Asıl adı Charles-Louis de Secondat olan Montesquieu, 18 Ocak 1689’da Bordeaux’nun üzüm bağları ve şaraplarıyla tanınmış bir kazasında, la Brède’de doğmuştur. Soylu bir aileden olmasına rağmen, yoksullarla kardeş olduğunu hayatı boyunca hatırlasın diye ailesi vaftiz babası olarak ona bir dilenciyi seçmiştir.
İlk ve orta öğrenimini, birçok bilgin yetiştirmiş olan Oratoire keşişlerinin Juilly’deki kolejinde bitirmiş, önce Bordeaux’da arkasından da Paris’te hukuk öğrenimini tamamlamıştır. 1711’de ilk defa kaleme aldığı bir yazıda eski çağ filozoflarının Tanrı’nın lanetine uğramayacaklarını ispatlamaya çalışmış[1], 1714’te de Bordeaux parlamentosuna (mahkemesine) üye olmuştur. 1715’te, yine kendisi gibi bir soylu kızı olan Jeanne de Lartigue’le evlenmiştir.
1716’da amcasının, mahkeme başkanlığıyla beraber bütün malını mülkünü ve Montesquieu adını ona bıraktığını, yine aynı tarihte Montesquieu’nün biri, “Romalıların Dindeki Politikası” öteki “Düşünceler Sistemi” adında iki eser yazdığını, 1717’den 1721’e kadar da kendisini tümüyle ilme verdiğini, Hastalık, Yankı, Böbrek Guddelerinin Faydası, Nesnelerin Şeffaflığı ve benzerleri gibi birkaç inceleme kaleme aldığını görüyoruz. 1721’de Lettres Persanes’ı (İranlı Mektupları), kitabın üstüne adını koymadan çıkartıyor.
Eser, o zamana kadar hiçbir kitabın elde edemediği bir başarı kazanıyor. 1722’de Montesquieu, Paris’e gidip eğlence hayatına dalıyor. Bu arada Sylla ile Eucrate arasındaki konuşmayı Club de 1’Entresol’de okuyor, Gnide Tapınağı adındaki eserini de bastırıyor.
Akademiye girmek için teşebbüse geçiyor; seçiliyor da. Ama kral, Montesquieu’nün Paris’te oturmadığını ileri sürerek bu seçimi onaylamıyor. Yine Paris’te bulunduğu sırada, Kanunların Ruhu Üzerine adlı eserinin uzaktan da olsa temeli sayılabilecek bir kitap yazıp bastırıyor:
Considerations sur les Richesses de l’Espagne[2]. 1725’te Bordeaux’ya dönüyor, yazılarından birkaçını bu şehrin akademisinde okuyor. Başkanlık görevini bırakıp tekrar Paris’e gidiyor. 1728’de bir kere daha akademiye seçiliyor; bu sefer, kral da karşı koymuyor.
1728-1729 yıllarını Almanya’da, Avusturya’da, İtalya’da, Hollanda’da dolaşmakla geçiriyor; dostu Lor d Chesterfield’le beraber İngiltere’ye gidiyor. Aşağı yukarı iki yıl kaldığı bu ülkede farmasonların arasına karışıyor. Bundan sonra 1731’den 1748’e kadar hiç ara vermeden la Brède şatosunda Kanunların Ruhu Üzerine adındaki eserine çalışıyor[3].
Bu arada yine aynı eserle ilgisi bulunan bir başka kitabını da 1734’te bastırıyor: Romalıların Büyüklüğüyle Düşüşünün Nedenleri Üzerine Düşünceler. 1745’te Kanunların Ruhu’nun bazı bölümlerini Bordeaux’daki dostlarına okuyor. Sylla ile Eucrate arasındaki konuşmayı da bastırıyor.
Nihayet 1748 yılında Kanunların Ruhu Üzerine adındaki eserini, yine adını koymadan Cenevre’de bastırıyor[4]. Kitabı, yalnız Fransızlar değil bütün dünya okuyor. II. Frédéric eserin bazı yerlerini okurken irkiliyorsa da, “uçsuz bucaksız bir ülkeyi yönetenin, egemenliğinin de doğal olarak sınırsız olması gerektiğini” okuyan II. Katerina eseri başucu kitapları arasına alıyor.
1750’de Montesquieu, Cizvitlerle Janseniusçuların, dolayısıyla engizisyonun ve Sorbonne’un saldırılarına karşılık vermek zorunda kalıyor ve Kanunların Ruhu’nun Savunması adında bir kitap çıkarıyor. 1751’de kilise, Kanunların Ruhu’nu tehlikeli kitaplar arasına koyuyor. Montesquieu 1751’den 1754’e kadar Lysımaque [5] adlı eseri üzerinde çalışıyor, 1754’te onu da çıkartıyor.
Bundan başka bir de ansiklopedi için, 1756 yılında çıkacak olan Zevk Üzerine Deneme maddesini hazırlıyorsa da bu yazısının çıktığını göremeden 10 Şubat 1755’te Paris’te ölüyor. ••• Hayat hikâyesini kısaca anlattığımız Montesquieu görülüyor ki hemşehrisi Montaigne gibi düz bir şekilde yaşamış, onun gibi bütün zamanını aşağı yukarı kitapları arasında, inceleme yapmakla ya da yazmakla geçirmiştir.
Yalnız şu farkla ki, Montaigne kendini tanıtmak için hiçbir şey ya aklının kenarından bile geçirmesi imkânsızdır. Nitekim önsözünde de Montesquieu’nün bir yandan Cumhuriyeti överken bir yandan da kendisini yaşadığı ülkede, yani aydın bir saltanat yönetiminin hüküm sürdüğü bir ülkede yarattığı için Tanrı’ya şükretmekten geri kalmadığını görüyoruz.
Bütün bu övgülere rağmen, yirmi yıl üzerinde çalıştığı kitabı, o çağa göre bir bilgi kaynağı sayılması gereken kitabı göze batıyor. Yazar, kitabını yerenlerle, düşüncelerine cephe alanlarla savaşmak, kendisini de kitabını da savunmak zorunda kalıyor.
Bu yüzden de, asıl eserin hiç olmazsa dörtte biri kadar kalın bir savunma dosyası meydana geliyor. Peki, ama böyle bir kitap için bunca dedikodu, bunca savaş neden? Ne vardı bu kitabın içinde? Bunların cevabını vermek için o çağda yaşamış, Montesquieu ile az çok dostluk etmiş, düşünceleri bakımından onunla adeta bir akrabalık kurmuş olan Voltaire’i konuşturmak gerekiyor.
O da aynı düşünceleri ortaya atarken, kitaplarını bastırmak için Cenevre’ye ya da Hollanda’ya göç ederken, geri kafalı keşişlerle Sorbonne’culara karşı kendini savunurken aynı güçlüklerle karşılaşmamış mıydı? Bununla beraber burada problemi bir başka yönden daha ele alıp Avrupa’da Rönesans dediğimiz çağdan bu yana düşünce hayatının nasıl geliştiğine şöyle bir göz atmak gerekiyor.
Tarihçiler, Fransız ihtilalini hazırlayanlar arasında Montesquieu ile Voltaire’in çok önemli bir rol oynadıklarını bize durmadan tekrarlarlar. Doğru ama Voltaire, Rabelais gibi, Erasmus gibi, hatta Swift ve Cervantes gibi hümanistlerin düzenine girer; o da onlar gibi düşüncelerini iğneli ve ince üslûbu sayesinde bir şaka ve alay perdesi altından belirtmeye çalışır; o da tıpkı onlar gibi bütün insanları uyarmaya çalışır.
Böyle bir işe girişirken de ağırbaşlı olmanın son derece zararlı olacağını çok genç yaşta anlamış bulunan Voltaire, kitaplarını deliler için, hastalar için, çocuklar için değil, aklı başında insanları güldürmek, eğlendirmek suretiyle en doğal haklarını aramaya teşvik etmek için yazmıştır. Bu yüzden de kendisini ve eserlerini ciddiye alan olmamış, olmamış ama yine de kitapları kilise tarafından, Sorbonne tarafından zararlı görülüp yakılmış.
Elbette ya, şakanın fazlası, yalnız önyargılarının etkisi altında kalan, kafalarının dikine giden, bir türlü skolastik anlayıştan kurtulamayan, görmek, anlamak, sezmek, merak etmek yetkilerinden tümden yoksun olan kişileri, hele menfaatlerinin ortadan kalkacağını anlayan kişileri ise hepten kuşkulandırır.
Sağduyularını gerektiği şekilde kullananlar kendilerine söylenilen sözleri can kulağıyla dinleyenler, gösterilen gerçekleri gözlerini dört açıp görenler, meraklı kişiler, onun kitaplarından faydalanmışlar, yazarına da gereken değeri vermişlerdir.
Buna rağmen Voltaire ne okul kurmuş bir filozoftur, ne de derinlemesine incelemelerde bulunmuş bir ilim adamı. Ama Montesquieu’nün durumu böyle değildir. O, her şeyden önce bir kanun adamı, bir mahkeme başkanıdır. Kendi alanında bir bilgindir de…
Kanunların kaynaklarını, ilkelerini aramış, çağlar boyunca nasıl geliştiklerini incelemiş, çeşitli ülkelerde ve zamanlarda ne şekilde yorumlandıklarını araştırmıştır. Bilgin olduğu için deneye de değer verir. Hemşehrisi Montaigne gibi yalnız kendi içine eğilip eskileri okumakla insanlar hakkında hüküm vermek ona yetmez; çevresindeki çeşitli insan tipleri üzerinde gözlemlerde bulunur, hatta bir kitap yazıp içinde yaşadığı toplumun geleneklerinden, yaşayış tarzından, kimi zaman alaylı, ama çoğu zaman ciddi bir üslupla bir yabancının ağzından da olsa kendi kanılarını belirtir (İranlı Mektupları.)
Görülüyor ki Montesquieu o çağda, kendi ülkesinde, kendi çapında bir filozoftur. Gülmekle güldürmekle pek öyle ilgisi yoktur. Bununla beraber Kanunların Ruhu’nda birkaç konuyu, Voltaire tarzında ve üslubunda ele almaktan da geri kalmaz…
Zencilerin Köleliği Üzerine adlı konuda olduğu gibi. Şimdi, görüşleri, kanıları, hatta inançları bir olan ama mizaçları bakımından birbirine tümden aykırı olan bu iki büyük kişiden birinin, yani Voltaire’in, ötekinin, yani Montesquieu’nün kişiliği ve kitabı üzerinde ne düşündüğünü anlamak, bilmek hiç de kötü olmaz kanısındayız.