhakkak yaparlar”
Mihrimah halasının kucağında biraz daha küçüldü. Güya gözlerini kapatmıştı ama kapalı gözlerini hafiften aralayarak bir Valide Sultan’a bir Daye Hatun’a bakıyordu. İkisinden de çok çekiniyor, hatta korkuyordu. Anasına kaçmak istiyordu, ancak şu anda kaçmaktansa, halasına sığınmak daha güvenli gibi geliyordu. Valide Sultan’ın dudaklarında belli belirsiz, anlık bir gülümseme belirdi, sonra hemen kayboldu.
“Sebep neymiş?”
“Valide Sultan’ım, ifadelerine göre Cariye Sabrina ayaklanan cariyelerin altınlarını çalıyormuş. Ben pek inandırıcı bulmadım.
“ Neden? Bence doğrudur. O cariye, o büyücü ile aynı kandan değil mi? Her şey beklenir.” Daye hatun birkaç adım geri gitti.
“Valide Sultan’ım daha çok küçük, on altı yaşına yeni girmiş, çok ürkek ve gözü tok bir kıza benziyor,” dedi. Valide Sultan kızmıştı ama kızgınlığını göstermemeye çalışarak, “Böyle görünüp, neler neler yapanlar var. Her neyse, eğer haklı ise, dürüst ise meydana çıkar,” dedi. Daye Hatun dizlerini bükerek Valide Sultanı ve Hatice Sultani selamladı; çift kanatlı kapıya doğru geri geri giderek, geldiği gibi hızla çıktı. Harem dairesine, cariyelerin yaşadığı bölüme doğru koşarcasına gitti.
Hatice Sultan, Valide Sultan’ın yüzüne dikkatle bakıyordu. Valide Sultan kızının bu bakışlarından tedirgin olmuştu.
“Ne var Hatice’m, bu mevzuda bir bildiğin mi var?”
“Hayır Validem, sadece bu mevzu aydınlanıncaya kadar, o cariyeyi öldürebilirler. Bunun için bir tedbir almak icap etmez mi?” Valide Sultanın bakışları birden sertleşti.
“Nasıl bir tedbir? Hırsızlık yaptı diye, gözdeler gibi ayrı odaya yerleştirip kapısına da ağalar mı dikeyim yani?” Hatice Sultan, validesinin bu cevabı ile hadiseyi önlemeye değil, büyütmeye çalıştığını anlamıştı. Bunu da Hürrem Sultan’ın suçları arasına sıkıştırıp, üç kıtaya hükmeden cihan sultanı oğluna bir yolunu bulup malumat verecekti. Bu arada bir cariye boğulmuştu, çok mu önemliydi? Bu uçsuz bucaksız sarayın içinde yaşanan ilk ölüm olayı mı olacaktı? Çuvala konup denize atılan cariyelerinin hesabını kimse bilemezdi. Bu imparatorluğun bekası ve haremin idaresi için boğulan cariye sayısının ne önemi olabilirdi ki?
Mihrimah Sultan bir müddet daha kıpırdamadan halasının kucağında sessizce oturdu. Yine kapıların önünde bekçi görevi gören ağalardan biri içeriye girmişti. Ellerini göğsünün üzerinde kavuşturup başını önüne eğerek konuştu.
“Mahidevran Sultan ve Şehzade Mustafa geldiler efendim.”
“Gelsinler.”
Mahidevran Çerkez asıllı, çok güzel, genç bir kadındı. Mustafa ismindeki en büyük şehzadenin annesiydi. İleride imparatorluğun başına, yani Kanuni Sultan Süleyman’ın tahtına oturmasına kesin gözü ile bakılan bu şehzade, o devrin anlayışına ve saray kurallarına göre çok iyi bir eğitim alıyordu. Şimdiden akıllı ve yakışıklı olduğu herkes tarafından kabul görmüştü. Babasının, babaannesi Valide Sultan’ın, annesi Mahidevran’ın göz bebeği idi. Bunların dışında bir destekçisi ve derinden seveni vardı ki, yetişmesi, eğitimi, sağlığı ve hatta mutluluğu ile bu kan bağı olan insanlardan çok daha ilgili, bu konularda çok daha candandı. Bu zat, halası Hatice Sultanin eşi, Pargalı İbrahim olarak bilinen, genç yaşta devşirme olarak alınan ve Manisa’da zengin bir kadına satılan, bugün de cihan imparatorunun sağ kolu mevkiindeki bulunan vezir-i azam İbrahim Paşa idi. O sadece bir vezir-i azam değildi. O Kanuni’nin arkadaşı, sırdaşı, can dostu, ailesini ve her şeyini emanet edeceği tek insandı. Ayrıca çok akıllı, çok cesur ve çok da hırslı bir karaktere sahipti. Tüm bu özelliklerine ve Mihrimah!a da çok saygılı, çok ilgili imiş gibi davranmasına rağmen, küçük Mihrimah onu da sevmezdi ve güvenemezdi. Hatta kendisine annesi, ağabeyi, halasından sonra en yakın bulduğu Şehzade Mustafa’nın onu bu kadar sevmesine, saymasına ve özellikle ondan korkmamasına şaşırırdı. Çünkü küçük Mihrimah İbrahim Paşa’dan da fena halde korkuyordu. Elinden gelseydi, halasının onunla evlenmesine mani olurdu. Halası daha sevecen, daha güvenilir bir insana layıktı. Ama halasının ona âşık olduğu söyleniyordu. Mihrimah’ın aklı bir türlü almıyordu. “Bu adama nasıl âşık olunurdu?” Sonra birden durdu. Beyninde dolaşan düşünceler donmuştu sanki. “Aşk neydi ki? Nasıl oluyordu?” Biraz düşündü. Bu soruya cevap bulamıyordu. Ancak o minicik aklı ile bunun bu sarayda kimseye sorulamayacağını da biliyordu. Belki bir gün annesi Hürrem Sultan ona anlatırdı. Halasının sesi ile, düşüncelerinden hepten sıyrıldı.
Halası saçlarını okşarken, “Mihrimah bak Mahidevran Sultan senin hatırını soruyor, ayağa kalk sultanımızı ve şehzademizi selamla, sonra oturursun,” dedi. Mihrimah istemeyerek ayağa kalktı. Mahidevran’ın önünde dizlerini kırıp başım önüne eğdi.
“Hürmetler Sultan’ım,” dedi. Sonra Şehzade Mustafa’ya döndü.
“Şehzade ağabeyim ne iyi ettin de geldin. Beni anneme götürür müsün? Ben gitmeye korkuyorum.” Mustafa bir an durakladı. Sonra Mihrimah’a yaklaşıp elini uzattı.
“Peki küçük Sultan götüreyim,” dedi. Birden Valide Sultan’ın buz gibi sesi duyuldu.
“Mustafa’m aslan parçam dur. Koca sarayda onu götürecek bir insan mı yok. Kapının önündeki ağalardan birine söyleyin götürsün. Niçin sen?”
Mustafa biraz şaşkın bir ifade ile konuştu: “Valide Sultan’ım o benim kardeşim. Eğer yalnız gidemiyorsa, onun korkularını gidermek için yardımcı olmak önce benim vazifem değil midir?”
“Ne korkması? Neden korkacakmış?”
Mihrimah acele ile, ‘’Şehzadem ağabeyim, demin bağıran bir kız vardı ya, o sesten çok korktum,” dedi. Hatice Sultan Mihrimah’ın acele ile uydurduğu hitap şekline gülmemek için kendini zor tutuyordu. İçinden birkaç kere tekrarladı. “Çok güzel uydurmuş; hem resmi hem de ne derece yakın olduğunu bildiriyor,” diye mırıldandı. Şehzade Mustafa Mihrimah’ın elinden tuttu; harem dairesinin üç yüz odasının içinde en görkemlilerinden biri olan Hürrem Sultan’ın dairesine doğru yürümeye başladılar. Mihrimah Sultan Valide Sultan’ın dairesinin kapısı önünde bekleyen ağalara baktı ve gülmeye başladı. Beş yaşındaki bir kız çocuğunun sevimliliği ve saflığı ile gülüyordu. Şehzade Mustafa meraklanmıştı.
“Neden gülersin küçük Sultan?” diye sordu. Mihrimah uzun süren bir gerginlikten sonra, öylesine rahatlamıştı ki, gülmekten cevap veremiyordu. Şehzade Mustafa tekrarladı.
“Küçük Sultan nedir seni böylesine güldüren?”