Roman (Yerli)

Muamma

muamma 5edbb6c7aaca7
Kendi küçük hikayeleri dışında büyük bir hikayenin parçası, 3 genç insan. Yiğit ile Berker’in hayat hikayesinin kesişme noktası: Cenan.

YİĞİT; 3 günlük bir bebekken yetimhanenin bahçesine terk edilen bir kimliksiz olarak kim olduğumu merak ediyordum. ‘Kader ikizim’ aynı gün yetimhanenin bahçesine bırakıldığımız can arkadaşımın izini kaybetmiştim. Adını soyadımda, soyadını adımda taşıdığımdan habersizdim. İnsanoğlunun en zayıf yeri, kalbim, işgal altına girdiğinde değişecek tüm yaşantım.

BERKER; Ben bir ekonomik tetikçiyim. Kan akıtmadan öldürmeyi öğrendim. Bir ulusu yok etmenin ekonomiden geçtiğini öğrendim. 3 günlük bir bebekken ismi çalınan, hayatı elinden alınan, başkasının hayatını yaşamaya mahkûm birisiyim ben. Uzaktan seyrediyorum gerçek hayatımı.

CENAN; Beyinleriyle dünyaya meydan okuyanlar arasındayım ben, paranın dalgalanmasıyla insan hayatına yön verenlerin. Hakimi olmak için büyük çaba sarf ettiğim hayatımın mahkumu oldum istemeden. Çözülmesi imkânsız bir muammanın içinde gibi yaşıyorum uzun zamandır.
Sema Karabıyık’tan yaşadığımız çağın, yaşanan ekonomik krizler ve servet değişimiyle birlikte değişen küçük hayatların hikâyesi.

Üç günlük bir bebekken yetimhanenin bahçesine terk edilen bir kimliksiz olarak kim olduğumu merak ediyordum. Merakım o üç gün ile sınırlıydı. Kaderimin doğduğum gün başladığına inanıyordum. Hayatımdan çalınan o üç günde gizli olduğuna inanıyordum kader çizgilerimin. Ta ki o romanı okuyana kadar. Geçmişini hatırlamayanlar tekrarlamaya mahkûmdur diye başlıyordu roman. Roman kahramanı tıpkı benim gibi bebekken yetimhaneye terk edilmiş bir çocuktu. Terk farkımız onun ismi vardı ve ailesinin kim olduğu belliydi. Ama onu istememişlerdi işte. Kahraman, yetimhaneden ayrıldıktan sonra kendisine bir hayat kurmaya çalışırken hayatı eline yüzüne bulaştırıyor ve her şeyini kaybediyordu. Bir gün kapı çalıyor karşısında öldü bildiği babası. Diyor ki ‘‘E be çocuk benim yaptığım hataların aynısını yapmayı nasıl becerdin?’’ Cevap veriyor Kahraman ‘‘Bilmiyordum ki. Bilsem aynı hataları yapar mıydım?’’ Baba oğulun bu diyalogu soruların zihnimde resmi geçit yapmasına sebep olmuştu. Aradığım geçmiş ben doğmadan çok önce anne babamın beyninde ve bedeninde başlamıştı. Ben kimdim? Babam kimdi? Annem kimdi?  Yaşıyorlar mıydı yoksa ölmüşler miydi? Ne olmuştu? Nasıl bir hayat yaşamışlardı? En içimi acıtan ise nasıl bir hata yaptı(m) da beni terk ettiler sorusuydu. Baba olursam ben de çocuğuma aynı şeyi mi yapacaktım?

Üç günlük bir bebekken Çocuk Esirgeme Kurumu’nun bahçesine terk edilen bir kimliksizdim ben. Kundağımın içinde Yiğit Berker yazan bir kağıt. Kim düşünüp yazdıysa lütfetmişti. 10 yaşına kadar ondan fazla yuva değiştirdim. Bütün arkadaşlarımın hikayesi üç aşağı beş yukarı aynıydı. İstenmeyen çocuklardık biz. Ailesine mutluluk getirmeyi becerememiş, engeller, dertler her neyse üstesinden gelecek enerjiyi verememiş çocuklar. Her şeye rağmen birlikte olmaya değer görülmemiş çocuklar. Bırakılma hikayelerini bilenler böbürlenerek dolaşırdı ortalıkta. Anne babasının hayatta olmadığını bilenler. İstenmeyen değildi onlar istenemeyendi.  Birde benim gibi neden terk edildiği belli olmayan anne babası hayatta mı bilmeyenler vardı. Başı önünde, ezik.

10 yaşındayken anneler gününde İclal anne geldi yetimhaneye. Bütün çocuklarla ilgilendi. Sevecen, iyi bir kadındı. Ama sanki bana bir başka bakıyordu. Saçımı bir başka okşuyordu. Hatta gözlerinin dolduğunu bile iddia edebilirim. Sonra gitti. Kalbimi de sökerek. Günlerce camdan dışarıya baktım. Gelecekti ve ben onun geldiğini görüp koşacaktım. İlk karşılayan olmak için. İlk hoş geldin İclal anne diyen çocuk olmak için. Gelmedi. Karar verdim. Bir daha kimsenin başımı okşamasına izin vermeyecektim. Kimsenin bana şefkatle bakmasına aldanmayacaktım. Ziyaret saatlerinde kitaplığa kapanmaya başladım. Romanı o zaman okudum. Babamın hayatının benzerini yaşamamak için o üç günle birlikte babamın geçmişini öğrenmem gerekiyordu. Kaderimi neyin etkilediğini öğrenmem gerekiyordu. Bütün bunları öğrenebilmek için yetimhaneden ayrılmam. Bu mümkün olmadığına göre büyümem gerekiyordu. Büyüyüp yetimhaneden mezun olmam. 18 yaşıma gelmem gerekiyordu. Geçmişini bilmeyen ben, kendime gelecek icat etmeye başladım. Kurduğum geleceği harfi harfine uygulayabilirsem 18 yaşına geldiğimde liseyi bitirmiş, üniversitede okuyor olacaktım. Aynı zamanda bir iş bulmayı başarabilirsem fazlaca bir problemim kalmayacaktı.

Hayat planlarıma sadık kalmadı. Bir gün kitaplıkta kafamı kitaplara gömmüşken Müdür baba beni odasına çağırdı. Benim çok şanslı bir çocuk olduğumu başıma devlet kuşu konduğunu söyledi. Şanslıydım hakikaten üç günlük bebekken terk edilmek şansların en büyüğü olmalıydı! Müdür babayla iç sesimle kendimce alay ederken çaktırmadan başımın üstünü görmeye çalışıyordum. Devlet kuşu neye benziyordu ki!

Müdür baba konuşmaya devam ediyordu. Bugünden itibaren koruyucu bir ailem olacaktı. Yasal işlemler halledilince -halledilebilirse eğer- beni evlatlık alacaklardı. Ama ben artık böyle bir şey istemiyordum ki. Her gece uyumadan önce gerçek ailelerimizin bir gün gelip bizi alacağını konuşurduk çocuklarla. Hepimizin o ilk karşılaşmayla ilgili birbirine benzemeyen hayalleri vardı. Bazı geceler gerçek ailelerimizden umudu kesince evlatlık olarak gidebilmenin hayalini kurardık. Ama ben bu konuşmaları bırakalı, hayallere katılmayalı epey bir zaman olmuştu. Kurguladığım geleceği yaşamaktı tek derdim. Tam bütün kararlılığımla ben burada kalmak istiyorum Müdür baba diyecektim ki, kapı açıldı ve o girdi içeriye. İclal anne. Ne yaptığımı nasıl tepki verdiğimi hatırlamıyorum. Film koptu bende.

Birkaç parça eşyamı toplayıp yetimhaneyi terk ederken bir kibir bir kibir bende. Terk edilmiş istenmeyen ben, şimdi seçilmiş, tercih edilmiş bir çocuktum. O anki kibrimden sonraki yıllarda çok utanacaktım. En çok da revirde ateşler içinde yatan en yakın arkadaşımla vedalaşmayı unuttuğum için. Kurumun bahçesine aynı gün bırakıldığımızdan “kader ikizi” derlerdi bize. Kader ikizimi bırakıp gitmenin utancını yıllarca taşıyacaktım içimde. Ziyarete gittiğimde yurttan kaçtığını öğrenecek kendimi suçlayacaktım. Yıllar sonra izini bulmak için tekrar araştırmaya başladığımda adımı soyadında, soyadını adımda taşıdığımı öğrenecek bu ilginç tesadüfü çözmeye çalışacak ama başarılı olamayacaktım. Canım arkadaşım Berker. Seni hiç unutmadım.

Arkadaşımı unutacak kadar bünyemi istila eden hormonlu ego halim sadece birkaç saat sürdü. İclal anne beni eve götürdü. Güzel bir evdi. Hiç evi olmamış, yemekhane, yatakhane, kitaplık üçgeninde yaşayan bir çocuk için ev başlı başına muhteşem bir şeydi. Üstelik bana ait bir odam olacaktı. Sadece bana ait eşyalar. Odamda mutluluktan uçarken bir gariplik olduğunu hissetmedim değil. Yatak değil iki katlı ranza vardı odada. Ki bu sır saatler sonra çıkacaktı açığa.

İclal anne bana evi gezdirirken Cevat baba geldi. Kendimi rahat hissetmemi istediler. Birlikte mutlu huzurlu bir hayat yaşayacaktık. Onlara anne baba diye hitap edebilecektim. Yabancı olduğum kelimeler değildi. Müdür baba hepimizin babasıydı ama önce müdürdü. Ayşe anne ve Zeliha anne önce öğretmenlerimizdiler. Yalın halde anne baba nasıl olurdu, bilmiyordum. Bir insana sadece anne demek baba demek inanılmaz geliyordu. Yabancısı olduğum bir duyguydu. Üstelik onlar bana müdür,  öğretmen gibi değil sadece anne baba gibi davranacaktı. Zihnimde yaptığım provayı söze dökmek üzereydim ki, üzerimde hissettiğim şahin bakışlar engel oldu. Serdar gelmişti. Evin biricik oğlu. Evin şımarık oğlu. Bakışları adrese teslimdi. Haddini bil, bu evin oğlu benim diyordu. Onlar da benim annem ve babam. Haklıydı. Onun annesi babasıydı. Benimse İclal annem ve Cevat babam. Korkarım hiçbir zaman yalın halde annem ve babam olamayacaktı.

Serdar’ı anlamaya çok çalıştım ama beceremedim. Onun yerinde ben olsaydım ne yapardım sorusunu sordum kendime, cevap veremedim. Kendi kimliğimden tamamen sıyrılıp onun yerine geçmeyi hiç başaramadım. Onun yerine her kendimi koyuşumda kendimi kayırıyordum. Ben, benden bağımsız düşünemeyince netice almak mümkün olmadı. Öyle anlar oldu ki tekrar yetimhaneye dönmeyi çok istedim. Ama İclal anne. İclal annem. Bir insan bu kadar mı güzel severdi! Bir insana annelik bu kadar mı yakışırdı.

Serdar, geceleri yatağıma su boşaltırdı. Beni utandırmak için. İclal anneyi isyan ettirebilmek için. Altımı ıslatmadığımdan emindim. Ama her gün çarşafların değiştirilmesi. Yatağın kuruması için balkona taşınması. Serdar ufacık bir suçluluk ya da pişmanlık duymaz konuşmalarıyla beni iğnelemeye devam ederdi. Bense Serdar’ın böyle bir eylem yapmasına sebep olduğum için vicdan azabı çekerdim. Beni biraz tanısa biraz sevebilse kabullenebilir diye düşünür, kendimi sevdirmeye çalışırdım. Nafile. Serdar daha çok nefret etti benden. Benim yüzümden sürekli biraz daha olgun olmaya biraz daha sevecen olmaya davet ediliyordu. Bütün davetler cevapsız kalıyordu.

Ortaokula başlayınca iyice çıktı zıvanadan. Benden iki yaş büyük olmasına rağmen, ilkokula erken başladığım için bir sınıf vardı aramızda. Aynı okula gidiyor olmamız, öğretmenlerin benden kardeşin diye bahsetmesi kıskançlık duygularını biledi. Yemekhanede yemeğime müshil katmaktan, kalorifer dairesine kilitlemeye kadar bir dizi eyleme maruz kaldım. Bana zarar verebilmek amacıyla yaptığı  bütün eylemler müdür odasında noktalandı. İclal anne okula çağrıldı, Serdar’ın yaptıkları anlatıldı. İclal anne sabırla ve şefkatle yaklaşmaya çalışıyordu evladına. Cevat babayı hep engelliyordu dayak konusunda.

Bardağı taşıran damla orta üçe gittiğim yıl düştü bardağın içine. Son derse girerken yanıma geldi ‘‘Çıkışta beni sınıfta bekle seninle bir şey konuşmak istiyorum’’ dedi. 40 dakika geçmek bilmedi. İlk defa oluyordu böyle bir şey. Ne konuşacaktı acaba? Nihayet zil çaldı. Bütün arkadaşlarım fırladı sınıftan. Çantamı toplamayı ağırdan alarak çıkışımı geciktirmeye çalışıyordum. Sonra camdan okulu neşe içinde terk eden çocukları seyrettim. Çok tuvaletim gelmesine rağmen Serdar beni sınıfta bekle dedi diye gitmedim. Dayanacak gücüm kalmayınca gelmesi de gecikince bir çırpıda gidip gelirim diye düşünüp kapıya yöneldim. Kapı açılmıyordu. Uğraştım zorladım, kapı kilitliydi. Korku içinde pencereye koştum. Kimsecikler görünmüyordu. Dördüncü kattaydım. Camı açıp ‘‘Kimse yok mu’’ diye bağırdım. Kimse yoktu.

Ben geceyi okulda sınıfımda kilitli olarak geçirirken, İclal anne ve Cevat baba panik içinde beni arayarak geçiriyordu.

Yetimhaneye dönmüş olma ihtimalim, evden kaçmış olma ihtimalim, hepsi değerlendiriliyordu. Karakola gidiliyordu ama kimsenin aklına okulda kilitli olacağım gelmiyordu. Açtım. Tuvaletimi çöp kovasına yapmak durumunda kalmıştım. Kokudan kurtulmak için pencereyi açtım. Üşüyordum. Ertesi gün matematik sınavım vardı. Yapmam gereken bir yığın ödev. Ama ben kapı açıldığında beni gördüklerinde ne söyleyeceğimi bilmediğim için… En çok da arkadaşlarımın bana acımalarından endişelendiğim için… Belki de daha da önemlisi Serdar tarafından istenmeyen bir evlatlık, kimsesiz bir çocuk olduğum tüm okulun ağzına sakız olacağı için… Endişeleniyordum. Uyuyakalmışım.

Anahtar sesiyle gözlerimi açtığımda karşımda hademe Turan abi vardı. Niye sınıfta olduğum, niye kapının kilitli olduğuna dair peş peşe sorular sormaya başladı. Cevabım yoktu. Aslında vardı da. Verilecek cevabım yoktu. Müdür, İclal anneye haber vererek beni eve gönderdi. Serdarla beraber. Kıyamet kopacaktı. Ama hangimizin küçük kıyameti olacaktı işte orası meçhuldü. O kadar emindi ki Serdar kendisinden. Bense suçlu, ezik. Serdar bunu tamamen benim kurguladığımı iddia etti. Kendisini evden göndererek evin tek oğlu olmaya çalışmakla suçladı beni.

Serdar ailesini anne babasını kaybetmekten korkuyordu. Sevilmemekten korkuyordu. Beni daha çok sevmelerinden korkuyordu. Bense sınıftan çıkmak için geciktiğimi daha sonra da kapıyı kilitli bulduğumu anlattım. İsim yoktu hikâyemde, sıfat yoktu, zamir yoktu. İclal anne ve Cevat baba büyük bir sükûnetle dinlediler ikimizi de. Karar verildi. Serdar önümüzdeki yıl liseyi yatılı okuyacaktı.

Kararı duyduğunda öyle bir baktı ki Serdar, içimden kesin dedim yatılı okuldan kaçar ve beni öldürür bu çocuk. Faili meçhul olurum göz göre göre. Bir de ‘‘İşte gördünüz mü haklı çıktım beni evden göndermeyi başardı sonunda’’ deyişi vardı ki. İclal anne ve Cevat babanın yüzünden geçen anlık bir ifade. Ömür boyu kafalarına kıymık olarak batacak bir soru: Serdar haklı olabilir miydi?

İşte o an gelecek kurgulamamı yeniden yapmam gerektiğine karar verdim.  Yatılı okul fikri cankurtaranım oldu. Her açıdan. Fen Lisesi sınavlarına girecektim. Okul tercihi yaparken İstanbul dışındakileri kodlayacaktım. Yanlışlıkla. Böylece yatılı okula giden ben olacaktım. Serdar’ın kehaneti gerçekleşmeden kalacaktı. İclal anne ve Cevat baba vicdan azabından kurtulacak, kıymık havada asılı kalacaktı. Sınava çok çalıştım. Kodlamayı yanlış yaptım. Kazandım. Ankara Fen Lisesi’ni. İclal anne kodlamayı hatalı yaptığıma inanmadı. İnandırabilmek için tekrar ve tekrar nasıl yanlış yaptığımı uygulamalı olarak hem anlattım hem oynadım. Tekrar ettikçe inandırıcılığımı kaybettim. Yüzüme vurmadı İclal anne. Sanırım beni anlamaya çalışıyordu. Ayrılmak da zor geliyordu aynı zamanda.

Yeni okuluma gitmek için trene bindiğim gece aniden soruverdi. ‘‘O akşam sınıfına kilitleyen Serdardı değil mi’’ diye. ‘‘Hayatımın kilidini açtı’’ dedim oldukça profesyonel ve soğukkanlı olarak. Gittim. Tüm tatillerde gelecek bir evim, beni seven bir annem ve bir babam olduğunu duymaktan oldukça hoşnut olarak. Gelmedim. Bir an önce iş bulmam para biriktirmem gerektiği için değil. Serdar’ın konumunu tehdit ederek hayatımı tehlikeye atmamak için. Bir kitapçıda iş buldum. Başlangıçta sadece kitap okuma karşılığında hafta sonları çalıştım. Kitap kafe projem beğenilince haftalık almaya başladığım gibi her türlü tatilde -yaz tatili dahil- çalışmak için teklif aldım.

İclal anne gönderdikleri harçlığın az geldiğini düşündüğünden daha fazla para göndermeye başladı. Ben daha çok çalışmaya. Ben İstanbul’a gelmeyince İclal anne geldi Ankara’ya. Üniversite tercihlerinde İstanbul dışında bütün okulları yazdım. Kodlama hatasının arkasına sığınmadan. Gelir gider dengesini iyi ayarlamıştım. Yurtta da kalınca epey bir para biriktirmeyi başardım. Yıllardır hayalini kurduğum adımı atmaya gelmişti sıra. Hep aynı soruyla kendi gerçeğini arayan ben, konusunda uzman bir kişiye, ben kimim bul diyecektim. Geriye doğru araştıracaktı. Çok yetimhane değiştirmiştim. İlk bırakıldığım yeri bulacak ve oradan gerçek ailemle ilgili bilgiye ulaşmaya çalışacaktı. Masraflı olacaktı. Olsun dedim. İnsan sonunda kendini bulacaksa her şeye değerdi.

Hayat ısrarla planlarıma sadık kalmıyor, alt üst etmek için elinden geleni yapıyordu. Üniversiteyi bitirdiğim o yaz gelecek kurgulamamı tekrar yapmama sebep olacak gelişmeler oldu. Serdar evleniyordu. Düğüne gitmemek büyük kabalık olacaktı. Gittim. Düğün günü bilmediğim bir sebepten Cevat babayla tartıştılar. İkisi de çok gergin ve ciddiydi. Cevat baba bizimle gelmedi. İclal anne her şeyden haberdar hiçbir şey yapamamanın verdiği ızdırapla idare etmeye çalıştı. Nikah salonunda Cevat babayı göremeyince panikledi. Gelmişti. Ben gördüm. Nikah kıyılırken kapıda durmuş gizlice oğlunun evliliğine şahitlik ediyordu. Sonra gözden kaçırdım. Eve geldiğimizde cesedi karşıladı bizi. Bir düğün arkasından bir cenaze. İclal anne ‘‘Beni yalnız bırakma Ankara’ya dönme’’ dedi. Dönmedim. Dedektifle bağlantım koptu. Sanırım ödediğim yüksek meblağdan dolayı dedektif bağlantımızın koptuğunu fark edene kadar epey yol almıştı.

Birkaç parça eşyamı almak ve bir daha dönmemek üzere Ankara’ya gittim. Yavuz abi ile vedalaşacaktım. Kitap kafenin sahibi. Patronum. Bana Ankara’da yalnızlığımı hissettirmeyen ve bir ömür boyu ihtiyacım olduğu her anda yanımda olacağını söyleyen ve en önemlisi beni buna inandıran arkadaşım, Yavuz abim. ‘‘Sayende kitaptan iyi para kazanmaya başladım ama kitabı bir tüketim unsuru olarak sunmaktan hoşnut değilim’’ dedi. O zamanlar sadece küçük bir kitapçı olan dükkanını yandaki dükkanla birleştirerek kafeye dönüştürmemizden bahsediyordu. Başlangıçta kitap almaya gelenlerin oturup alacağı kitapları incelemeleri için koyduğumuz masalara artık gençler birbiriyle buluşmak için oturuyordu. Geyik çevirmek için. Masalara kitap değil çay kahve servisi yapılıyordu. Kitaplar arkada fon olarak kalmıştı. İnsanların birbirlerine hava atmak için kullandıkları dekor. Yavuz ağabeyin içi acıyordu. Söylediklerini dinliyor ama bir türlü ne demek istediğini anlayamıyordum.

Vedalaşmak için gittiğimde anladım. Artık sattığı kitaplardan bile emin değildi. Onlar da evlerde dekor oluyor diye seslendiriyordu bu memnuniyetsizliğini. Kitap alınıp satılan bir meta değil diyordu ısrarla. Kafe kısmını kesip atsa kitapçı olarak hayatını devam ettiremeyeceğini de biliyordu. Çocuğunun özel okul taksitleri, eşinin altındaki araba beğenmediği kafenin katkısıydı. Dönüşü yok artık diyordu. Hem eleştirmek hem de eleştirdiği hayatı yaşamaya devam etmek gücüne gidiyordu. En çok da oğluyla karısının kitaplarla vakit kaybetme menüyü ve servisi zenginleştir önerisi kahrediyordu. İpin ucu kaçmıştı. Gelen müşterinin profili değişmişti ısrarla capuccino, cafe latte, ekspresso içmek istiyorlardı. ‘‘Kapıdan içeri girenlere müşteri deyip o gözle baktığımız an değişim çoktan başlamıştı’’ dedi. Bu değişimin ilk adımını atan da bendim galiba. Kitap okumak için güzel ve ferah bir mekan yaratma niyetinde olan ben, kitaplara bir mezar yapmıştım farkında olmadan.

Yavuz ağabeyi yalnız bırakacağım için üzülüyordum. Bunu nasıl söyleyeceğimi de bilemiyordum. İnsan sarrafıydı o. İstanbul’dan dönmem gecikince anlamıştı. Kapıdan içeri girdiğimde ise kesinleştirmişti düşüncelerini. ‘‘Deniz kokusunu derin derin içine çektin mi zor gelir Ankara’da yaşamak’’ diye takıldı. İzah edecektim ki ‘‘Kalbinin sesini dinle genç adam hayal kırıklığına uğramazsın’’ deyiverdi. Kalbimin hiç konuşmadığını nerden bilecekti! Bütün karşı çıkışlarıma rağmen bir bavul kitap tutuşturdu elime. Çalışmalarımın, tanışıklığımızın en önemlisi de kitaplara verdiğim önemin tazminatı olarak.

Ev bulana kadar özel bir yurtta oda ayarlamıştım. Yavuz abi sayesinde. Eşyalarımı alarak gecenin son trenine yetiştim.

Yıllar sonra döndüğüm İstanbul’da uzunca bir süre İclal anneyi yalnız bırakamadım. Birlikte vakit geçirdikçe uzaklarda geçen yılların acısını çıkarmaya başlarcasına yakınlaştık. Cevat babanın boşluğunu doldurmam imkânsızdı. Böyle bir niyetim ve çabam da yoktu. Kendi yerini doldurmakla suçlayan Serdar, yıllar sonra babasının boşluğunu doldurmakla suçladı beni. Serdar’ın suçlamalarıyla başa çıkamayacak kadar hayata karşı güçsüzdüm. Sanırım bunda en büyük etken de gözüme sokulmaya çalışılan aile saadetiydi. Serdar ile Gülçin’in aşk dolu aile saadetinden adını koyamadığım bir şekilde huzursuz oluyordum. Kendimi hem fazlalık hem eksik hissediyordum. Bunun Serdar’ın bir oyunu olduğunun henüz farkında değildim.

Tutunacak dalım yoktu. Yıllar geçip olgunlaştıkça bebekken terk edilmenin acısını içimden atacağıma daha çok öfkeyle dolmuştum. Acım öfkeye evrilmişti. Öfkemden kurtulmak, sakinleşmek yerine öfkeme sahip çıkıyordum. Huzursuzdum. Bu huzursuzluk huysuzluk olarak yansıyordu hayatıma. Geçimsiz, isyankâr bir tip olup çıkmıştım. Girdiğim hiçbir işte dikiş tutturamıyordum. Bazen kapıyı çarpıp çıkarken bazen kapılar yüzüme çarpılıyordu. Uzun süredir işsizdim. İclal anneye yük oluyordum. Utanıyordum. Borsada çalışmaya başlayan ve çok para kazandığını her fırsatta yüzüme kusan Serdar yüzünden paraya, zenginliğe, hayata karşı gittikçe daha çok öfkeleniyordum. Karar vermiştim. İş bulduğumda bu sefer sebat edecek, hayata meydan okumaktan vazgeçecek, küçük bir dünya kuracaktım. Uzun zamandır kendime bile unutturduğum dedektifle bağlantı kurmaya çalışacak, olmazsa yeni bir dedektife ben kimim bul bakalım diyecektim. Böylece kafamdaki soru işaretlerinden kurtulacak sakin bir hayata yelken açacaktım.

Hiç beklemediğim bir anda büyük bir umutsuzlukla çaldığım bir kapı ardına kadar açılıverdi. Şeytanın bacağını kırıyordum. Bir danışmanlık şirketinde iyi sayılabilecek bir iş bulmuştum. İlk defa bir arkadaşım olmuştu. Kötü günlerimde yanımda olacak, sırlarımı paylaşacaktı Vedat. Hayatımın akışı yavaş yavaş değişecekti. Acı dolu bir hayat yaşadığı iddiasındaki ben, acıyla henüz tanışmadığımı çok acı bir gerçekle anlayacaktım.

Deneme süresini başarıyla atlattıktan kısa bir süre sonra danışmanlık yaptıkları şirketlere tek başına gitmeye başladı Yiğit. Portföyü bir hayli kalabalıktı. Vedat’ı bu şirketlerden birinde tanıdı. Kısa sürede ilerleyen arkadaşlıklarında beraber hayaller kurmaya başladılar. Vedat bir yolunu bulup bağlı oldukları holdinge geçmek istiyordu. Yiğitle beraber. Yiğit ise kararsızdı. İşinden memnundu. En azından kendine verdiği sözü tutmak istiyordu. Vedat’ın şirketinde çalıştığı gün ikna yöntemleri etkili olunca düştü arkadaşının peşine. Evle tamamen ters istikametteki holding binasına gitmek için.

Bütün heybetiyle şehre ve çöken karanlığa meydan okuyan Soykan Holding,  yıllardır sırlarını haykırmak için doğru kişiyi bekliyordu. Üç aileyi derinden etkileyecek ve sarsacak sır, Yiğit’in hayatını da baştan aşağı değiştirecekti.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Bavul

Editor

Murat Uyurkulak – Har

Editor

Yaban

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası