İki hak peygamber Hz. Musa ve Hz. İsa’dan sonra Hz Muhammed, Allah’ın son peygamberi ve habercisidir. Bu güzel ve sürükleyici romanda, Büyük Peygamber Hz. Muhammed’in gerçek kişiliğine ve onun dini ve siyasi kimliğine kendimizi yakın bulacağız.
İran İslam Devrimi’nin ilk kuşak yazarlarından olan İbrahim Hasan Beygi devrimin başarısının ardından yavaş yavaş adını duyurmaya başladı. Elliden fazla hikâyesi yayımlanmış; yurt içi ve yurtdışı dâhil olmak üzere 25 adet ödül almıştır. Beygi son yirmi yılın en aktif ve başarılı isimlerinden biri olmuştur. “Muhammed” romanı şimdiye dek orjinal dilinde 6. baskısını yapmıştır. Kitapları İngilizce, Rusça, Arapça, Türkmence ve Azerbaycan Türkçesi gibi birçok dile çevrilmiştir.
***
GİRİŞ
—Şu cahil bedevilerden birisi nasıl böyle bir iddiada bulunabilir?
—Kesinlikle çok akıllı olmalı efendimiz!
—Tarihin tüm yalancı peygamberleri akıllıydılar zaten. Öyle olmazsa peygamberlik iddiasında bulunmazlardı. Zeki, kurnaz yalancılar!
—Fakat duyduğum kadarıyla bu seferki diğerlerinden biraz farklı. Ne deliliği görülmüş ne kötülüğü. Düşmanları dahi ondan iyilikle söz ediyor efendim.
—Demek ki çok kurnaz, profesyonel bir yalancıyla karşı karşıyayız. Nasıl yapacağını, rolünü nasıl oynayacağını iyi biliyor.
—Evet, doğru ama bugüne kadar bu bedevilerden kimse böyle bir iddiada bulunmamıştı.
—Doğru, çünkü Allah peygamberlerini üstün, parlak bir tarihe sahip ırktan seçer. Yalancı peygamberler ise bir kaç günlük eğreti bir iddiada bulunur çeker giderler, ne adları kalır tarihte ne dinleri…
—Ama Tanrı’nın Oğlu dedikleri kişi de bayağı bir taraftar topladı hala bile var taraftarları. Şimdi bu Arap’ın da çıkıp etrafında insanları toplamasından, Nasıriyeli İsa gibi yeni bir din getirmesinden ve getirdiği bu dinin tarihe kazınmasından korkuyor musunuz?
—Evet, işte bunun için Nasıri’nin olayı tekrar edilmemeli; buna izin vermemeliyiz. Araplar, bedevi, vahşi insanlardır. Yıllarca putlara tapan bu insanlara mı kalmış bir olan Allah’a davet etmek. Bu delinin yaktığı ateşin İsrailoğulları’nı sarmasından korkarım. Bir an önce ortadan kaldırmalıyız onu.
—Onu öldürmekle İsrailoğulları kurtulacak mı?
—Sadece İsrailoğulları değil İsrail’in dini de kurtulacak!
—Evet, ama ısrarla İbrahim’in soyundan geldiğini söylüyormuş.
—Bu da onun büyük yalanlarından biri olmalı. Çok akıllı dedim ya! Tarihi ve İsrailoğulları peygamberlerini iyi biliyor. Ne yapacağını iyi hesaplamış bu Arap!
—Yesrip’teki dostlarımıza her ne pahasına olursa olsun onun önünü almalarını yazacağım.
—Hayır! Onlara en kısa zamanda Hicaz’a geleceğini yaz. Hicaz’a gitmelisin, o adamın ne dediğini, ne söylediğini yakından görmeli sonra da bir fırsatını bulup onu öldürmelisin. Öldüremezsen dinini içeriden çökertmelisin.
—Öldürmek yararımıza olmayabilir. Ölümü İsa’nın ölümü gibi onun zaferiyle sonuçlanabilir. Önce inancını tanıyalım sonra gerekirse onu da inancını da şüphe altında bırakalım.
—Gitmek için hazırlan öyleyse. Varır varmaz, yaşadıklarını ve gördüklerini bizimle paylaş. Gördüğün, duyduğun her şeyi yazıp gönder. Bil ki Yüksek Yahudi Şurası olarak Hicaz’daki gelişmeleri yakından takip edecek, kulağımız orada yaşananlarda olacaktır. Din ve ırkımızın bir bedevi Arap’ın elinde oyuncak olmasına seyirci kalamayız.
—Emredersiniz efendim, dediğiniz gibi yapacağım!
BİRİNCİ MEKTUP
MUHAMMED ADINDA BİR ADAM
Burası tuhaf bir yer. Barbarlık ve bedevilik kol geziyor burada. Hurafe düşünceler, sihirler, büyüler, yeni doğmuş kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeler ve putperestlik öyle revaçta ki insan kendini tarihin derinliklerine gömülmüş sanıyor.
Ben vardığımda o çoktan gitmişti. Mekke henüz onu konuşuyor, onun bıraktığı huzursuz ortamı soluyordu.
Adı Muhammed. Ahmet ve Mahmut diyenler de var. Takipçileri genellikle onu Resulullah, yani Allah’ın elçisi olarak adlandırıyor. Taraftarları, yıllarca, varlıklı sahiplerinin kırbacını tatmış köleler ile fakir ve kimsesiz kişilerden oluşuyor. Fakat aralarında Arap kabilelerinin büyükleri de var. Bir grup yandaşıyla Yesrib’e göç ettiği konuşuluyor şu sıralar. Söylenenlere göre Yesrib’de birçok takipçisi varmış. Şimdilik kısa bir süreliğine Mekke’de kalacak, hakkında gerekli bilgileri edindikten sonra da Yesrib’e gideceğim. Oradaki nüfuz sahibi Yahudi kardeşlerimizin yardımıyla Muhammed’in başını ta küçükken ezeceğimizi umuyorum.
Bu adam hakkındaki onlarca cevapsız soru zihnimi kurcalıyor. Kimdir bu adam? Söz, tutum ve davranışları nasıldır? İddialarını hangi temellere dayandırıyor, hangi paradigmadan söz ediyor, bilmiyorum ama mutlaka bu sorulara cevap bulacağım!.. Araştırmalarıma Mekke’deki sayılı dindaşlarımızdan başladım ve daha sonra bir Rum tüccarmışım gibi halkın arasına karıştım ve hakkında bilgi toplamaya başladım.
Elli üç yıl önce Âmine adında, kocası ölmüş dul bir anneden dünyaya gelmiş. Altı yaşında annesini kaybetmiş. Bakımını, Kureyş kabilesinin reisi, aynı zamanda Kâbe’nin kolculuğunu yapan dedesi Abdülmuttalip üstlenmiş. Fakat iki sene sonra Abdülmuttalip de ölmüş, o günden sonra da büyük bir tüccar, aynı zamanda şair olan amcası Ebu Talib’in yanında kalmış. Çocukluğu ve gençliği ile ilgili etrafta pek bir bilgi yok. Risaletini gösterecek herhangi bir mucize ve harikulade olay yaşanmamış, sadece yaşıtlarına oranla farklı biri olduğu söyleniyor o kadar. Asla puta tapmadığı, onlar adına yemin etmediği ve onlara kurban adamadığı, bilinen özelliklerindenmiş. Emin, güvenilir ve doğru sözlü olduğu için de Muhammed-ül Emin demişler kendisine.
Bir gün yaşlı, kara yağız bir adam benden su istedi, verdim. Yabancı olduğumu anlayınca ısrarla beni bir duvarın gölgesine çekip yanına oturttu. İlkin perişan halinden benden para isteyeceğini zannettim. Ama yaşlı adam, uzun beyaz sakalını, kırışmış alnı ile buruşmuş yüzünü göstererek; “Seksen yıldır burada yaşıyorum, oysa sekiz yüz yıldır kendime ve başkalarına bakıp, düşünüyorum. Yabancısın galiba, mademki yabancısın dur sana bir gerçeği açıklayayım. Dinlemek ister misin?” dedi.
Geveze ve saçma sapan konuşan bir adama benzemiyordu. “Tabi ki dinlemek isterim. Ben seyyahım. Daha çok görüp, daha çok bilmeyi isterim elbette. Özellikle de Peygamberlik iddiasında bulunan şu adam hakkında” dedim.
Gülmüştü, gözleri, o kırışık yüzüyle karışık kaşlarının arasında kayboluverdi bir anda. “Evet, evet. Günlerdir herkes Mekke’de hatta Hicaz’da ondan söz ediyor” dedi.
“Onun hakkında daha çok şey bilmek istiyorum” dedim.
“Hakkında ne bildiğini bilmiyorum ama ben onunla ilgili aha şu gözlerimle gördüğüm bir olayı anlatayım sana” dedi.
“Müslüman mısın? “diye sordum. Elini duvara yasladı ve “Yerin kulağı vardır. Dur hele hemen meraklanma sen oğul. Herkesin inancı kendisini bağlar” dedi.
Sonra derin bir nefes alarak gördüğü olayı anlatmaya başladı: “Yıllar önce Ebu Talip adında temiz, soylu bir adamın kervanbaşıydım. Allah rahmet eylesin. Bir keresinde ticaret için Şam’a gidiyorduk. Bu yolculukta, Ebu Talip, genç yeğeni Muhammed’i de beraberinde getirmişti. Hepimiz onu iyi tanırdık. Yakışıklı, şefkatli, dürüst bir delikanlıydı.
Kilometrelerce yol gittikten sonra “Busra” şehrine ulaştık. Şehrin yakınlarında “Sergius Bahira” adlı Hıristiyan rahip tarafından idare edilen bir kilise vardı. Çok sevecen imanlı biriydi. Kilisesi kervancıların istirahat edip dinlendiği bir kervansaray halini almıştı. Uzak ve yakın birçok yerden Hıristiyanlar onu görmeye geliyor o da boynundaki altın haçıyla onları kutsuyordu. Çeşitli kerametlerinin ve yukarı âlemle irtibatının olduğu söyleniyordu. Yaklaşık doksan yaşlarında filandı. Saçı sakalı tamamen beyazlaşmıştı, siyah cübbesi ve o masmavi gözleriyle bulutlu gökyüzünü andırıyordu. Hıristiyanlar, göz renginin, gökyüzüne bakmaktan mavileştiğine inanıyorlardı. Bu nurlu rahibin nüfuz ve etkisi o kadar çoktu ki Hicaz’ın putperestlerinden olan bizler bile oradan geçerken onu görmeye gider ve kervansarayında az da olsa dinlenirdik. O gün de önceki yolculuğumuzda olduğu gibi kilisenin avlusunda mola verdik. Develerin yularını bağlarken Bahira manastırın kapısı önünde belirerek bizleri içeriye davet etti… Muhammed hariç hepimiz manastırın ana salonunun hemen yanında yer alan büyük odaya girdik. Muhammed kervana göz kulak olmak için içeri gelmemiş, bahçede kalmıştı. O gün Rahip Bahira’yı önceki seferlerde olduğu gibi rahat ve soğukkanlı görmemiştim. Rahat değildi, bir şeyler arar gibi tek tek hepimize bakıyordu. Ebu Talib’e: “Tanrının evine hoş geldiniz. Başka gelecek yok mu?” diye sordu.
Ebu Talip: “Yok, hepimiz buradayız. Sadece kafilemizin en küçüğü Muhammed gelmedi. O da zaten yalnız kalmayı seviyor. Ben ona su ve yiyecek götürürüm” dedi.
Bahira: “Hayır, onu da çağırınız lütfen, o da gelsin” dedi Ebu Talib’e.
Ebu Talip, Muhammed’i içeri getirmemi işaret etti. Muhammed’i görür görmez Bahira’nın yüzünün rengi attı. Ayaklarının bağı çözülmüştü sanki. Elini sütuna dayayarak, Muhammed’e baka kaldı öylece. Daha sonra biraz toparlandı ve Arapların geleneği üzerine, gayet soğukkanlı bir halde ayakta duran Muhammed’e sorular sormak istedi: “Sorularıma doğru cevap vereceğine dair Lat ve Uzza üzerine yemin eder misin?” dedi ona.
Muhammed: “Ben onları sevmem ve onlar adına da yemin etmem” dedi. Muhammed’in bu sözleri, kervandakilerin tepkisine neden olmuştu. Bahira susmamız için işaret etti sonra tekrar Muhammed’e yönelerek: “Öyleyse Allah adına doğru cevap ver” dedi.
Muhammed: “Benden doğru söz dışında bir şey duymayacaksınız” dedi.
Bahira: “Neyi daha çok seviyorsun?” diye sordu.
Muhammed: “Yalnızlığı” dedi.
Bahira: “Tabiat ve varlık âleminde en çok beğendiğin şey nedir?” dedi.
Muhammed: “Gökyüzü, özellikle de yıldızlar” dedi.
Bahira: “Rüyanda daha çok ne görüyorsun?” diye sorunca Muhammed sustu, cevap vermedi. Bahira: “Omzunu görmeme izin verir misin? Dedi. Muhammed bir adım öne çıktı, gömleğinin üst düğmesini açtı. Bahira, hemen benim yanımda duruyordu, Muhammed’in sağ omzuna baktı. Korkunç bir şey görmüş gibi oldu bir anda, sırtını sütuna dayayıp, başını göğe kaldırarak kendi kendine bir şeyler söylendi. Ebu Talip, Bahira’nın koluna girerek; “Ne oldu Efendimiz? Muhammed’imize bu ilgi, bu alaka nedendir?” dedi heyecanla.
Bahira, üst üste birkaç derin nefes aldıktan sonra, Ebu Talib’e; “Bu çocuk senin neyin oluyor?” diye sordu.
Ebu Talib: “Oğlumdur” deyince Bahira: “Hayır olamaz; anne ve babasının hayatta olacağını sanmıyorum, yetim olması gerekiyor bu çocuğun” dedi.
Ebu Talib şaşırmıştı, başını sallayarak: “Evet, o kardeşimin oğludur. Anne ve babasını kaybettik, şimdi ben ona babalık yapıyorum” dedi.
Bahira: “Acaba burada bulananlar senin kabilen ve akrabalarından mıdır? İçim rahat bir şekilde onların yanında size bir konuyu açıklayabilir miyim?” diye sordu.
Ebu Talib: “Evet. Buradaki herkes benim akrabam olur, aramızda yabancı yoktur.” dedi.
Bahira: “Bu genç parlak bir geleceğe sahip. Benim gördüklerimi, düşmanları görürse onu yaşatmazlar. Özellikle de Yahudiler. Onu bu kavimden uzak tutmalısın” dedi.
Dediklerini duyan bizler hayrete düşmüştük. Özellikle de Ebu Talip. “İyi de ne yapacak ki bu çocuk? Yahudiler, ondan ne isteyebilirler?” diye sordu.
Bahira: “Onun gözlerinde ilahi peygamberlik belirtisi ve omzunda peygamberlik mührü var” dedi.
Ebu Talib: “Bunu nerden biliyorsunuz?” diye sordu.
Bahira: “Söylemesi benim için anlaması da sizin için mümkün olmayan alâmetlerden. Şunu bil ki dün gece Allah tarafından bana ilham edilen rüya, doğru çıkıyor. İncil ve Tevrat’ta Allah, bizlere bir peygamberin geleceğini müjdelemişti. İşte bu çocuk o vaat edilen peygamberin ta kendisidir. Ona iyi bakınız. O, başta kabilenizin, sonra da Arapların ve tüm insanlığın iftiharı olacaktır. O, İbrahim Halilullah’ın sülâlesindendir ve yüce İsa’nın yolunu devam ettirecektir. Şunu unutma ki Yahudi kavmi ona düşmanlık edecektir Aynen İsa’ya yaptıkları gibi onu da öldürmek için komplo hazırlayacaklardır.” dedi.
Duyduklarımız karşısında hepimiz şaşırmıştık. Bahira genç Muhammed’i sakin bir köşeye çekip onunla yalnız konuştu. O sırada Ebu Talip, bu konuyu Mekke ahalisinden kimseye anlatmamamızı istedi bizden. Muhammed’i hepimiz çok sever sayardık, kimse ona en ufak bir zarar gelsin istemiyordu.
O gün yaşlı adama kendisini daha sonra nerede bulabileceğimi sordum, adresini aldım ve bir sonraki görüşmemizde Muhammed hakkında bildiği ne varsa hepsini anlatmasını istedim ondan, o da kabul etti, ardından izin isteyerek ayrıldım yanından.
Belli ki o Hıristiyan keşişin biz Yahudilerle arası iyi değildi ve bize karşı Arapları kışkırtmak istemişti. Bize olan kininden, kutsal kitapta bahsedilen Ahir Zaman Peygamberi’ni Araplara mal etmek istemişti; belki de amacı biz Yahudileri zayıflatmak ve Araplarla karşı karşıya getirmekti!
Burada, genç Muhammed hakkında söylenenlerden anlaşıldığı kadarıyla onun peygamberliğini gösterecek elle tutulur bir şey yok. Sadece pagan Arap kabilesine karşı, muvahhit bir söylem ve duruşu var o kadar.
Bir süre çobanlık yaptığı, akrabalarına ait koyunları güttüğü de söyleniyor. Belki “O da diğer ilahi peygamberler gibi bir süre çobanlık yaptı” desinler diye böyle bir hikâyeyi uydurmuşlardır.
Bir gün Yahudi bir dostumuz beni Muhammed’in eski arkadaşlarından birinin yanına götürdü. Muhammed’in gençlik yıllarına dair anlatacakları olduğunu söylüyordu adam. “Ebu Tahir” altmış yaşlarında, saçı sakalı iyice beyazlamış bir adamdı. Taş ve tezekten yapılmış virane kulübesi rutubet kokuyordu. Bırakın insan, hayvan bile yaşamazdı orada. Onu gördüğümde sorduğum ilk soru şuydu: “Madem Müslümansın neden Muhammed’in yanına, Yesrib’e gitmedin? Bak dostlarından çoğu Mekke’yi terk etmişler?”
İçini çekerek: “Bu hasta ve yaşlı halimle, bu sefillikle nereye gidebilirim? Yolculuk, sağlık ve azık ister.” dedi.
O’ndan Muhammed ile dost oldukları gençlik yıllarından bahsetmesini istedim. Hemen söze girdi:
“Muhammed’le fazla bir arkadaşlığım olmadı. Hilful-Fûdul Antlaşması olayında onunla tanışmıştım. Muhammed, hem Haşimoğulları kabilesi arasında hem de Kureyş ve Araplar arasında dürüstlüğüyle tanınmış bir gençti o sıralar. Bir gün, Mekke’ye gelmiş tüccar bir adam, mallarını As b. Vail adında birine satmıştı. As, malların parasını iki gün sonra vereceğine dair adama söz vermişti. Mekke’nin ileri gelenlerindendi As, onun için bu konumuna güvenerek adama verdiği sözü tutmamıştı. Zarar eden tüccar hakkını alabilmek için As’ın dostlarından yardım istedi. O zaman şikâyetlerle ilgilenen tek merci kabile büyükleri idi. Tüccarın hakkını alamayacağı gün gibi aşikârdı. Adam, Kâbe’nin bahçesinde hakkını talep ettiği sırada Muhammed ve ben bu olaya el attık. Bir Perşembe günü, ikindi vaktiydi. Birçok Arap Kâbe’yi ziyaret etmek için orada toplanmıştı. Muhammed yine her zamanki gibi yalnız başına köşesinde oturuyordu. Tüccar adam Kâbe’nin ikinci basamağında durmuş, şehrin yabancısı olduğunu, Mekke’ye getirdiği malları As b. Vail’in aldığını ve iade etmediğini söylüyor, bir yandan da ağlıyordu. Kalabalık başına toplanmıştı. Muhammed ve amcası Zübeyr de kalabalığa katıldılar. Ben Muhammed’in yanındaydım. Duydukları onu çok öfkelendirmişti. Zulüm ve haksızlık geçmişte de vardı, hala da fazlasıyla var. Hiç kimse As b.Vail gibi birinin yanına gidip de ondan mazlumun hakkını istemeye cesaret edemezdi. O zaman henüz yirmi yaşlarında olan Muhammed öne çıkıp adamın elinden tuttu ve Kâbe’nin basamaklarından aşağı indirerek; “Biz senin hakkını As’dan alacağız. Kâbe’nin Allah’ına yemin olsun ki bunu yapacağız.” dedi.
Kalabalıktan birisi: “Bunu nasıl yapacaksın?” diye sordu.
Muhammed sakin ve kendinden emin bir tavırla amcası Zübeyr’i işaret ederek cevap verdi: “Benim, Zübeyir, Abbas ve Hamza gibi amcalarım var. Mekkeli gençler ile amcalarımın yardımıyla, güçlülerin zayıfları ezmesine müsaade etmeyeceğiz. Bundan sonra nerede hakkını arayan bir mazlum sesi duysak ona yardıma koşacağız.”
Daha sonra amcası Zübeyir’e dönerek; “Öyle değil mi amca? Bize bu konuda yardımcı olacak mısın?” diye sordu.
Zübeyir tebessüm ederek; “Evet, tabi ki yardımcı olacağım.” dedi.
Zübeyir, o gece kendisiyle birlik olmak isteyenleri evine davet etti. Evine gidenler arasında ben de vardım. Zübeyir başköşeye oturmuştu, etrafında da biz gençlerden vardık. Zübeyir söze girdi hemen; aşırı isteklerinden dolayı ticari itibar ve değerlerini kaybeden bazı Arapların çirkin davranışlarından bahsetti. “Birlik içinde olmalı ve zorla başkasının hakkını zimmetine geçirmek isteyen, haksız yere zulüm edenlerin karşında durmalıyız” dedi.
Muhammed de bu tür insanlara karşı nasıl davranılması, onlara karşı nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda konuştu, hep birlikte bir antlaşma imzalayıp bu hususta birlik olmamız önerisinde bulundu.
Hepimiz o gece, sonraları “Hilful-Fûdul Antlaşması” olarak bilinen meşhur antlaşmayı imzaladık. Ertesi gün önde Muhammed olmak üzere, hep birlikte As’ın yanına gittik. Önce tatlı dille daha sonra tehditle ve korkutarak tüccarın malını iade ya da parasını ödemesini istedik ondan. As, başta kabul etmedi ama Muhammed’in gasp edilmiş malı kendi mallarından alacağımızı ve onu şehirde rezil rüsva edeceğimizi söylemesiyle, o günün ikindi vakti tüccar adamdan aldığı malların parasını vereceğini kabul etti.
Bundan sonra defalarca bu tür olaylara şahit olduk. Muhammed etkin sözü, kabileler arasındaki itibar ve şanı, Mekke’nin mümtaz yiğitlerinden oluşu hasebiyle, haklının hakkını alabiliyordu.
“Sizce Muhammed neden böyle yapıyordu? Sizce o gücüne güç katmak niyetinde değil miydi? Mekke’de ün yapmak istediği için böyle yapmıyor muydu?” diye sordum.
Yaşlı adam sözümü keserek: “Hayır, onun hakkında böyle düşünemezsiniz. O, Arapların en iyi ve en meşhur kabilesindendi. Büyük babası ve amcası Mekke’nin ileri gelenlerindendi. Şimdi bile amcaları bu şehrin en ileri gelenlerindendir. Muhammed’in şana şöhrete ihtiyacı yoktu. Onu herkes tanıyordu zaten. Çünkü o hiç bir Arap’a benzemiyordu. Eğer o antlaşmada, Muhammed’in yiğitliğinden bahsediliyorsa, bu onun gerçekten böyle biri olduğundandı. Eğer o böyle olmasaydı, mazlumların kaybettikleri hakların iadesi hususunda asla başarılı olamazdık ve aramızdaki bu antlaşma, yıllarca devam etmezdi” dedi.
“Ama sonraları şu Kureyş’in ileri gelenleri dediğiniz kendi akrabaları bile ona karşı birlik oldular. Kureyşlilerin ona olan güveninin yüzeysel ve geçici olduğunu ya da sadece onların yakını olduğundan dolayı ona saygı gösterildiğini hiç düşünmediniz mi?” diye sordum.
Ebu Tahir manalı manalı bana baktı. Muhammed’e olan inancında, şüpheler oluşturmamdan hoşlanmıyordu anlaşılan. “Kureyş’in Muhammed’e olan güveni, akraba veya hısımları olmasından kaynaklanan bir hadise değildi. Kureyş’te Muhammed gibi yüzlerce saygın, haysiyetli genç vardı. Ama kimse onların ismini ağzına bile almazdı. Muhammed güzel ahlak ve dürüstlüğünden dolayı Kureyşliler arasında saygı görüyordu. Dur sana Kureyşlilerin Muhammed’e olan aşırı ilgisini gösteren bir olay daha anlatayım.
Henüz kendisine peygamberlik gelmemişti. Şiddetli yağan yağmur ve sonrasında gelen sel Mekke’yi yerle bir etmiş, bu arada Kâbe’nin bir kısmı dâhil birçok ev viran olmuştu. Her ne kadar halk, bu yağışlardan çok zarar görmüşse de, her şeyden önce yüce tanrıları “Hubel”in yıkılan evi Kâbe’yi onarmaya karar vermişlerdi. Kâbe yeniden inşa edilmeliydi. Kendi evlerini inşa etmek yerine önce Kâbe’yi onarma fikrindeydiler. Çünkü yüce Hubel’in öfkelenmesinden, üzerilerine bela yağdırmasından korkuyorlardı. Kâbe’nin yeniden inşasına başlandı. Ta ki İbrahim’in Kâbe’ye yerleştirdiği ve cennetten geldiğine inanılan hoş kokulu, Hacer-ül Esved adındaki o kara taşın koyulacağı ana kadar. Müşrikler dâhil herkes o taşı kutsal kabul eder. O gün taşın yerine konulması yüzünden çeşitli kabileler arasında antlaşmazlık çıktı. Herkes taşı yerine, kendi kabilesinin koymasını istiyordu. Bu olay, ihtilafı daha da körükledi. Gitgide anlaşmazlık büyüyor, çekişmelere hatta ağız kavgalarına dönüşüyordu. Derken tüm Arap kabileleri silahlandı. Kâbe’nin inşası ertelendi. İç savaş çıkacağından korkuluyordu. “Beni Abdüddar” ve “Beni Adiyy” kabileleri, içi kanla doldurulmuş leğen başında ant içip Hacer-ül Esved’i bir başka kabilenin yerleştirmesine izin vermeyeceklerine dair kendi aralarında sözleştiler. Mekke dört gündür ihtilafla kavruluyordu, ta ki beşinci gün “Ebu’l- Mufid” adında yaşlı bir adam ihtilafların bertaraf olması için aracı olup, öneride bulununcaya kadar.
Ebu’l Mufid: “ Müsaade edin de; Kâbe’nin avlusundan içeri girecek ilk kişi bize hakemlik etsin ve tüm kabileler onun dediğini kabul etsinler” diye bir öneride bulundu.
Herkes onun bu görüşünü kabul etmişti; avluya girecek ilk kişiyi beklemeye koyulduk. Bir gözümüz kapıda diğeri kılıçlardaydı. O sırada içeriye ilk giren Muhammed oldu. Herkes sevinmişti, zira onun gibi emin ve güvenilirliğiyle bilinen birinin hakemliğini herkes kabul edecekti. Muhammed’i gören herkes sevinçle bağırıyordu: “Bu gelen Muhammed-ül Emin’dir. Hepimiz onun hakemliğini kabul ediyoruz!”
Kabilenin ileri gelenleri Muhammed’in yanına gelerek olayı ona anlattılar. Herkes Muhammed’i kendi tarafına çekmeye çalışıyordu. Muhammed kalınca bir parça bez getirilmesini söyledi. Parça gelince Hacer-ül Esved’i parçanın ortasına koydu ve her kabilenin reisine parçanın bir ucundan tutup hep beraber kaldırmalarını söyledi. Yedi kişi yedi Arap kabilesini temsilen, parçayı sıkıca tutup kaldırdı. Daha sonra Muhammed taşı parçanın üzerinden alarak Kâbe’nin köşesindeki yerine koydu. O gün herkes Muhammed’in bu dâhiliğine hayran kalmıştı. Muhammed, düşmanlarını bile etkileyecek güzel bir ahlâka ve üstün bir zekâya sahipti.