Sunuş
’90’lı yıllarda, veya 1989 sonrasında, milliyetçiliğin hem düşünsel-tinsel düzeyde hem de siyasal fiilliyatta geniş yer kapladığını gördük, görüyoruz. Maalesef… Maalesef, çünkü 19.yüzyıldakinden ve II. Dünya Savaşı ertesinden sonraki bu üçüncü baharında, milliyetçilik her zamankinden daha kıyıcı. Zira bugünün dünyasında milliyetçilik, derin yarıklarla enine, boyuna, diklemesine bölünmüş bir ayrışma ve çatışma haritasında iş görüyor. İki kutupluluğun sona ermesiyle jeopolitik ihtilafların büyümesi ve askeri ‘opsiyon’ların uygulanabilirliğinin artması, bu haritanın en basit, en yüzeydeki ölçeğidir. “Globalleşme” denen, kapitalizmin ayıklayıcı ve uyarlayıcı gücünün misliyle katlandığı bir devirde yaşıyoruz. Kapitalist işleyiş, her coğrafyadan, her beşeri ilişkiden kendi döngüsü açısından lâzım olanı çekip alıp yaramayanı süzerek ‘verimlilik’ mantığının şâhikasına ulaşıyor. Atomizasyon, geleneksel ve modern cemaat yapılarını söküp -bambaşka kalıplara göre- yeniden teğelliyor. Tarihin farklı zamanlarına ait ilişki, mekân, topluluk ‘üniteleri’, alışıldık bütünlüklerinden çözülerek içiçe geçiyor. Ayrışmanın böylesine örgünleştiği ve hız kazandığı bir dünyada, modernizmin belki de en ayrıştırıcı ve ‘arıtıcı’ ideolojisi olan milliyetçilik kendini evinde hissediyor tabii – daha önemlisi, yurtsuzlaşan, toplumsal bağlarını, güvencelerini yitiren insanlara kendini evlerinde hissettiriyor. O evden ‘başka’ birilerini tahliye etmek, misafire yüz vermemek, komşulara hayatı zehir etmek pahasına… Marx’ın dini “ruhsuz dünyanın ruhu” diye tanımladığı gibi, geç-modern (veya postmodern) dönemdeki milliyetçiliği “yurtsuz dünyanın yurdu” diye tanımlayabiliriz! Tıpkı dinin tinselliği daraltması gibi; yurt hissinin beraberindeki bütünlük tasarımını, güvenlik duygusunu ve dünyayla/insanlarla iletişim arayışını daraltan, kısır bir ikame…
***
Bu kitaptaki yazılarda, milliyetçiliğin teksesleştirici, kıyıcı, baskıcı, boğucu dinamiğinin en yakınımızdaki -‘tepemizdeki’- kuvveti olan Türk milliyetçiliği, sol bir eleştirel ve muhalif açıdan ele alınıyor (2. Bölüm). Kitabın 1. Bölümündeki yazılarda ise globalleşme ve “Yeni Dünya Düzeni” bağlamındaki yerleşik-kurumsal düzenin (establishment) milliyetçilik eleştirisi aynı açıdan eleştiriye tâbi tutuluyor. Çünkü, birincisi, bu yerleşik eleştiri de milliyetçiliğin ideolojik kalıbına oturuyor ve onu yeniden üretiyor. İkincisi, milliyetçiliği kolayca anakronik ilân eden yerleşik eleştiri; bu ideolojinin mağduriyet ve yoksunluk algısına dayalı kimlik inşasıyla ezilenlere, ‘aşağıdakilere’ hitap etme potansiyelini gözden kaçırıyor. (Bu ihmalin, milliyetçiliğin bir ideoloji olmanın ötesinde sosyolojik gerçeklik veçhesinin de gözden kaçırılmasına neden olabildiğini ekleyebiliriz.) Böylece, öyle bir hitabın yankı bulabileceği yoksul Güney yarıkürenin ve/veya medeniyetle ilişkisi şüpheli addedilen Doğu’nun gerçekliği de görmezden gelinmiş oluyor. O gerçekliği dışlamak da, kendini bir tür şovenizm olarak gösteriyor. Neticede, Doğu ile Batı veya Güney ile Kuzey arasındaki zıdlaşma da, dünya ölçeğinde milliyetçiliğin ‘genişleyen’ yeniden üretimini sağlıyor. Milliyetçiliğin -kitschleşen deyişle- “21. yüzyılın şafağında” kazandığı önem ve ağırlık, bu genişleyen yeniden üretimine, sarmal yayılma etkisine bağlı.
Bu kısa Sunuş yazısı, milliyetçiliğin içinde iş gördüğü güncel/konjonktürel bağlamla ilgili bir kroki çizmek içindi.{1} Kitaptaki yazıların başına ve sonuna koyduğum farklı biçimde dizilmiş notlar, bu Sunuş’un devamı gibidir; krokiyi ayrıntılandırmaya dönüktür. Böylece muhtelif konularda farklı vesilelerle yazılmış yazılar birbirine daha sıkı iliklenmiş oluyor.
Ankara, Mart 1995
Milliyetçilik: Mikro Mu, Makro Mu?{2}
Modernlik, geç-modernlik ve milliyetçilik
Milliyetçilik son demlerini mi yaşıyor; 1990’lardaki kabarışı, ölüm öncesi can havliyle yaptığı bir son atak mıdır? Modern çağın sona erdiğini düşünenler, modernleşmenin bir vetiresi olan milliyetçiliğin ve millî devletin de hitâma ermesini bekliyorlar. Ne var ki, millet ve milliyetçilik sadece modernliğin bir bileşeni değil; postmodernliği en kopuşçu biçimde tasarlayanlar açısından bile, modernlik-sonrasına devreden, etki eden bir gerçeklik/kurgu… Dolayısıyla milliyetçiliğin yitişinden değil yeni bir eklemlenmesinden sözetmek isabetli olur. Modernliğin devamı, merhalesi ve modernlik mantığına gayet uygun bir ‘yenilenmesi’ olarak düşünülebilecek postmodern ortamda (ki o zaman “geç-modernlik” kavramı daha uygundur); milliyetçiliğin yenilenmesinin ve yeniden-eklemlenmesinin, o makro (ve global) yenilenmenin başlıbaşına önemli bir uğrağı olduğu görülebilir. Zira milliyetçilik, muğlâklığı ve çok güçlü uyarIa(n)ma yeteneği ile; zamansal ve mekânsal farklılıkların ‘eşlendiği’, kültürel ‘malzeme’nin tikel-genel, yerel-evrensel vb. ayrımına tâbi olmaksızın birbirine yamandığı geç-modernlik ortamına pekâlâ ‘yolgösterici’ olabilecek, model sunabilecek bir ideoloji. Eski milliyetçilik, modern zamanlarda dini ikame eden, dinî dünya görüşünü (ritüelleriyle, kutsallık telâkkisiyle vb.) modernleştirerek yeniden üreten bir üst kültür oluşturmuştu. Geçmodernlik, en çarpıcı örneği iletişim-medya teknolojisinde görülebilir olduğu üzere, yeni üst kültür biçimleri üretmekte. Geç-modernliğe damgasını vuran geç-kapitalizmin, sermayenin tikel ve özgül olanı soyutlayıp eşdeğer kılma (yani metalaştırma, ‘yabancılaştırma’) gücünün önündeki bütün engelleri kaldıran işleyişi, yeni üst kültürün tamamen ‘aşkın’, kişiliksiz ve dolayısıyla milliyetsiz olmasına zemin hazırlıyor. Fakat bu sonsuz ve ‘merkezsiz’ görünen çoğullaşma, eninde sonunda, o özgül ve tikel kültürel malzemeyi kullanmak, onunla telif edilmek durumunda. Bu süreçte milliyetçiliğin yeniden-kodlanarak malzemeye, hammaddeye dönüşmesi ‘gerekiyor’. Mamâfih milliyetçilik, ele avuca sığması, ‘soyutlanması’ oldukça zor olan ve gayet de ‘bol’ bir malzeme, hiç kıt olmayan bir kaynak. Global geç-modern üst kültürün koşulladığı hızlı dolaşım, bu malzemenin dolaşımını da hızlandırmış bulunuyor. Tıpkı dinî ideolojinin kendisini ikame eden milliyetçiliğe inkılâp etmesi (kap değiştirmesi) gibi şimdi de milliyetçiliğin global geç-modern kültüre inkılâp edebileceğini düşünemez miyiz? (Üstelik biliyoruz ki yeniden-kodlanan dinî ideoloji de milliyetçilik çağında ayakta kalmayı sürdürdü ve hâlâ ayakta.)
Geç-modernliğin üst kültürünün -en azından şu geçiş ânında- milliyetçiliğe ‘iş alanı’ yaratan bir yapısal özelliği, biz-öteki ayrımlarının, kimlik belirleyici sınırların (“öz”lerin) silikleşmesi, kayganlaşmasıdır. Bu ayrımlar, sınırlar gittikçe daha az nesnel, daha çok öznel, kurgusal ve zaman içinde değişir, kayar hale geliyor. Benedict Anderson milleti, müşterek bir coğrafyayı ve zamanı paylaşma hissini ve ‘kanıtını’ sunan gazeteyle inşa edilen bir hayali cemaat olarak tanımlamıştı. Geç-modernliği kuramlaştıran sosyolog Ulrich Beck’e göre Anderson’un “gazete okuyarak varolan millet”inin yerini “TV seyreden millet” almış durumda; ve bu “TV milleti”nin zaman ve coğrafya algısı, ucu kapalı ve tümleşik bir cemaat ve memleket tasavvuruna uygun değil.{3} Kimlik etmenlerinin kayganlaşması ve ‘serserice’ çoğullaşması karşısında milliyetçilik tutunum arayışına dönük yaygın bir reaksiyonu temsil ediyor. Kimi görünümleri gayet atavistik olsa bile, basitçe geriye/öze dönüşçü, ‘nostaljik’ bir reaksiyon da değil bu. Geç-modernliğe geçiş döneminin milliyetçiliği, “biz”i oluşturan farkları daha az verili sayan, daha çok kültürel müktesebat temelinde, insanî- beşeri vasıflar temelinde kurgulayan bir milliyetçilik olmaya meylediyor.
Milliyetçi ideoloji, modernizmin kendi vaadettiği özgürleşmeye ket vurucu, mutlakçı, determinist, ‘kıyıcı’ pratiklerinin belki en bütünlüklü projesini oluşturdu. Demokrasinin “millî egemenlik”le ve millî devletin beka önlemleriyle kayıtlanması, ucu açık bir demokratikleşmenin önündeki en sağlam engeldi. Oysa şimdi milliyetçiler modernliğin sorgulanmasına en hevesle katılanlar arasındadır. Bu anti-modernizm bilhassa evrenselciliğin sorgulanmasında yoğunlaşıyor. Milliyetçiliğin özcü ve tikelci sorgusu, modernliği dini-fundamentalist karakterli bir totaliterliğe dönüştüren pratiklere dönük eleştiri birikimini, fundamentalist bir yönelim lehine kullanma işlevi görüyor. (Modernliğin krizine kendi iktidar arayışı açısından çullanan eleştirisiyle radikal İslamcılık da aynı çizgidedir.) Milliyetçiliğin, modern-sonrası döneminde kapitalist sistemin araçsal aklına arzettiği bir ‘hizmet’ daha…
Uluslararası politikada ve medyada, şimdilerde, milliyetçiliğin etkisini zayıflatmaya, ‘gidermeye’ çalışan, en azından milliyetçiliğe karşı ihtiyatlı bir tutum ve söylem geçerli. Bu tutumun ve söylemin kaynağında Batı dünyası var – daha ‘temiz’ bir ifadeyle Batılı establishment (yerleşik kurumsallık; kurulu düzen). Gellner, Batı dünyasının ve Batılı establishment’in bu tutumunu bir yeni enternasyonalist saikle açıklıyor: Batı toplumlarının, “inançsız tüketiciler enternasyonali”{4} diye tanımladığı halinden kaynaklanan bir saik… Gellner öyle ifade etmiyor ama bizim kapitalizmin ‘saflaşması’, ‘yalınlaşması’ diye tasvir edebileceğimiz bir insanlık halinden bahsediyor: ‘Katıksız’, ‘dolayımsız’, ‘kayıtsız şartsız’, ‘tam’ bir kapitalizm. Bu bağlamda milliyetçilik lüzumsuzlaşan dolayımlardan veya çerçeve şartlarından birisi, belki başlıcası.
Sosyalist enternasyonalizmin meydan okuması karşısında rüşdünü ispat etmesiyle pek takdir edilen milliyetçilik, bu cicim aylarının üzerinden çok geçmeden, “inançsız tüketiciler enternasyonali”nin meydan okumasıyla karşı karşıya. “İnançsız tüketiciler enternasyonalizmi”, veya soğukkanlı bir tanımla uluslararası politika ve medyada hâkim olan söylem, 19. yüzyıl ideolojileri arasına kattığı milliyetçiliğin anakronikliğini vurguluyor. Gündemdeki milliyetçilik dalgasının büyük ölçüde gecikmiş milliyetçiliklere ve mikro-milliyetçiliklere dayalı geçici bir parlama olduğunu vaz’ediyor.{5}
Bu yazıda, gündemdeki milliyetçilik dalgası ve mikro- milliyetçilikler karşısındaki establishment söyleminin/hâkim söylemin eleştirisi hedefleniyor. Böyle bir eleştiri, milliyetçiliği kollama adına değil, milliyetçiliğin gerçekten milliyetçi olmayan bir konumdan eleştirilerek eşitlikçi-demokratik bir yoldan aşılması için gerekli. Çünkü Batılı hâkim söylemdeki milliyetçilik karşıtlığı, eksikli ve çift standartlıdır; güncel görünümleri itibarıyla, yeni bir ‘enternasyonal’ milliyetçiliği/ırkçılığı üretiyor – veya yeniden üretiyor.
Batılı milliyetçiliğin “masumiyeti”
Yerleşik-hâkim “global” söylemde anakronik milliyetçilikle kastedilen, esasen, Batı Avrupalı olmayan milliyetçiliktir: Tehlike oluşturan milliyetçilik, odur. Batılı (Batı Avrupalı) milliyetçilik formu, ‘medeni’ bir milliyetçilik tarzı olarak ayırdedilir. Tarihsel işlevini tamamladığı için, diyebiliriz ki tarihsel işlevini tamamlamaya (‘sönümlenmeye’) yapısal olarak yetenekli sayıldığından, ‘milliyetçilik-olmayan bir milliyetçilik’ gibi muamele görür. Mesele, ‘fanatik’, ‘gayrı- medeni’, dolayısıyla ‘gayrınizami’ Doğulu (Alman, ama asıl Doğu Avrupalı/Balkanlı) milliyetçilik iledir. (‘Daha’ Doğulu milliyetçilik formları da, Alman/Doğu Avrupa/Balkan modeliyle analoji içinde kavranır). Doğulu milliyetçiliğin anakronikliğinin asli gerekçesi de, milliyetçiliğin gördüğü dünya-tarihsel işlevi tamamlayamamış (ve/veya buna yeteneksiz) olmasıdır. Bu yaklaşım, klasikleşmiş bir ayrıma dayanır: Genellikle Renan’a atfen tanımlanan, milleti vatandaşların ortak iradesi temelinde tanımlayan ve meşruiyet kaynağını bu iradeden alan ‘Fransız usulü’ politik milliyetçilik ile; milleti etnik ve/veya kültür-dil-tarih temelinde tanımlayan, ‘Alman usulü’{6} veya daha radikal versiyonuyla ‘Balkan usulü’ kültürel milliyetçilik arasındaki ayrım.
Milliyetçiliğin saldırganlığa, vahşete, zulme kaynaklık ettiği coğrafyanın Doğu (Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkasya) oluşu, yanıltmasın: Milliyetçiliğin sorgulanmasında ve/veya milliyetçilik karşısında tutum belirlendiğinde Batı ile Doğu modelleri arasındaki ayrımın bir temel varsayım olarak tartışmasız ve eleştirisiz kabullenilmesi, tutarlı ve ilkeli olmayı imkânsızlaştırır. Bunun nedenine ilişkin olarak da, yine tutarlılık ve ilkelilik açısından, Batı’nın çift standart siciline gönderme yapan polemikçiliğe teslim olmamakta yarar var. Severek zikredilen iki sicil kaydı akla geliyor: ,
İlki, milliyetçiliğin bir “Avrupa ihraç ürünü” olduğundan hareketle ‘ilk günah’ hesaplaşmasına girişmektir; pratik sonuç çıkarılamayacak veya daha kötüsü faşizan tasavvurlara, revanşizme (intikamcılığa), “bizden günah gitti” apokaliptizmine (kıyametçilik) malzeme verecek bir ahlâkçılığa varabilir.
İkincisi, Batı Avrupa’da da millî homojenleştirmeye yönelik, yumuşak -kimi zaman ‘sert’- asimilasyoncu politikaların uygulanmış olduğunu hatırlatıp zapta geçirme gayretidir; asimilasyonun, millî homojenleştirmenin meşrulaştırılmasına hizmet edebilir.{7} Avrupa’nın sicilini referans alan iki sav da, tarihsel bağlam ve eleştiri içinde yanlış değildir; ama bu savları tarihsellik-üstü bir politik tuluma dayanak yapmak, ‘anti’ciliğe (anti-Batıcılığa) hapseder ki bu da neticede milliyetçiliğin zeminini güçlendirir. (Bu noktaya yazıcın sonunda döneceğiz.)
Batılı milliyetçiliğin saldırganlık, dışlayıcılık, tahakküm vb. günahlar itibarıyla masumiyetinin ve ‘milliyetçilik-olmayan milliyetçilik’ gibi takdim edilişinin eleştirisi, içsel olarak yapılmalıdır. Batılı (‘Fransız usulü’) politik milliyetçiliğin çerçevesinin en has özeti, Renan’ın ünlü “millet, bireylerin her gün sessiz-sedasız plebisite sunulan birliğidir” ifadesidir. Bu ifadedeki demokratik tını sorgulanmalıdır: Plebisit sonucunun bağlayıcılığı/otoritesi ve bu “sessiz-se- dasız” plebisiti ‘sessiz-sedasız’ denetleyip otomatiğe bağlayan millî devletin yönlendiriciliği ve tahakkümü düşünüldüğünde, demokratikliği pek şüpheli bir tınıdır bu. Otoriter devlet kuramcısı Cari Schmitt, “modern devlet öğretisinin bütün temel kavramlarının laikleştirilmiş teolojik kavramlar” olduğunu söyler.{8} Hakikaten, “millî çıkar”, Tanrısal gibidir: Millet ve milliyetçilik için etnik-kültürel milliyetçiliğin aksine demokratik bir meşruiyet temeli sağladığı düşünülen “millî irade”, “millî mutabakat” vb. kollektif özneler de, sorgulanamaz aşkın iradeleri topluma musallat etmekten geri kalmazlar.
Öte yandan, Doğulu kültürel milliyetçiliğin ve onun şahikası olarak Balkan milliyetçiliğinin biçimlenmesinde, Batılı milliyetçiliğin salt kuramsal-düşünsel kaynak olarak değil, politik olarak aktif belirleyiciliğini dikkate almak gerekir (tekrar kayıt düşelim: sicil kâtipliği, “ilk günah” dedektörlüğü yapmadan…). “Balkanlaşma”, Batılılaşmadır: Batılı millî devlet modelinin Balkanlara uyarlanmasının sonucudur. Modernleşme ve sanayileşmenin içinde gerçekleştiği kurumsal düzen formu olarak millî devlet, bir biçimsel icap haline gelmiştir. Bu icabın benimsenerek uyarlanışı, salt Balkanlı ve Doğu Avrupalı milliyetçi akımların etkinliğiyle değil, Batılı büyük güçlerin dahliyle de gerçekleşmiştir. ‘Dahil’den söz edilirken, yüzyıl dönümünde bölgede gayet ‘canlı’ olan komplocu inisyatifler bile ihmal edilebilir; Batı- merkezli uluslararası politikanın hukuksal müdahalesi yeterince müessir ve belirleyicidir. Tarihçi Lodovico, I. Dünya Savaşı’nın ardından Orta ve Doğu Avrupa’nın, millî ve etnik mensubiyete göre nüfus sayımı teknikleri üzerinde çalışan uzmanlarla dolup taştığından söz ediyor.{9} Bu araştırma ve sayımlarda, pek çok köyde, “Ulah mısınız, Yunanlı mı, Sırp mı, Bulgar mı?” vs. sorusuna “biz buralıyız” veya “falan yerliyiz” cevabı alındığı, çokça zikredilen bir anekdottur. Ama I. Dünya Savaşı’ndan sonra nihai şekillenmesini bulan (zamanın) “yeni dünya düzeni” Sırplığın/Bulgarlığın/vs. “buralılığı” massetmesini gerektirmiş, bu hızlı ve sentetik uyarlanma, kitlesel göçlerle, bölgesel etnik arındırmalarla ve sert asimilasyon uygulamalarıyla gerçekleşmiştir.
Yüzyıl başında Balkanları gezerek inceleme yapan Amerikalı tarihçi William M.Sloane, 1914’de yayımlanan kitabında “Kendilerine hiç uygun olmamakla birlikte damarlarında bir zehir gibi dolaşan Batılı fikirlerle sarhoş bu yarı-uygar halklar…” cümlesini sarfetmişti.{10} Bu (yarım) cümle Sloane’ın kastettiğinden başka bir anlamda isabetli ve simgeseldir: Bir “Batılı fikir” olarak millî devlet ve milliyetçilik, gerçekten yüzyıl dönümünde Balkanlara yabancıdır. Balkan halklarının “sarhoşluğunun”, “yarı-uygarlığının” veyahut “barbarlığının” müsebbibi de, büyük ölçüde, dinî cemaatlerin, etnilerin içiçe geçtiği bu coğrafyaya milliyetçiliğin ve millî devlet oluşum süreçlerinin hâkim olmasıdır. Tıpkı bugünkü Yugoslavya (iç?) savaşının, Hırvat filozof Rada İvekoviç’e göre, “tipik” Balkan saldırganlığından/vahşetinden değil, “sınır koyarak yabancıyı dışlamaya dayalı tipik Avrupalı tutumu”ndan kaynaklanan bir “tipik Avrupa savaşı” olması gibi..{11}