Konstantin teslim olmaktansa çarpışarak ölmeyi tercih etmişti. Onun kadar da mı cesaretimiz kalmadı? Bana bir tüfek verin, tek başıma düşmanla savaşmaya hazırım. Hiçbir yere gitmiyorum! Bir yere gitmiyorsun Sultanım! Buradasın ve ölümünden sonra pahan giderek yükseliyor. Bir vizyon, bir akıl, bir ruh, bir diriltici nefes üflüyorsun küresel denizlerde bocalayan sevdamıza.
Bir direniş ruhu, akıl ı davranış bilinci, kavrayış ve zekânın vatanseverlikle el ele kurduğu görkemli taht, inançtı bir insanın çağının gelişmeleriyle hemhal oluşu, çok yönlü düşünebilme ve hareket edebilme yeteneği… Habbeleri kubbe yapacağız Bütün bunlar senin dünyandan çağımıza damlayan habbeler. Habbeleri kubbe yapmak mı düşüyor yoksa bize?
Kubbesi habbe olmuş bir mil et, habbeyi kubbe yapmayı da günün birinde öğrenmek zorunda değil midir? Gökkubbesi üzerinden çalınmış bir mil etin, habbelerden kubbe yapmak zamanıdır şimdi. Disiplininle, iş ahlakınla, ciddiyetinle G. Scott Fitzgerald’rn The Great Gatsby’deki harika tespitinin en bariz numunesi değil misin?
Yani madalyonun her iki yüzünü birden görebilme, artı ve eksi kutupları aynı anda zihninde tutabilme kabiliyetin, bugün 88 yıl öncesiyle kıyaslanamayacak kadar yüksekte duruyor, ama aynı zamanda bir çıta gibi üzerinden atlamaya da davet ediyor bizleri.
Bu kadarını sen de istemezdin elbette ama arkanda açılan boşluk o kadar derin oldu ki Sultanım, bugün senin direniş ruhuna, vizyonuna, felsefene, Hz. Peygamber’e (sav) duyduğun sevgiye, vatanseverliğine yeniden sarılmak ihtiyacını hissediyor insanlar. Arkandan gelenler bir boşluğa düştüler, daha doğrusu, düşürüldüler.
Zaten sen de onlara hiç hain demedin ki. Sadece gafildi onlar senin gözünde. Küresel bir paylaşım oyununun Türkiye bahçesindeki operatörleriydiler. Asıl büyük suflörü, çok sonraları, 1919 gibi çatırtılar yükselen bir tarihte fark ettikleri görüyoruz ama artık çok geçtir. 9 yıl sonunda ülkenin yüzölçümü milyon kilometrekarelerden birkaç yüz bin kilometrekareye büzülüver-mişti acemi ellerinde.
Senin bütün kuvvetinle oyalamaya çalıştığın büyük aktörler, Ankara-Sakarya-Konya üçgenine sıkışıp kalmış bir toprağı layık görmüşlerdi bu millete. Son bir hamleyle şahlanıp ona da sahip çıkmasaydık, bağımsız bir vatanımız ve bayrağımız dahi olmayabilirdi bugün. “Satmam!” dediğin vatan parçaları Sultanım, ngiliz-Fransız- talyan, hatta Yunan işgaline uğradı.
Emperyalizmin çizmeleri çiğnedi topraklarımızı. Sen, tam bu kâbus dolu günlerin eşiğinde, Mondros Mütarekesi’nden hemen önce, işgal stanbul’unu, Boğaz’da ngiliz gemilerinin içimizi yakıp kavuran gövde gösterilerine tanık olmadan önce terk ettin. Terk ettin ama asla diğerleri gibi değil. Onlar kaçtılar dışarıya, sen yer altına çekildin.
Beş vakit önünde eğildiğin yaratıcı kudret, seni ateş dalgalarının selinden korudu, kendi yanma aldı. “Göklerin çektiği kartal.” Sezai Karakoç, Necip Fazıl’m vefatının ertesi günü yazısının başlığına bu taç deyimi kondurmuştu. Fakat asıl “Göklerin çektiği kartal”, bizzat Necip Fazıl’m da bağlandığı geleneksel köklerden olan sana en az onunki kadar yakışıyor.
Yanlış anlaşılmasın: Sultan Abdülhamid’in şahsı değil bugün Abdülhatnid’i Anlamak ¦ 25 önemli olan. Önemli olan biyolojik varoluş değil. Eti, kanı, tırnağı, gözü, kulağı değil… Asıl önemlisi, onun bu toplum için, bu mil et için, bu ümmet için ifade ettiği manadır.
Emperyalizme karşı soylu bir direnişin sembolüdür o. ‘Son kale’nin, ‘insanlığın son adası’nın son cesur neferlerinden birisidir… Üstelik de onun zamanında kalenin surları delik deşik olmuştur. Sürekli olarak gedikleri yamamak gerekmektedir. Ancak bir gediği sıvarken, bir başka noktada yeni bir gedik açıldığına şahit olunmakta ve bu defa da bütün gücüyle oraya koşturması icap etmektedir.
Yangınlar büyümüş, devletin çatısını dahi alev alev sarmıştır. çerideki müdafiler sağlam dursalar, direnmeye niyetli olsalar gam değil! Oysa onun gözü arkada kalacak hep. Huruç harekâtı mümkün görünmedi bu yüzden ona. şte o zaman yapılması gereken bir tek şey vardı. Tarihte büyük savunmaları yapanlardan ders alınması gerekirdi.
Düşmanın surlarda gedik açması önüne geçilemez hale gelince, önlemlerden birisi, surun içine bu defa içeriden bir duvar daha örmektir. Böylece düşman sevinç ve hevesle yıkılan surlardan içeriye girdiğini zannederken, karşısında yeni bir sur görecek ve bu iki kale duvarı arasında en çetin ve kanlı mücadeleler cereyan edecektir. Ben bunu biraz Sultan Abdülhamid’in sıkı idaresine, Garplıların deyişiyle Hamidian Regime’e benzetiyorum.
Dış hudutlardan geçmelerine mani olamadığı bir kuşatmaya, bir iç sur dikerek cevap verme rejimidir Sultan Abdülhamid’inki. ç sur, mesela sansür şeklinde karşımıza çıkabilir, mesela istibdâd şeklinde arz-ı endam edebilir, mesela hafiye teşkilatının kuş uçurmayan sıkıdüze-ni de vardır bu rejimin içinde. Ama… Aması çok mühim… Özgürlük mü güvenlik mi? Şimdi biraz çuvaldızı kendimize batırmayı deneyelim ve hayal gücümüzü harekete geçirelim.
Diyelim ki, Türkiye Cumhuriyeti 26 ¦ Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı Devleti Amerika Birleşik Devletleri’yle bir savaşa girmiş olsun. Ve bu savaşta ordumuz yenilgiye uğramış, ağır toprak kayıpları vermiş olalım. Rica minnet antlaşma masasına oturttuğumuz ABD, işgal ettiği topraklarımız yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük milyonlarca dolar da tazminat talep ediyor olsun. Elimiz mecbur, kabul ediyoruz, çünkü ordunun asıl gövdesi telef olmuş, biraz daha üzerimize yürüseler başkentimizin dahi ardından ağıt yakacağız.
Fakat ABD topraklarımızı bel i bir yerden itibaren değil de seçerek işgal etmiş olsun ve bu seçimde de hiçbir rasyonel gerekçeyle hareket etmeden, sadece il plaka numaralarından l’den 25’e kadarki il eri işaretlemiş olsun. Yani Adana’dan Erzurum’a kadarki il plaka numaralarına bakarak işga] mevkilerini seçiyor ve işgal ediyor. Bu iller içerisinde hangileri vardır?
Sayalım: Adana, Adıyaman, Afyon, Ağrı, Amasya, Ankara, Antalya, Artvin, Aydın, Balıkesir, Bilecik, Bingöl, Bitlis, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Edirne, Elazığ, Erzincan, Erzurum. Al ah korusun, böyle bir işgal faciası karşısında kalsak ne hissederdik, bir tasavvur edin. Geri kalan vatan parçalarını korumak, daha sıkı bağlarla birbirine bağlamak için gereken bütün tedbirlerin alınmasından daha doğal bir davranış olamazdı herhalde.
Demokratik haklar, fikir özgürlüğü, basın, yargı, sivil toplum kuruluşları bu panikten etkilenmeden kalabilir miydi? Herkes istediğini söylesin, halkıma tam bir özgürlük getireyim, zaten galip devlet de içerideki unsurlar üzerinde daha fazla söz sahibi olmak ve iç işlerimiz üzerinde kontrol kurmak istiyor. Böylesi bir kriz ortamında özgürlükleri artırmayı ve toplumu ve devleti kendi haline bırakmayı aklına getirecek bir aklın, aklını peynir ekmekle yemiş olması gerekmez mi?
Şurada 3 tane uçak çarptı diye havaalanlarında insanları iç ipliğine kadar soyan özgür dünyanın reisi ABD’nin içine düştüğü panik halini bir gözünüzün önüne getirin. Ve ondan sonra Abdülhamid sansüründen, istibdadından, hafiye teşkilatından söz edin. Zira Abdülha-Abdülhamid’i Anlamak ¦ 27 mid, kucağında bulduğu ve içine itildiği 93 Harbi’nde tam da bu durumdaydı.
Hatta durumu daha da ağırdı, çünkü mücadele edeceği dünyayı tanıyan yetişmiş insan kaynağı da istenen ölçülerde değildi. Üstelik de, bu savaşın ateş ve duman kokusu henüz dağılmamışken, stanbul’da bir Düvel-i Muazzama toplantısı (Tersane Konferansı) yapılmış ve Osmanlı’nın kaderi bizzat Dersaadet’de tartışılmıştır.
Kurtlar başına çömelmiş, Hasta Adam’m mirasını hem de kendi başkentinde pay ediyorlar. Bilir misiniz ki, bu Osmanlı’nın “Tamam mı-Devam mı?” davasının müzakere edildiği konferansa, Osmanlıların delege göndermelerine dahi izin verilmemişti. Düşünün, sizin bedeniniz üzerinde bir ameliyat yapılıyor ama sizin gözlemci olarak olan bitenleri seyretmenize izin veriliyor sadece.
Öylesine, bakacak ve hakkınız-t la verilecek hükme razı olacaksınız. Üstelik de tam o gün, en yapılmayacak işi, belki hakkımızda hayırhah düşünürler diye, Meclisin açıldığını ilan edeceksiniz. Yani devlet denilen yapının bütün reflekslerini felç ederek, parçalanma tehdidi karşısında kalan parçaları birbirine bağlamaya çalışacağınıza, tam tersine bir davranışla bulunacak, özgürlük ve demokrasi ile makyaj yapacaksınız.
Böylesine kritik bir durumda sorumluluk sahibi bir yöneticinin yapması gereken ne varsa onları yaptı Sultan Abdülhamid. Önce kurtları uzaklaştırması gerekiyordu başından. Onları uğraştıracak ve oyalayacak sorunlar bulmalıydı.
Sonra da kurtların bir daha saldıramayacakları bir mesafeye çekmesi gerekiyordu devleti. Ve içeride, şimdilik ertelenen ama gelecekte kaçınılmaz bir şekilde patlak verecek hesaplaşmada daha dirençli, daha kuvvetli, daha bilgili, daha birlik yanlısı, daha vatan kavramı etrafında örgülenmiş bir bilinç ve bir özgüven olmalıydı insanlarında.
Bunu sağlamanın yolu ise bir barış dönemini temin etmekten geçiyordu. Daha uzlaşmacı, daha barışçı, daha yumuşak başlı ve idareci olmaktan başka çıkar yolu da yoktu. Ama onurunu ezdirmeden, şahsiyetini feda etmeden başaracaktı bunu. Aksi halde önemi kalmazdı çünkü. Osmanlı olmaktan çıktıktan sonra, sınırları korumanın da büyük bir ehemmiyeti yoktu. Önemli olan, “Ben buradayım!” sinyalini kesmeden bunları başarabilmekti.
Abdülhamid bunu başardı işte. Eğer başaramasaydı, devletin, 1880’lerin, 1890’ların vahşi emperyalist iştahının dünyayı silip süpürdüğü ortamında paramparça olması kaçınılmazdı. Ömür uzatılmalı, duraklamalar, son saniyesine kadar oynan-malıydı. Vakit lazımdı, barış lazımdı, istikrar lazımdı. Kazanılan bu hayatî vakitte iç düzen yeniden yapılandırılmalı, eğitim, bilim, teknoloji, kültür, sanat, kurumlar, imar ve her şeyden önemlisi Osmanlı imajı ayağa kaldırılmalıydı. Çünkü o giderse herkesin birden ceza sömürgesine gideceğini biliyordu. Filistin’i de, Makedonya’sı da, Musul’u da, Edirne’yi de kaybetmek kaçınılmaz olurdu.
Ve Sultan Abdülhamid 1878’in bir Şubat günü Meclis’i tatil ederken bütün bu çerçevesini çizdiğimiz şartların içindeki sorumluluk sahibi, eli taşın altındaki bir yönetici kimliğiyle hareket etmekteydi. En verimli topraklarının üçte biri işgal edilmiş, nüfusunun beşte biri elden çıkmış, hatta Anadolu ve Kıbrıs’tan bile tavizler vermek zorunda kalınmıştır.1
Abdülhamid olmak zordur demiştik. Ancak şunu da ilave etmemiz lazım: Bu şartlar altında bir Abdülhamid yetiştiren toplum olmak daha da zordur. Bir adamı yetiştiren ve sürükleyen sosyal çerçeveyi görmeden konuşanlara bütün dünyada cahil diyorlar. Bizde bu cahillerin kıtlığına hiç kıran girmemiştir ki!
Bilmek ve anlamak… Önümüzdeki iki yol bunlar olmalıdır.